Nuray Mert

Obama’nın ’Üçüncü Dünyalı’ hayranları

8 Haziran 2009
OBAMA’nın Kahire konuşmasını beğenmediğimi yazdım ya, bazıları çok kızmış, hakaret mahiyetinde sıfatlar içeren gönderme yazıları yazmışlar. ABD Başkanı’nın tarihi nitelikli konuşmasını bazılarımızın birtakım gerekçelerle beğenmesi, diğer bazılarımızın ise yine bazı gerekçelerle beğenmemesi kadar normal bir şey olabilir mi?

Yok, bizde öyle değil.

Medyada, hemen her konuda, bir tür "Ya sev, ya terk et" mantığı hákim.

TARTIŞMA KİSVESİ

Birilerin sevdiğini herkes sevecek, olumlu buldukları konuda kimse bir şey demeyecek, bir şeyi onlar nasıl görüyorsa herkes öyle görecek. Yoksa, gelsin çamur atma, gitsin hakaret sıfatlı sataşma ve en kötüsü, daha önce cevap veremedikleri soruların, zor duruma düşmelerin acısını tartışma kisvesinde çıkarmaya çalışma.

İşin bu kısmını uzatmayacağım.

Bırakın genel tutarlılık kaygısını, her ABD başkanı ile pozisyon değiştiren adamlarla Obama veya başka bir şey tartışmaya hiç niyetim yok. Ancak ABD dış politikasına ilişkin herhangi bir olumsuz veya sadece kuşkucu, sorgulayıcı fikrin İran, Hizbullah kafasında olmakla damgalanması hafife alınacak şey değil. Zira, bu noktada, mevzu şahsi olmanın ötesinde, fazlasıyla siyasi!

ENTELEKTÜEL TERÖR

Bu, 11 Eylül sonrasında, ABD’de, özellikle muhafazakárların, işgal, savaş yanlılarının, tüm eleştirilere karşı estirdiği baskı siyasetinin aynısı, daha doğrusu, Türkiye’deki izdüşümü.

Bu entelektüel teröre geçit vermemek lazım.

Arap ve Batı basınına göz atma şansı olan herkes, Obama’nın Kahire konuşması ve genel dış politika performansı üzerine olumlu olduğu kadar olumsuz bakanların olduğunu da görür. Ciddi basında yazan kimsenin, diğerini eleştirel bakıyor diye, İran, Hizbullah çizgisinde olmakla veya başka bir şeyle suçladığı, damgaladığı falan yok.

Suudilerin çıkardığı Arab News’te, İran’ı baş rakibi, Hizbullah gibi direniş örgütlerini baş belası olarak gören resmi Mısır’ın yarı resmi yayın organlarında bile eleştirel bakışlı yazılar çıkıyor.

Bu arada, benim en çok siyasi mahiyette olmayan birisi hoşuma gitti. Al-Ahram’ın sanat, kültür, "cemiyet hayatı" yazarı Lubna Abdel Aziz’in, Obama’nın hitabetini tartışmaya açtığı yazı oldu. Abdel Aziz yazısını, "Obama sadece iyi bir konuşmacı, ama iyi bir hatip değil" diye bitirmiş.

KOMPLOCU KAFASI

Bizimkilerin tavrını "Amerikancılıkla" bile izah etmek mümkün değil, zira böylesi geniş kapsamlı bir Amerikancılıktan söz etmek ancak komplocu kafasıyla olur.

ABD’de ve Batı basınında da, doğal olarak farklı sesler var. Bizimki düpedüz, "Üçüncü Dünya dar kafalılığı", "kraldan çok kralcılığı".
Yazının Devamını Oku

En karanlık tarih bizim tarih

1 Haziran 2009
GEÇEN haftaya "mayın tartışmaları" damgasını vurdu. Mayın üzerinden bir çok şey tartışıldı. Başbakan, mayınları temizleme işinin bir İsrail firmasına verilmesine tepki gösterenlere karşı, ne alakaysa, "Azınlıkları kovduk, bu faşizan bir tavırdı" mahiyetinde bir karşılık verdi. Öyle olunca, tabii konu yine döndü dolaştı, "ulus devlet"e geldi. KOMPLEKS

Öncelikle "Ne alaka?" demek yerine, başı ağrısa "ulus devlet"ten bilen kim varsa, "tarihi özeleştiri" diye derin açıklamalar yapmaya girişti. Bir toplumun, tarihi sorgulamaya, özeleştiri yapmaya alışması iyi güzel de, bu sorgulama ve özeleştirilerin suyu çıkmış durumda... Böyle olduğu için de bir noktadan sonra, milliyetçi tepkileri beslemek dışında bir işe yaramayacak diye korkuyorum.

Demokratikleşme ve her şeyden önemlisi marazi milliyetçilikten kurtulmaya çalışmak başka, "dünyada ne kadar arızalı iş olduysa, bu ülkede, bizim geçmişimizde oldu" kafasında olmak başka. Ulus devlet inşasının maliyeti, dünyanın her yerinde çok ağır oldu. Çok erken başlamasına karşın Batı Avrupa’da bu süreç İkinci Dünya Savaşı bitimine kadar sürdü. Ardından da hiçbir ulus devlet, "Ya bu proje tutmadı, kıralım bu zincirleri, yıkalım bu ulus devletleri" falan demedi. Savaş sonrasında ulus devletin dar kalıplarını esnetme sürecine girildiğinde ortada, neredeyse azınlık falan kalmamıştı.

Herkes kırmış dökmüş, bizde olanlardan müteessir olmayalım, en ufak bir şey diyeni "tencere dibin kara" diye pişkince geçiştirelim demiyorum. Ama geçmişi sorgulamak başka, geçmişi bir büyük kompleks haline getirmek başka.
Halihazırda bizde bazı çevrelerde hakim olan ikincisi. Bu topluma yöneltilen tüm suçlardan sıyrılmanın yolu, geçmişi suç ve günah galerisine dönüştürmek oldu. Sanki kim daha çok suçlar, suçlarken daha keskin bir dil kullanırsa, o en temiz, en "medeni", en suçsuz olacak. Atalarımıza toz kondurmama hastalığından sıyrılmanın yolu, geçmişle hesaplaşmak adına, dünyanın en karanlık geçmişini kurgulamak sanılıyor. Oysa bu da başka bir hastalıklı hal, bir "Üçüncü Dünya entelektüeli kompleksi".

Diğer taraftan, çağımızda onca topa konulmasına karşın ve günahları bir yana ulus devlet, insanlığın en kötü deneyimi falan değildi. Bugün Batı dışındaki dünyanın birçok yerinde, ulus devletin inşa edilememesinin yarattığı sorunlar yaşanıyor. Müslüman coğrafyada köktendinciliğin yükselmesi, Afrika’da iç savaşlar, hatta Balkanlar’da derin dondurucudan çıkan etnik çatışma ve çözülüşler ulus devlet değil, ulus devlet olamamanın neticesi. Dünyanın içinde olduğu hali dikkate alarak, ulus devletlere ilişkin klişelere sığınmak yerine işin bu boyutunu da düşünmekte fayda var.

MALİYET

Sonuçta maksat, geçmişi sorgulayarak insanlığın, bu ülkede yaşayanların dertlerine deva bulmak, yaşanan acılara yenilerini eklemekten sakınmaksa, zamanın ruhuna uygun klişelerle tarihe bakmanın hiçbir faydası olamaz. Yok amaç "entelektüel ego tatmini" ise, bunun beyhudeliği bir yana, beslediği milliyetçi tepkiler şeklinde fazladan bir de maliyeti var ve o maliyeti hepimiz ödeyeceğiz.
Yazının Devamını Oku

Uçurumun kıyısındaki bir ülkeden notlar

25 Mayıs 2009
GEÇEN hafta Pakistan’daydım... Dönmek icap etti, istediğim kadar uzun kalamadım ama hálá havasından da çıkamadım. Pakistan bir süredir, dünya sisteminin her an gözden çıkarabileceği bir ülke gibi duruyor. Gerçi Irak örneğinden sonra aleme nizam vermenin kolay olmadığı görüldü, ama hiç belli olmaz.

Doğrusu ben gazetecilik aşkından çok, sanki bir nevi "Irak sendromu" içine girmiş gibi, uçurumun kıyısında olduğunu hissettiğim ülkeleri dört dönüyorum.

Bu "yap-boz" coğrafyalarında, zaten aşısı tam tutmamış bu ülkeler, dünyanın çıkar haritasına göre bir desteklenip, bir kösteklenmekten helak olmuş vaziyette. Desteklendikleri dönemlerde yükünü tutmuş olanlar bir yana, her dönemeçte en büyük fatura fukara kalabalıklara çıkıyor. Yine de Irak’tan sonra, "Her şey savaştan, bunu kışkırtacak her hangi bir müdahaleden daha iyi" diye düşünür, azla yetinir olduk. Bakar mısınız yirmi birinci yüzyılın başında geldiğimiz noktaya?

Saddam Irak’ı, önce aşısı tutmamış, sonra yakın tarih süreci içinde şirazesinden iyice çıkmış bir ülke idi. En son uygulanan ekonomik ambargo ile tablo iyice kararmıştı. Tüm bunlara rağmen gelinen nokta, o karanlık sahneden bin beter. Bunu herkesten önce Saddam’dan kaçıp, sürgünde yaşayan Iraklılar söylüyor.

Hep benzer bir uçurumun kıyısına gelmiş ülkelerin, Irak gibi bir kadere mahkum olmasından korkuyorum. Oralarda dolaşırken, her şeye rağmen iyi-kötü devam eden hayatlarından eser kalmayabileceğini düşünüyorum.

Bir zamanlar Amman’da, bir süredir orada yaşayan Alman bir gazeteci arkadaşım, tarihi ve kültürü olmayan bir ülkede yaşamaktan nasıl bunaldığını, bir iş için Bağdat’a gittiğinde kendisini daha iyi hissettiğini söylemişti. Saddam’a, ambargoya ve her şeye rağmen, Bağdat’ta gezdiği kitap sergilerinden galerilere, bir sürü şeyin nasıl bir tarih ve kültür merkezinde olunduğunu insana hatırlattığını anlatmıştı.

Dünyanın yap-boz oyunları, tarih-kültür ne varsa silip süpürüyor. Bağdat Müzesi’nin nasıl talan edildiğini hatırlayın. O bir yana, yakın zamana kadar ve her şeye rağmen Irak’ta modern bir hayat alanı olduğunu hatırlayan kaldı mı? Şiilerin lideri senin, Sünni direnişçiler benim, mezhep savaşı senin, etnik çatışma benim Irak sanki ortaçağdan sonra hiç değişmemiş gibi gösterilmiyor mu? Pakistan’dan söz edilirken de artık benzer bir dil kullanılır oldu.

İktidar savaşları adına allak bullak edilen yerlerde, özellikle de "uygar dünya"da yaşayanların değerli bulabilecekleri veya özdeşlik kurabilecekleri hayat hiç yokmuş, olmamış gibi göstermek savaşları, müdahaleleri meşrulaştırmayı kolaylaştırıyor.

Batılılar eskiden bu ülkelerde kendilerine benzemeyen kalabalıkların varlığını görmez/göstermezken, şimdi bu ülkeleri kara kalabalıklar olarak göstermeye özen gösteriyorlar. Tam da bu nedenle, şu günlerde inadına uçurumun kıyısındaki ülkelerin hayatlarına tanıklık etmek, "cihatçı kalabalıklar"ın ötesindeki bin bir yüzünü görmek/göstermek gerektiğini düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku

Bir siyasi efsane olarak merkez sağ

18 Mayıs 2009
HÜSAMETTİN Cindoruk’un DP Genel Başkan adayı olmasıyla "Ne olacak bu merkez sağın hali?" tartışması yeniden alevlendi. Malum, doksanlı yılların sonlarında DYP ve ANAP’ın muazzam çöküşünün ardından bitmez tükenmez bir "merkez sağ" tartışması başlamıştı. Halen bu tartışma bitmiş değil. Merkez sağın duayenleri, AKP’nin "merkez sağ" iddiasını hiç kabul etmediler. AKP’nin, sistemle kavgalı İslamcılık geleneğinin devamı olduğunu hep hatırlattılar. Ne zaman AKP’nin İslamcılığına ilişkin bir kuşku veya tartışma ortamı olsa, bu iddia tekrar gündeme geldi.

AKP’nin son seçimlerde oy kaybetmesi, "merkez sağ"da muhtemel bir manevra alanı imkánı olarak görüldüğünden, bu alanda yeniden bir hareketlenme görülüyor.

Türkiye’de "merkez sağ"ın bir "klasik" olduğunu düşünenleri üzmek istemem ama yıllardır bu iddianın bir "siyasi efsane" olduğunu anlatmaya çalışıyorum. AKP’nin, selefi olduğu "merkez sağ" partilerden farklı olarak, ağırlıklı olarak "İslamcı" siyasi gelenekten beslendiği bir gerçek. Ancak "merkez sağ"ın hiçbir zaman, bugün takdim edildiği gibi, saf "liberal sağ" bir siyasal gövde olmadığı da bir gerçek. Yetmişli yıllarda Erbakan, kendisini dini istismar etmekle suçlayan Demirel’e karşı, basına, seçmene dağıtılmak üzere "Adalet Partisi amblemiyle basılmış Kuran örnekleri" göstermişti.

"İslamcılık başka, dindarlık başka" diyebilirsiniz ama ona bakarsanız, Türkiye’de İslamcı siyasi geleneğin başından beri, köktendincilikten ziyade merkez sağ siyaset ile ortak özellikler taşıdığı da bir gerçek.

Efsanevi bir "merkez sağ klasiği"nden yola çıkarak Türkiye’de siyasi süreçleri kavramak imkánsız. "Merkez sağ nereden çıktı, hangi dönemeçlerden geçerek bugüne geldi" sorusuna cevap ararsak daha emin bir yol izlemiş oluruz.

Bu yolu izlemek kimsenin işine gelmiyor. AKP’yi merkez sağı temsile layık görmeyenler, muhayyel ve sorunsuz bir ılımlı sağ siyaset geleneği olarak merkez sağı mitleştiriyor. Buna karşın AKP ve onu destekleyenler de, bu kez merkezi temsil iddiasıyla bu siyasi miti pekiştiriyor. AKP dışında merkez sağ zemin oluşturma çabalarını dolaylı veya doğrudan "darbecilik" ile suçluyor, bunu "merkez sağ geleneğe" yakıştıramıyor. Oysa "merkez sağ"ın darbelere karşı direnen bir siyasi gelenek olduğu da bir siyasi efsanedir. Ayrıca o kadar derinine gidersek, o kadar darbecilik Türkiye’deki tüm siyasi parti ve çevrelerin geçmişinde var demek isterim.

AKP dahil gelmiş geçmiş tüm merkez sağ partiler, darbelere muhatap olan heyeti bir safra gibi geride bırakıp, yoluna devam etmiş değil mi? Dahası geçmişi değerlendirirken kullandıkları dil, darbelerin bir şekilde neredeyse "haklı" olduğu iddiasını teyit etmedi mi?

Biliyorum, söylediklerime itiraz eden çok olacak. Olsun, en iyisi siyasi mit ve efsaneler üzerinden konuşacağımıza bunları tartışalım.
Yazının Devamını Oku

’Sert bir 12 Eylül eleştirisi’ mi dediniz?

11 Mayıs 2009
KÜLTÜR ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, "Kadın Filmleri Festivali"nin açılış töreninde, "Bu ülkedeki insanlar ne kadar akılsız olmalı ki, başkaları darbeci generale katil muamelesi yaparken, biz ressam-sanatçı muamelesi yaptık" demiş. Bir gazete de açıklamayı "Sert bir 12 Eylül eleştirisi" diye haber yapmış. Bence pek sert sayılmaz. Dahası "çok tipik bir yaklaşım" demek isterim. Herkesin malumudur; bu ülkede hemen herkes, hemen her aksilik karşısında, "Dünyanın hiçbir yerinde böyle şey olmaz" türünden küresel bir genelleme yapar.

AYNI ŞİKAYET

Konunun öyle darbe falan olması da gerekmez. Trafik sıkışır, ya şoför ya taksi müşterisi ya da ikisi birden, "Dünyanın hiçbir yerinde böyle şey yok" diye veryansın eder. Su kesilir, aynı şey. Kar yağar, arabalar yolda kalır, yine aynı şikayet. Milletimizin çoğunluğu sanki ömürlerini düne kadar İsviçre veya "Acaba bu yıl tatile nereye gitsek?" dışında sorunu olmayan müreffeh bir ülkede geçirmiş de bu ülkeye dün göç etmiş gibi, etraflarındaki her şeyi yadırgar, isyan eder.

Diyeceksiniz ki, "Fena mı? Her şeyi olduğu gibi kabul eden bir toplum değiliz, eleştirel milletiz vesselam. Üstelik var olanı kanıksarsak daha iyisine ulaşamayız." Orası öyle de eleştirel olmak başka, sürekli söylenmek, şikayet etmek başka. Bizimki daha çok bir uçtan diğerine savrulmak... Bir gün "Bir Türk dünyaya bedeldir" havasına giren adam, ertesi gün en ufak bir sıra kavgasında Aziz Nesin’i rahmetle anar. "Rahmetli, Türklerin yüzde altmışı aptal demişti, eksik söylemiş, yüzde doksanı aptal" lafını hiç duymadıysam onlarca kere duymuşumdur.

Yani ortası yok... Belli ki "yeryüzünün belli bir yerini kaplayan insan topluluklarından biri" olduğumuz ve diğer birçok ülkede yaşananlara benzer sorunlarımız olduğu gerçeğini kabul etmekte zorlanıyoruz. Ya medeniyet kurucusu fatihlerin torunlarıyız, ya da bir aptallar sürüsüyüz, hiç kimsenin yapmadığı hataları yapıp, hiç kimsenin çekmediği sıkıntıları çekiyoruz. Hissiyatımız bu.

Günay da "Kültür Bakanı" olması hasebiyle, bu kültürel özelliğimizi sergilemiş. Umarım kimse adamcağızı, "Vay, sen milletimize akılsız mı diyorsun?" diye sıkıştırmaz. Malum bir diğer özelliğimiz de aşırı alınganlık! Ne de olsa, tellaklar hakkında şaka yapıldığında, "hamamcı dernekleri"nin ayaklandığı bir ülkede yaşıyoruz.

SIRADAN KUSURLAR

Diğer taraftan bu türden bir "saptamaya", darbelere karşı "sert eleştiri" muamelesi de yapmayalım lütfen. Malum zamanında, kimse akılsız olduğu için darbecilere ressam muamelesi falan yapmadı. Tıpkı şimdi herkesin demokrat kesilmesi gibi, iktidarda kim ve ne varsa, zamanında ona güzelleme yapıldı. 12 Eylül’e "liberal darbe" diye kılıf bulan bile çıktı. Mesele akılsızlık değil, fazla akıllı geçinmek, hüsnü tabirle "pragmatizm" adı verilen kurnazlık, dümen kırmak gibi sıradan insani kusurlar. Ne zaman bu sıradan kusurların, siyasal-toplumsal maliyetini kavrar, ona göre tutum almaya başlarız, ancak o zaman bu ülkede darbeciliğin de, mutlak iktidarcılığın da kökü kurur.

Bilmem anlatabiliyor muyum?
Yazının Devamını Oku

Kürt meselesinde açık konuşmak

4 Mayıs 2009
HER muhalif söylemi, her itirazı, her eleştiriyi, sisteme ve vatana tehdit olarak görmek ve / veya göstermek demokrasileri tehlikeli bir yola sokar. Otoriter rejimlere, o olmazsa otoriter politikalara kapı açar. Bu nedenle demokrat olmanın en önemli koşullarından biri, bu konuda duyarlı ve uyanık olmaktır. Kürt meselesi söz konusu olduğunda, bu duyarlılık fazlasıyla önemliydi. ’Vatanın bölünmezliği ilkesini tehdit ediyor’ mazeretiyle bir bölgenin halkının baskılanmasına, bir kültürün, bir dilin varlığının görmezden gelinmesine karşı Kürtlerin siyasal mücadelelerinin yanında durmak veya en azından karşında hizalanmamak anlamlıydı.

HAYIR VE EVET

Yoksa bugün Kürtler adına siyaset sahnesinde olanların tuttukları siyasal yol başından beri sorunsuz muydu? Hayır! Bu mücadelenin şiddetle buluşup yoluna bu yönde devam etmesi, başlı başına karşı çıkılacak şey değil miydi? Evet!

Peki Türkiyeli demokratlar, aydınlar bu gidişata sadece demokratik hassasiyetin gereği olarak mı sessiz kaldılar? Birilerinin siyasal mücadele adına şiddeti bir yöntem olarak görmesi ne koşullarda mazur görülür? Taleplerini demokratik yollarla ifade etme olanağı bulamamaları mı? Türkiye’de demokrasinin sınırları sadece Kürtlerin talepleri için değil başka bazı talepler için de yeterli görülmeyebilir. Başka grupların, sorunlarını mevcut sınırlar içinde çözememeleri halinde şiddete başvurmalarını anlayışla karşılar mıyız? Hayır.

Kürt talepleri konusunda neden farklı tutum izlendi?

Sol siyaset geleneğinden gelen sol demokratlar, Kürt siyasetlerini, sadece demokratik anlayış adına koşulsuz desteklemediler. Bu destek, ’mazlum halkların kendi kaderlerini tayin hakkı’, ’mazlum ulusların milliyetçiliğinin ilerici olduğu’, ’devrimci mücadenin soyluluğu’ gibi geçmişte benimsedikleri ilke ve kavramlar çerçevesinde oldu. Bu tutumun Kürt siyasetlerinin seyrine büyük zarar verdiğini düşünüyorum.

Diğer bir neden milliyetçi - otoriter siyasetler ile yan yana düşmemek ve meydanı onlara bırakmamak kaygısı idi. Doğrusu bu kaygı, Kürt siyasetlerinin sorunlarını görmezden gelmek için en anlamlı gerekçeydi. Özellikle doksanlarda yaşanan kanlı süreçte, bu yönde bir sorgulama, milliyetçi bastırmanın yanında hizalanmak sonucuna varıyordu. Adil değildi.

VAKİT GEÇİYOR

Halen bu kaygıyı büsbütün göz ardı etmemek gerektiğini düşünenlerdenim. Ancak artık öncülüğünü DTP’nin üstlendiği Kürt siyasetlerinin, ciddi bir sorgulamasının yapılmasının vakti gelmekle kalmadı, geçiyor. Sadece ’şiddetle mesafe’ konusundan bahsetmiyorum. Kürt meselesinin artık sadece bir ’insan hakları’ meselesi olmadığını, bir halkın bir ’ulusal rüya’nın peşine takılmakta olduğunu, hepimizin teslim etmesinde ve konuyu bu çerçevede konuşmakta fayda var.

Hiç bir siyasi dava, Kürt meselesinde olduğu kadar büyük bir samimiyetsizlikle bir yere varamaz. Daha doğrusu varır da, vardığı yer barış falan olmaz. Demokratlık adına ’görmezden gelme’nin anlamı giderek daha fazla aşınıyor.

Gerekirse, demokratik sınırları bu kez farklı yönde zorlayalım; federasyon ve benzeri konuları daha açık konuşalım ki, bazılarımızın rüyası hepimizin kabusu olmasın.
Yazının Devamını Oku

Büyük felaket

27 Nisan 2009
1915’te yaşananlar için Ermeniler, zamanında en iyi tabiri bulmuşlar; büyük felaket! Bunu unutmamaya, unutturmamaya karar vermişler. Gerisi siyaset! Yaşananlar, onlar için unutulacak, Türkler için de hatırlamayı istenecek şeyler değildi. Sonra, onlar unutmamayı, Türkler unutturmayı ’siyaset’ haline getirdiler, bugüne böyle geldik. Siyaset, trajediyi çıkara, hesaba, güç mücadelesine çevirip, insani olanı arka plana iter. Türkiye-Ermenistan ilişkileri çerçevesinde, bugün yaşanan süreç fazlasıyla siyasi.

KAFATASLI ANMA

"Büyük felaket"in yıldönümünde, bir Ermeni arkadaşımla Beyrut’taki Ermeni mahallesi Burj Hamud’da, Antilies Kilisesi’ndeki anma törenine gittik. Kilisenin bahçesinde inşa edilmiş diğer küçük bir kilisede, sürgünle geldikleri Suriye’nin Dar Zor bölgesinde hayatını kaybedenlerden kalan kafatasları ve kemikleri sergiliyorlar. Çok rahatsız edici bir hatırlama biçimi. Ama başlarına bunca felaket gelenlerin, onların çocukları ve torunlarının hatırlamak ve hatırlatmaktan başka hiçbir güçleri yoktu.

Dediğim gibi, gerisi siyaset; acının, trajedinin kavgaya, kavganın güç mücadelesine, o mücadelenin iki tarafın ötesindekilerin çıkar hesaplarına döndüğü bir süreç. Bu süreç içinde insani olan ile, hesabi olanı ayırt etmek artık neredeyse imkánsız. Ancak insani olanı büsbütün devre dışı bırakan bir siyasal süreç hiçbir şeyi çözemeyecek.

ABARTMAYALIM

Dünyanın güçlüleri nasıl bir zamanlar bir yandan Osmanlılara, diğer yandan Ermenilere destek veriyorsa, önce Ermenilere bağımsız bir ülke vaat edip, sonra onları yapayalnız bıraktıysa, yine benzer şeyler olacak. Nitekim halihazırda benzer şeyler oluyor. ABD Başkanı Obama’nın, soykırım sözcüğünü kullanmaktan sakınıp, sonraları "soykırım" ile eşanlamlı kullanılmaya başlayan "büyük felaket" terimini seçerek, iki tarafa da boncuk vermesi, sorunu zamana yaymaktan başka anlam taşımıyor.

Evet, Türkiye-Ermenistan sınırının açılması, mevcut kilitlenmenin önünün açılması bakımından iyi olacak. Ancak bu süreci abartmanın anlamı yok. Hem Türkiye’ye hem Ermenistan’a baskı yaparak bir yol haritası çizen ABD’nin hazırladığı hangi ’yol haritası’ bugüne kadar başarılı oldu? İsrail-Filistin yol haritalarının vardığı çıkmaz ortada. İnsani boyutu büsbütün göz ardı eden yol haritaları çıkmaz sokaklara gidiyor.

REHBER İNSANİYET

Türklerin ve Ermenilerin, zamanında onları birbirine düşürenlerin rehberliğinde gidecekleri yol, bu kez de çok uzun olmayacak. Doğrusu, siyasi çıkarlar, hesaplar da uzlaştırır, onları da büsbütün göz ardı etmemek lazım. Ancak nesillerin hafızasını şekillendiren bir büyük felaketin ardından, günü kurtaracak tedbirler yoluyla barışmak çok zor. En iyisi, uzun soluklu bir yol haritası için önce insaniyetimizi rehber edinelim. Bir başlangıç olarak, Türkler, "Ne olduysa oldu, önce onlar başlattı" pişkinliğini, Ermeniler gözü kara bir öç alma hırsını bir yana koyup, kendi yol haritalarını kendileri çizmeyi denesinler. Biliyorum, zor ve çok zaman alacak ama, böylesi daha umut vaat edici olacak.
Yazının Devamını Oku

Ama bu kadarı fazla!

20 Nisan 2009
BU gazeteler insanı, durduk yerde feminist yapar. Bunu ben söylüyorsam artık gerisini siz düşünün. Feminizmin hemen hiçbir türüne yakınlık duymadığım, ikna edici bulmadığım için adı "kadın düşmanı"na çıkmış biriyim. Ama bu kadarı fazla! Memleket meseleleri iyice ruhumu kararttığı için, bu pazar günü bari magazin haberleri okuyayım dedim, daha fazla ruhum karardı. Bizim gazetenin ekinin iki büyük sayfası, bir sahne/sinema sanatçısının eski kocası ve onun yeni eşinin evlenme "başarısı"nın öyküsüne ayrılmıştı.

GEYŞA EDEBİYATI

Anlatılan, aslında, bir adamı evliliğe ikna eden kadının "başarı" öyküsüydü! Yani röportajın dili bu yönde gelişmişti. Baktım, olay böyle seyrettiği için adam da iyice havaya girmiş, "Beni hak etti!" şeklinde bir narsisizm olayına girmiş. Sadece o değil, herhalde, ergenlik krizinden kurtulamayan, aynı akıldaki birçok erkek de bu veya buna benzer şeyleri okuduğunda aynı havaya girmiştir.

Başka bir gazetede, bir şarkıcı kadının beşinci kez evlenmesi haberi, yine bir kadının bunca adamı nasıl evlenmeye ikna ettiği öyküsü şeklinde verilmiş. İkincisi, birincisi kadar patolojik değil ama her öyküde "başarı" reçetesinin vazgeçilmez parçası, evinin kedisi, mutfağın kraliçesi olmak gibi şeyler.

Ne oluyoruz?

Nedir bu geyşa edebiyatı? Kimsenin zevkine karışamayız, ama "geyşalık" olsa olsa cinsel fantezi olarak anlaşılabilir bir tercih. Bir erkeğe kendini önemli hissettirmek son derece eğlenceli bir şey, ama bir ömür bununla geçer mi?

Kim özel hayatını nasıl tanzim ederse etsin de, bu saçmalıkları bunca popüler etmek, bu zihniyeti hakim kılmak açısından son derece tehlikeli değil mi? Bu zihniyetle yetişen genç kızlardan kaç kendine saygısı olan kadın çıkabilir?

Feminizmin altmışlı yıllardan itibaren yükselişine kadar hiç olmazsa, Greta Garbo gibi karizmatik kadın idoller, "femme fatale"lik gibi kadın iktidarı fikrini kışkırtan bir tahayyül vardı. Sonra, feminizm furyası hiç olmazsa erkek merkezli bir dil kullanmayı utanılacak bir şey haline getirmişti. Şimdilerde, sadece bizde değil, tüm dünyada muazzam bir geri dönüş yaşanıyor.

Cinsel devrim, doğal seyri içinde erkekleri yeniden "bulunmaz Hint kumaşı" haline getirdi. Eşitlik, özgürlük lafta kaldı, mevcut zor rekabet şartları nedeniyle yürekleri "Acaba erkeksiz mi kalırız?" korkusu sardı. Artık saçını süpürge etmek yetmiyor, süpürge edilmiş saçlara fön çektirilip, bir de her zaman güzel görünmek gerekiyor.

ARKADAŞLAR DİRENİN

Sevgili genç kızlar, sevgili genç kadın arkadaşlar, ne yapın yapın, bu felaket senaryosuna direnin. Hayatınızda erkeklerin önemli olması son derece anlaşılır bir şey ama inanın kendinize saygınızı korumak kadar önemlisi yok.

Hem erkeklere de kötülük etmenin alemi yok.

Annelerinin başladığı yerden alıp, adamların ergenlik krizlerini aşmalarını engellemeyin, sonra hiç büyüyemeyen çocuklar olarak onlar da sakil bir hayat sürmek durumunda kalıyorlar.
Yazının Devamını Oku