3 Ağustos 2009
SAYMADIM kaçıncı oldu ama “yine, yeni, yeniden” bir “Kürt açılımı” hadisesi ile karşı karşıyayız.
Manşetler, köşeler yıkılıyor. “Açılım”, “atılım” deyince aşka gelen ve eli kalem tutan herkesin katılımına açık kompozisyon yarışması tüm hızıyla devam ediyor.
Barzani ile röportaj, Karayılan’dan açıklama, “koca çınar” Yaşar Kemal’den yine bir Ağrı Dağı Efsanesi, Ankara merkezli gazetecilerden acur kulis bilgileri, hisli yazarların “sevgi sözcükleri”, “ortak geçmiş”, “ortak medeniyet”, “çokkültürlü zenginlik”, “demokrasi” gibi kavramlardan derlenmiş ortaya karışık, ortalama genel kültür denemeleri. Son açılım üzerine okuduklarımız bunlar.
HAYRA YORALIM
Bu arada, Kuzey Irak denkleminin bu açılımdaki rolü konusunda genel kabul ve gönderme yok değil, ama Cüneyt Ülsever gibi, “Bu Kürt açılımından ziyade, Kuzey Irak açılımı” diyenlere oyunbozan gözüyle bakılıyor.
Ülsever’e hak vermemek elde değil de, hadi onu geçelim. Her şeyi hayra yormakta fayda var. Varsın, bu açılımın kalkış noktası ABD’nin Irak’tan çıkış planının gerektirdiği düzenlemeler, Irak’taki Kürt, Arap, Şii dengeleri, Türkiye’nin bu denkleme (başta Kuzey Irak üzerinden) girişi olsun. Yeter ki, sonu “hayırlı” olsun.
“Hayra yormayacak ne var ki?” diyeceksiniz. Öncelikle, mesele hayra veya şer’e yormak değil. Yeni bir durumu kamuoyuna pazarlama stratejilerinin fazlasıyla bayat, sahicilikten yoksun, dolayısı ile ikna edici olmaktan uzak olması. Keşke, dış konjonktür veya başka bir nedenle, Kürt meselesinin çözümü sahiden ve olumlu manada ivme kazanabilse. Ben bu yönde bir gidiş görmüyorum. Daha birkaç ay önce, Ermeni meselesi için benzer bir hava estirildi, benzer kompozisyonlar yazıldı, “Sınır ha açıldı, ha açılacak” denmedi mi? Ne oldu o mesele?
En önemlisi, toplumun değil Ermeniler, Kürtler gibi farklı kimlikte olanlarla barışması, onları sevmeyi, onlara güvenmeyi öğrenmesi, şu an geldiğimiz noktada, “ortalama” Türkler, birbirini sevmekten, güvenmekten bunca uzaklaşmış durumda. Bu, sıradan bir iktidar-muhalefet çatışması değil, Ergenekon, laiklik, demokrasi derken, maalesef daha ciddi anlamda derinleşen bir gerilim.
Aynı şekilde, demokrasinin tanım ve sınırlarının, Kürtlerin kendini her bakımdan eşit ve özgür hissedeceği şekilde genişletilmesinden bahsederken, demokrasinin sınırlarının giderek daraldığı bir ülkeye doğru yol aldığımızı hatırlamakta fayda var. Bırakın farklı kimliğini taşıma iddiasında olanları, “sıradan Türkler”in kendilerini giderek daha kıstırılmış hissettiği bir Türkiye’nin söz konusu olduğunu hesaba katmak zorundayız.
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2009
ASLINDA çok ciddi mevzuuydu ama nedense önemsenmedi. <br><br>Oysa mesele "Aleviler ve HSYK (Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) meselesi" değil, "Aleviler ve Cumhuriyet" meselesi. İzin verin, izah edeyim:
Geçenlerde bir köşe yazarı, "Nüfusun yüzde on beşini oluşturan bir mezhep üyelerinin, HSYK’daki koltukların yüzde ellisinde oturmaları normal mi?" diye sormuş. Bunun üzerine, Aleviler, yazarı ayrımcılıkla suçlayıp tepki göstermişler.
Sondan başlayalım, Alevilerin tepkisi "isabetli" değil. İsteyen istediği soruyu sorar, tartışmaya açar.
Ama soru da isabetli değil, çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimi, "mezhep/cemaat esası"na dayalı bir rejim değil. Öyle sistemler var... En bilineni Lübnan... Orada siyasi temsil ve sivil hayatın düzenlenmesi cemaat hesabına dayanıyor, anayasaları bu şekilde düzenlenmiş. Bizimki öyle değil.
ALEVİLER NEDEN CUMHURİYETÇİ
Ama bunu söyleyip meseleyi noktalamak da önemli bir konuyu tartışmaktan kaçmak olur. Aleviler konusunda, şimdiye kadar birçok kez konu böyle kapanmıştır. Konu kapandıkça da "Aleviler ve Cumhuriyet rejimi ilişkisi"ne adeta, "esrarengiz" bir anlam yüklenmiştir. Ucu Cumhuriyet tarihinin başlangıcına giden bu yükleme, son dönemde muhafazakár çevrelerde yaygın birçok iddia ve imanın konusu oluyor. Hatırlarsanız "Cumhuriyet mitingleri" de bu çevrede, daha çok "Alevilerin işi" olarak görülmüştü.
Konunun esası şudur: Cumhuriyet, laik ve modern bir toplum yaratma projesiydi. Aleviler dünya görüşlerine yatkın bu projeyi ve rejimi şevkle desteklediler. Dolayısıyla rejimin merkezinde ve CHP’de ağırlıklı olarak yer aldılar. Yoksa mevzu, "mezhep kayırmacılığı" veya daha esrarengiz bir ilişki değildi.
Diğer taraftan Sünni muhafazakárlar, başından beri, Cumhuriyet’in laik modernleşme projesini daha ziyade "mezhep/ köken çerçevesi"nde algıladılar, bu bağlamda tepki verdiler. Bu pencereden tüm modernleşme süreci ve münhasıran Cumhuriyet, bir "mason/dönme işi" idi. Onlara göre dine/diyanete düşman bu projeye, olsa olsa "nesebi karışık" ve/veya "sapkın" bir mezhebin mensupları destek verirdi. "Cumhuriyet mitingleri"ne kadar gelip dayanan "Alevi kuşkusu"nun nedeni budur.
Ne yazık ki geldiğimiz noktada, konu hálá "mezhep mensubiyeti" çerçevesinde algılanıyor. Bu çok vahim bir durumdur. Sonu cemaat toplumuna, düzenine gider. Ders kitaplarında "Alevilik" okutmakla da önüne geçilmez. Asıl olan tarih okumasının çarpıklığıdır.
ALEVİLER ÖNYARGIYI BESLİYOR
Bu arada Alevi mensubiyetinden olanların, laiklik çekişmesinde sergiledikleri "rejimin sorgusuz sualsiz bekçiliği" tutumunun da, Sünni muhafazakár kesimin önyargılarını besleyip büyütmediği söylenemez. Alevi kimliği ile öne çıkan bazı yazar arkadaşımızla yaptığımız TV tartışmalarında, bu tavırlarının ne kadar yadırgatıcı olduğunu söyler dururum. "Kendinize daha fazla özgürlük isterken niye illa bunu Sünnilere daha az özgürlükle birlikte istiyorsunuz?" demek durumunda kalırım.
Zira bazı Alevi arkadaşlarımızla "laiklik" konuşurken, laf dönüp dolaşıp, mesela namaz kılmayanı hiç ilgilendirmemesi gereken "namazın Türkçe kılınmasında ısrar"a gelebiliyor. Ama bu tabii Alevilere özgü bir zihin kayması değil, aksine katı bir laiklik anlayışında ısrarlı olanların tümü bu zihin kaymasından malul. Ve belki de tam da bu tür maluliyetler yüzünden işin içinden bir türlü çıkamıyoruz.
Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2009
MAKSAT sahiden anlamaya çalışmaksa öncelikle, yirmi yıl önce bu çabaya girişmiş biri olarak şunu hatırlatmak isterim: Başörtüsü takıp saha araştırmaları yaparak, başörtülü kadınları veya başörtüsü meselesini anlamak konusunda fazla bir yol alınamaz. Yok, hayır... İşi "başörtüsü mistiği"ne katkıda bulunmaya veya "onları kimse anlayamaz" mecrasına sokmaya çalışmıyorum... Sadece haksızlık yapmamaya çalışıyorum.
Şu kamusal alan meselesine, yani "Bu düzen başörtülülere hálá ’bara gidemezsiniz demiyor, okula giremezsiniz diyor" faslına da giremeyeceğim. Zira o da ayrı bir yılan hikáyesi.
"Başörtülü kadın bir kadın olarak neler hisseder, áşık olur mu?" gibi cevap bulması daha da çetrefil, dahası sorulması gerekli mi olduğu da tartışmalı mevzulara dalmaya da hiç niyetim yok.
BUGÜNE BAŞÖRTÜLÜ GELMEK
Sadece basit bir şeyi, "bugün başörtüsü takmak" ile "bugüne başörtülü gelmek" arasında bile çok zalimce bir fark olduğunu hatırlatmak istiyorum.
Bugüne başörtülü gelmenin hafıza kayıtlarında okul kapısından çevrilmek var. Mesela tıp doktoru olunsa da, okuma yazma bilmez muamelesi görmek var. Açıkça olmadığı zaman hissedilir biçimde burun kıvrılmış olmak var. Birçok ortamda istenmeyen misafir olarak kalmak var.
En bilinen ifadesiyle buna, "öz yurdunda garip, öz vatanında parya" gibi hissetmek diyebiliriz.
Bu "hafıza kaydı"nın varlığı, insanı bazen güvensiz, ürkek; bazen öfkeli, bazen (yeni edinilmiş iktidar şımarıklığı ile) neredeyse saldırgan kılabilir.
Ama her durumda, aklına esip başörtüsü takmış birinden çok ama çok farklı kılar. En azından bunu aklımızın bir kenarında tutup, ne söyleyeceksek ona göre söyleyelim.
Dediğim gibi, tüm bunları artık bir "mistik" halini alan "başörtüsü zulmü" edebiyatına katkı olarak söylemiyorum. Dahası bu mistiğin de artık uzun uzun konuşulması, mevcut kalıplarının dışında tartışılması gerektiğini düşünüyorum.
BİR MARAZİ HAL
Kalkış noktası son derece anlaşılır ve haklı olan bu "mistik", hem siyasi hem toplumsal anlamda birçok marazi sonuç yarattı.
Bu zulüm, kurbanlar verdiği gibi, iktidarlara da yol verdi. Muazzam hak gaspları doğurduğu gibi, hak edilmemiş kariyerler de üretti. Birçoklarının hayatını karartırken, bazılarına "Yürü ya kulum!" yolu döşedi.
Yine de tüm bunlar, bir büyük "karanlık devri" unutmuş gözükmek, bir büyük haksızlığı görmezden gelmek, yaşanmış birçok sıkıntıyı hafife almak için geçerli mazeret, bir pişkinlik gerekçesi olmamalı.
Sonuçta diğer birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Türkiye’nin geldiği yer, bir marazi halden diğerine geçiş oldu. Halihazırda sivil iktidar sahiplerinin çoğunun, (kendisinin değil) ’eşi’nin başörtülü olduğu ama başörtüsü ile üniversiteye girilemeyen bir tuhaf ülkede yaşıyoruz.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2009
İTALYA ’da "Temiz Eller Operasyonu"nun meşhur savcısı DiPietro var ya... İşte bu ünlü savcı, geçenlerde gazetelere ilan verip "uluslararası camia"ya bir çağrı yaptı. Ben New York Times’ta gördüm. İlanın başlığı şu: "İtalya’da demokrasi tehlikede."
Tam sayfa ilanda DiPietro, Berlusconi’nin yargıdan kaçmak için son girişimini özetlemiş. Berlusconi hükümeti, Adalet Bakanı Angelino Alfano’ya atfen "Alfano Kanunu" diye anılan bir kanun çıkarmaya gayret ediyormuş. Bu kanun, başbakan, devlet başkanı, meclis ve senato başkanlarının yargılanmasını engellemeyi hedefliyormuş.
DiPietro, bu kanunun İtalyan Anayasası’nın Üçüncü Maddesi’ne aykırı olduğunu söylüyor. 6 Ekim’de İtalyan Anayasa Mahkemesi, bu kanunun Anayasa’ya uygunluğu konusunda karar verecekmiş. Hal böyleyken Berlusconi, Adalet Bakanı, Anayasa Mahkemesi Başkanı ve Anayasa Mahkemesi’nin bir üyesi gizlice bir akşam yemeği yemişler. Haber gazetelere sızmış ve doğrulanmış.
DiPietro diyor ki: "Anayasa Mahkemesi Başkanı ve bir üyesinin, kanunun muhatabı olan siyasetçilerle buluşması kabul edilemez."
İTALYA DİKTATÖRLÜĞE KAYIYOR
Bu tablo karşısında çaresiz kalan DiPietro, uluslararası camiayı, İtalya’ya demokratik ilkeler doğrultusunda baskı yapmaya davet ediyor.
İtalya’nın bir "diktatörlük"e dönüşmesini engellemeye çağırıyor.
Ergenekon soruşturması İtalya’daki "Temiz Eller Operasyonu"na benzetildiğinde, İtalyan demokrasisinin, bu operasyondan sonra hiç de sanıldığı gibi düze çıkmadığı hususuna dikkat çekmeye çalışmıştım. En meşhuru İtalya’da gerçekleşen bu tür operasyonlar, derin devletlerin tasfiyesi falan değil, Soğuk Savaş döneminin derin devlet konseptinin değişmesinden başka bir şey değildi. Şimdi bu husus, bizzat, bu operasyonun "cesur savcısı"nın ağzından bir kez daha teyit ediliyor.
ERGENEKON İÇİN DERS
Hatırlayalım: Bizim "Ergenekon Eller" operasyonunun heyecanıyla DiPietro Türkiye’ye davet edilmiş, kendisiyle konuşmalar, röportajlar yapılmıştı.
Şimdi aynı arkadaşları, kahramanları DiPietro’ya yeniden kulak vermeye davet ediyorum.
Sadece askeri vesayetle mücadele etmekle olmaz, demokrasileri tehdit eden sadece darbe ihtimali değildir diye bunca zamandır dil döküyorum. Büyük Türk liberal ve demokratlarının çoğunun sivil otoriteryanizm tehlikesi konusunda titizlenmeye hiç niyeti yok.
Hukuka güvenmekle bile iş bitmiyor... Bakın, gelinen son noktada, güya koskoca "İtalyan derin devleti"yle mücadele vermiş olan "kahraman" DiPietro’nun elinden bir şey gelmiyor. Çareyi gazeteye ilan verip "uluslararası camia"ya, İtalya’ya baskı yapmak için çağrı yapmakta bulmuş.
Ne acıklı, ne hüzünlü ama en önemlisi ne "düşündürücü" değil mi? Meselemiz gerçekten demokratikleşme ise, işin düşündürücü yanını görelim, bu acıklı, hüzünlü hale düşmeyelim.
"Temiz Eller Savcısı"nın çağrısına kulak verelim, derin derin düşünelim.
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2009
AÇIK konuşalım, bu sivilleşme falan değil! Askeri vesayete biriken tepkiler, komplekslerle, öfkelerle, acemilikle, rövanş duygularıyla ve hatta yıllarca laf edilemeyen babaya karşı ergenlik buhranı, karşı çıkma duygularıyla karışmış bir buhrana dönüşmüş vaziyette. Uluslararası konjonktürde bu türden bir kusmanın ortaya çıkmasına müsait. İşte yaşadığımız bu!
Samimi olalım, bu demokratikleşme falan değil, umarım bir şekilde sonu o mecraya akar. Demokratikleşme dediğimiz de her zaman uhulet ve suhuletle olmayabiliyor, belki biz de bir buhranın ardından düze çıkarız.
UFUK BELİRSİZ
O zaman olanları hayra yorarız. Ancak, mevcut tablonun ufku henüz belirsiz.
Sivilleşme, kurumların alanlarının, sınırlarının demokratik çerçeveye oturtulmasıyla olur.
Kolay bir süreç olmayabilir, ama düpedüz kurumlar kavgasıyla, ayak oyunları, söz dalaşıyla olmayacağı kesin. Böyle bir gidişin sivil siyasetin alanını genişletmek değil, yönetilebilirlik kriziyle sonuçlanması ihtimali çok yüksek.
Bu açıdan, olan bitenin, uzun vadede mevcut hükümetin de lehine olmadığını düşünüyorum.
Demokratik ortam için gereken asgari toplumsal mutabakat yok, kurumlararası uyuma giden bir süreç ufukta gözükmüyor. Mevcut kurumların hiçbirinin toplumun tamamının nezdinde güvenilirliği kalmadı. Bir kuruma güvenen, diğerini düşmanı olarak görüyor.
Hukuk şemsiyesi o kadar delik deşik oldu ki, herkesin savcısı kendine noktasına gelmiş vaziyetteyiz.
Kendimizi kandırmayalım, böyle bir ülkede demokrasi falan işlemez. Gücü eline geçiren diğerinin canına okur.
Askere gık diyememekten, askere sövmenin meziyet haline geldiği noktaya hızlı bir savruluş söz konusu.
Bu sivilleşme değil, savruluş.
Demokratikleşme kavgası vermekle, kavga etmeyi demokratikleşme zannetmek farklı şeyler. Bunu anlamakta zorlanırsak, demokratikleşmede de, sivilleşmede de daha çok zorlanırız.
Oysa, önümüzde çok çetrefil meseleler var. Daha Kürt meselesini çözecek, karpuz kesecektik.
Diğer taraftan, içinde bulunduğumuz bölgede sorunlar azalmıyor artıyor, ortalık sakinlemiyor, daha da ısınıyor. Türkiye bu hararetli bölge ve sürecin tam ortasında. İç politika savruluşları Türkiye’yi zayıflatacak.
ALABORA OLMAK
Yok, "büyük, lider Türkiye" hayalinden falan bahsetmiyorum. Benim, heyheyli politikalarla işim olmaz. "Dış güçlere karşı birlik ve beraberlikten" de bahsetmiyorum. On yıllar boyu, bu bahanelerle otoriter siyasetlere mahkûm olduk. Soğuk Savaş üzerimizden buldozer gibi geçti.
Düpedüz alabora olmaktan bahsediyorum.
Bölgede çıkacak krizlerde, savaşa, çatışmaya karşı dik duramayacak hale gelmekten bahsediyorum. Barışcı bir dış politika izlemek için gereken güçten söz ediyorum.
İlgilenen varsa tabii.
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2009
GAZETEDE köşe yazmak benim için her zaman önemli bir işti. Hatta baştan bu önemi abarttığımı söyleyebilirim. Bu nedenle İsmet Berkan, Radikal’de yazmamı teklif ettiğinde lüzumundan fazla nazlandım. Allah’tan o, bunu ciddiye almayıp ısrar etti. Allah’tan diyorum, çünkü sonradan fazla abarttığımı hissettim, köşe yazmak hoşuma gitti. Bu bakımdan İsmet Berkan’a her zaman teşekkür borçlu olduğumu düşünüyorum.
Genelde yazı yazmak, özel olarak köşe yazmayı önemsiyorum dedim. Ama benim kastettiğim bir gazetede yazmanın, birçok insanla düşüncelerini, izlenimlerini paylaşma imkánının önemli olmasıydı.
AKLIM BAŞIMDA
Yoksa fikirlerimin dünyaya nizam verme açısından fevkalade önemli olmadığını takdir edecek kadar aklım başımda.
Diğer taraftan herkesin bu işi önemsemek yanında, mütevazı çerçevesinin farkında olarak yaptığını düşünme eğilimindeyim. Dolayısıyla herkesin doğru bildiğinde ısrarını, bu uğurda yaptığı tartışmaları, girdiği polemikleri iyi niyetli ikna çabaları olarak görmeye çalışıyorum.
Yoksa yazı yazmanın, bir narsisizm kusması veya kişisel hesaplaşma alanı haline gelmesi tehlikesi var. Artık on seneye varan köşe yazma macerasında geldiğim noktada, bu tehlikenin fazlaca ortalığı kaplamış olduğunu, yazılanın fazlaca şahsileşme, lüzumundan fazla önemsenme durumu oluştuğunu düşünmeye başladım.
Bu işin sadece bir yanı...
Diğer taraftan Türkiye’nin geldiği noktada yazma çizme ve özellikle gazetede köşe yazma işi, şahsi olanın ötesinde, bir büyük politik didişmenin şu veya burasında yer alma haline geldi. Bu didişme ekseninde yer almayı reddedip, başka bir alan açmaya çalışmak giderek daha zor hale geliyor. Siyasi iktidarın her şeyi "AK" ve "kara" olarak görmeye devam ettiği bir ortamda, tek umut, eli kalem tutanların hiç olmazsa bu konuda ortak bir zemin arayışına omuz vermesi olabilirdi.
Halihazırda düşünce ve ifade özgürlüğünün zaten mevcut olan yasal sınırlarının da ötesinde, fazladan oluşan cendereyi sorun eden, ona karşı çıkan, hiç olmazsa asgari bir çabadan eser yok.
Yazma işini ikide bir "bir varoluş krizi"ne dönüştüren mizaçta biri değilim. Bence her koşulda isteyen yazmaya devam eder, isteyen etmez. "Sizler için yazıyorum ama bunalıyorum, daralıyorum" diye okuyucuyu bunaltmanın álemi yok.
Ancak bir paylaşma ortamı olarak yazı yazmanın ortamının artık fazlasıyla sıkıntılı hale geldiğini de paylaşmakta fayda var.
AÇIKÇA YAZAYIM
Biraz da böyle düşündüğüm ve hissettiğim için daha fazla dış siyaset yazmaya başladım. Dünya çapında siyasetin çok ciddi dönüm noktalarında yaşıyoruz, giderek daha fazla dış siyaset izlemek ve yazmak ihtiyacı duymamın tabii ki en önemli nedenlerinden biri bu. Ama tek nedeni bu değil ve herhalde yazdıklarımdan da bu anlaşılıyordur.
Yine de açıkça yazayım istedim.
Pek sanmıyorum ama umarım, yazı yazma sıkıntımın bir kısmı da, "yazı"yla değil, "yaz"la, yaz sıcağıyla ilgilidir, "Gel de yaz günü yazı yaz" sıkıntısıdır, gelir geçer.
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2009
TÜRKİYE’nin Avrupa Birliği macerasına hep kuşkuyla baktım. Ama zaman içinde kendi demokrasi dinamiklerini kuramayan, hatta aramayan bir ülkede, Avrupa Birliği’nin meşhur "demokrasi çıpası"na sarılanları daha anlayışla karşılamayı öğrendim.
Ancak benim hálá anlamakta zorlandığım husus, gerçekleri görmezden gelmekteki kararlı ısrardır.
Yeter ki hayaller yıkılmasın diye, artık Avrupa’da olan bitenden bile bahsedilemiyor.
Türkiye, Avrupa Birliği’ne tam adaylık sürecinde bir ülke olmasaydı dahi, bunca körlük benim açımdan anlaşılmaz olmaya devam edecekti. Zira Avrupa’da siyasetin seyrinin, her durumda Türkiye’yi fazlasıyla ilgilendirmesi gerekir.
Ama neredeyse, "Orada olan biteni dile dökersek uğursuzluk olur" türünden bir inanış var ve bu tuhaf inanış, Avrupa’daki gelişmeleri hakkıyla izleyip tartışmaktan bile kaçınır hale gelmemize yol açıyor.
ACI GERÇEKLER
İşte bakın: Geçtiğimiz günlerde, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde çok rahatsız edici bir tablo ortaya çıktı. Bu tablo sadece Avrupalılar ve adaylık sürecinde olan bizim gibi ülkeler için değil, tüm dünya siyaseti açısından önemli. Çünkü beğenelim beğenmeyelim Avrupa, dünya ölçeğinde bir demokrasi standardı oluşturuyor. Bu standardın içinde bulunduğu kriz, uluslararası ilişkiler bir yana, dünya siyasetinin ufku açısından ciddiye alınmaya değer.
Ne oldu Avrupa Parlamentosu seçimlerinde?
İlk olarak, seçime katılım oranlarının düşüklüğü, Batı demokrasilerinde yaşanan "siyasal ilgisizlik/duyarsızlık" (apati) sorununu bir kez daha gözler önüne serdi. Birçok yorumcu, Avrupa’nın bu açıdan "demokrasi sorunlu" olarak gördüğü ülkelerin bile gerisinde kaldığını hatırlattı.
İkinci olarak, Avrupa’nın vahim bir şekilde sağ siyasetlere savrulduğu görüldü. Almanya, Fransa ve İtalya’da iktidardaki sağ partiler beklenenden çok daha iyi performans gösterdiler. İngiltere’de iktidardaki İşçi Partisi daha da yıprandı. Sağa savrulma merkez sağla kısıtlı kalsa yine iyi, asıl kötüsü Hollanda, Danimarka, Finlandiya, Avusturya, Yunanistan, Romanya ve Macaristan gibi birçok ülkede, aşırı sağ ve göçmen karşıtı partilerin oyları sinyal verecek şekilde arttı. Dikkatinizi çekerim: Hollanda ve Danimarka gibi ülkeler, yakın zamana kadar Avrupa’nın en sakin, en liberal ülkeleri idiler.
GÖRMEMEK ÇÖZÜM DEĞİL
Diğer taraftan, İngiltere’de AB karşıtı parti "UK Independence Party", İşçi Partisi’nden çok oy aldı. Hemen hatırlatayım, yakın tarihte Türkiye ile Afrika ülkelerini karıştırıp kadın sünnetinden şikáyet eden adamın genel başkanı olduğu bir partiden bahsediyoruz. Dahası, faşizan görüşleriyle bilinen BNP (British National Party) yüzde 6.2 oranında oy aldı.
Böyle bir Avrupa’da, Türkiye’nin tam adaylığı sürecinin nasıl seyredebileceği konusunu geçsek bile ortada, demokrasi standardını Avrupa’nın belirlediği bir dünyada siyasetin nasıl seyredeceği, hangi eğilimlerin ve gerilimlerin tırmanışa geçeceği gibi devasa bir sorun var.
Ama biz ısrarla tüm bunları görmezden geliyoruz.
Unutmayalım: Bunları görmezden gelmek demek, aslında önümüzü göremez hale gelmek demektir...
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2009
İRAN ’da, renkli devrimleri andıran bir "renkli seçim" dönemi yaşandı. Ve yaşandı bitti, "demokratik"çe. İran halkının kesin çoğunluğu Ahmedinejad’ı yeniden seçti. Buyrun bakalım!
Ahmedinejad değil, baş rakibi Musevi seçilse İran’ın iç ve dış politikası ne ölçüde değişirdi sorusu bir yana, belli ki ne Batı siyaset dünyasının, ne liberal kamuoyunun temennisi bu değildi. Kesin olan şu; Ahmedinejad seçilmeseydi, hiç olmazsa İran’a ilişkin bir "liberalleşme" imajı oluşacaktı. Dünya sisteminin istemediğini halkı da istememiş olacaktı, tüm sorun "maraza çıkaran adam"a yıkılabilecekti.
6 YIL ÖNCE
Bu "temenni" o kadar güçlüydü ki, temenniye dayalı düşünce (wishful thinking) devreye girdi. İran dışında Musevi lehinde bir seçim havası oluştu.
Benzer bir hava tam altı yıl önce 2003 Haziran’ında oluşmuştu. O dönemin gazetelerine baksanız, İran bir renkli devrimin eşiğine gelmişti. Gün geçmiyor, İran’da gençlerin gizli partileri, defileler basına sızıyor, İran’ı ziyaret eden gazeteciler "İran halkı kıpır kıpır, rejime karşı büyük tepki var" gibi izlenimlerle geri dönüyordu. Sonuçta, İran’da renkli bir gelişme olmadı. Olamazdı.
Son seçim de gösterdi ki, İran halkının çoğunun ne rejimle, ne de onun radikal temsilcisi ile bir sorunu yok. Olan ve hatta bu rejimden dolayı canından bezmiş olan yok mu, elbette var. Onların canı can değil mi? Tabii ki can. O halde, belli ki aslında sorun İran’da demokrasi olmaması değil, "liberal demokrasi" olmaması. Öyle olduğu için, kim seçilirse seçilsin kimsenin liberal değerleri savunma hakkı, hukuku da yok. Ama böyle diye rejim mi değişecek veya kim değiştirecek, ne hakla müdahale edecek?
Diğer taraftan, tüm dünya ölçeğini bir yana bırakın, bölgede bu açıdan tek sorunlu ülke İran mı? Orada hiç olmazsa liberal demokrasi değilse bile belli sınırlar içinde tıkır tıkır işleyen bir demokrasi var. Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgenin birçok ülkesinde o da yok. Bu ülkelerde doğru dürüst seçim, temsil kurumları falan yok, kadınlar oy veremiyor, daha ötesi var mı? Bu durumda, neden dünya alem İran’daki "sorun"la bu derece yakından ilgili? Nükleer silah tehdidi hiç gerekçe değil, zira bölgede tek nükleer güç İran değil.
Şunu söylemeye çalışıyorum; ne bölgede ne dünyada sorun demokrasi veya liberal değerler sorunu bile değil. Keşke öyle olsaydı, insanlık adına çok daha olumlu bir gidişatın yolu açılırdı. Mesela demokrasi, özgürlükler konusunda, halihazırdaki ikiyüzlü, tutarsızlıktan kırılan, buram buram hesap, çıkar kokan değil, samimi, tutarlı tek bir uluslararası söylem olsaydı, bu durumda, böyle bir dalganın arkasında çok daha güçlü bir dinamik oluşurdu. Bu, tüm ülkelerin iç siyasetini de etkilerdi.
BASİT GERÇEK
Aynı şekilde, nükleer tehdit konusunda tüm ülkeleri bağlayan nükleer silahlarda arınma politikası olabilseydi, her önüne gelen nükleer güç edinmeye çalışıp, toplumu da arkasına alamazdı. Hep birlikte, demokrasi, özgürlük, nükleer ve hatta nükleer silahlardan arınmış bir dünya için hepimiz tereddütsüz canla başla çalışırdık. Hiçbir siyasetçi, hasmane, militer, antisemit bir söylemle oy depolayamazdı. Ahmedinejad’ın başarısının ardında da, etrafımızda olan biten birçok şeyin ardında da, bu basit ama çok karmaşık gerçek var. Son durumun kısa hikáyesi bu. Uzun hikáyeye her vesile ile parça parça değinme fırsatı buluyoruz ve belli ki daha çok bulacağız.
Yazının Devamını Oku