13 Nisan 2009
KABUL ediyorum ve hep söylüyorum, siyasete eleştirel bakmak, hep olmazlanmak, nihayetinde bize karamsar bir dünya tablosu çiziyor. Kabul ediyorum, insanların her zaman olayların sorunlu yanını görmekten ziyade, umut beslemeye ihtiyacı var. Zaten, insanlıktan, tarihten, siyasetten umudu kesmenin sonu, olsa olsa kısır bir karamsarlık veya habis bir kuşkuculuk olur. O da iş değil.
AYNI COŞKU İLE
O nedenle, diyelim, "Bu Obama var ya, öyle şirin göründüğüne bakmayın, o şirinlik size pahalıya patlayabilir" demek yerine, "Martin Luther King’in kutsal ruhu aramızda dolaşıyor" havasına girmek daha insani bir duygudur. Veya "Bakmayın ABD’nin bizi pohpohlamasına, vardır bir çıkarları, kim bilir başımıza ne çoraplar örecekler" demek yerine, "Tabii ya, álem buysa kral biziz, atalarımız da dünyayı yönetmişti, neyse ki herkes gerçekleri artık gördü" şeklinde özgüven tazelemek herkese daha iyi gelecek.
Ama bu böyle diye, tam tersinden ve tam gaz gitmek nasıl bir şeydir? Hadi iyimserliğiniz, umutperverliğiniz veya sadece insanları mutlu etme duygunuz ağır bastı ve tamamıyla bu iyi niyetler içinde sabık ABD başkanı, "Tutmayın bizi, Irak’a demokrasi getireceğiz" dediğinde, Ortadoğu’da demokrasi güneşi açacağına inanıp havaya girdiniz.
Sonra olanlar oldu, Irak bir cehenneme döndü, dahası olay tam bir fiyasko ile neticelendi.
Gün oldu devran döndü, bu sefer aynı coşku ile "Ben zaten başından Irak müdahalesine karşıydım" diyerek sahne alan yeni ABD Başkanı’na "en büyük başkan yeni başkan" tezahüratı yapmaya başlamak, nasıl izah edilebilir?
İyimserlik, umutperverilik olarak açıklanabilir mi?
Hem sadece bu da değil. Bu öyle bir "iyimserlik" korosu ki, Ukrayna’da Turuncu Devrim olur onun peşine takılır, Gürcistan’da Gül Devrimi olur, sarılır kaleme, olanlara kuşkucu bakanları komploculukla suçlar.
Sonra Turuncu Devrim mora, Gül Devrimi dikene döner, ses çıkarmaz. Bu korodan kimse, "Lanet olsun içimizdeki insanlık sevgisine, bu işlerde bir arıza olduğunu göremedik" demez.
Hem işin evveliyatı var:
Bu koro, Soğuk Savaş bitti diye onca asıp kestiğinde "Ama şurada da bu sorun var" diye gık deseniz, hemen "Değiştirin bu kafayı, çıkarın kara gözlükleri, tarihin önünde durulmaz, dünya küresel bir köy olacak, o köyde hepimiz sonsuza kadar mutlu yaşayacağız" der. Sonra dünya birbirine girer ama koronun kendine güveninde bir sorun yaşanmaz.
TAVSİYE EDERİM
Acaba sizce de, bu kadarı sadece iyimserlik ve "umuda yolculuk" ile açıklanabilecek şeyler mi? Hadi ben ve benim gibi kuşkucular insanlığı tedirgin ediyoruz, fakirin ekmeği olan umudu onlara çok görüyoruz.
"İyimserler" korosunun da insanları boş hayal peşine koşturmak, daha kötüsü bir sürü rezaleti "hayra" yorup yutturmak gibi bir günahı yok mu?
Günah çıkarmalarını beklemiyorum, bari benim gibi kuşkuculara ikide bir laf atmaktan vazgeçseler diyorum.
Ayrıca hiç olmazsa bu konuda, yani alacakları cevap konusunda "iyimser" olmamalarını şiddetle tavsiye ediyorum.
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2009
BUGÜN ülkeyi bir Obama histerisi sarmış olacak. Ama nasılsa bütün hafta aynı rüzgár esecek, ben şimdiden Obama yazmayacağım, seçim sonuçları meselesine devam edeceğim. Geçen hafta, bugün "Bu seçimin sonucu fark etmez" demiştim. Tıpkı, meşhur tezkere oylamasında olduğu gibi, seçim sonuçlarının beni yanıltmasından son derece memnunum.
İKİ TEMEL KRİZ
"Hep muhalif olmak" adına veya münhasıran AKP’ye muhalif olduğumdan değil, tek parti rejimine giden siyaset sahnesi nefes aldığı için. Ama bunun bir adım ötesinde, seçim sonuçları hiç birimizi umutlandıracak bir tablo sergilemiyor.
Tam tersine, sonuçlar, Türkiye’nin yönetilmesinin ne kadar zor olduğunu ve giderek daha ne kadar zorlaşacağını gösteriyor.
İki temel konuda siyasi kriz gittikçe derinleşiyordu, sonuçlar bu durumu netleştirdi o kadar. Birinci kriz konusu, laik-muhafazakár gerilimi idi. Kimse kendini kandırmasın, CHP’nin bu kez, laiklik üzerinden siyaset yapmamış olması, aldığı oyun laik-muhafazakár geriliminin sonucu olmadığını göstermez.
Laikliği tehlikede görenlerin de, muhafazakárlığında adresleri belli. Seçmen bildiği adresler üzerinden oy kullandı. İkinci gerilim hattı, Kürt meselesi idi, bu noktada, Güneydoğu’da adres giderek daha fazla DTP’yi göstermeye başladı.
AKP bir kitle partisi, kapsama alanı tüm Türkiye olan tek parti olduğunu bir kez daha gösterdi. Ancak kitle partisi olmanın kapsayıcı olmak gibi bir avantajı olduğu gibi, sert rüzgárlara karşı kırılgan olmak gibi bir dezavantajı vardır.
Nitekim ortam daha yumuşak olduğunda ekonomik ve siyasal istikrar adına AKP’ye giden oylar belli ki son dönemin gerilimli rüzgárında bir miktar savrulmuş.
Umarım Kürt meselesinde rüzgár daha da sertleşmez ama, mevcut şartlar altında bile, bir kitle partisinin Kürt meselesini temelden çözmesini beklemek zaten ham hayaldi.
Halen AKP’nin Güneydoğu konusunda bölgeye daha sıcak mesaj verip, "demokratik" yönde daha fazla esnemesinin çözüm olduğunu ileri sürenlerin hayalperestliği sürüyor.
Altını çizelim, AKP bir kitle partisi, Diyarbakır’da olduğu gibi, Sivas, Erzurum’da da seçmeni var, Diyarbakır’a sıcak mesaj vermesinin, Erzurum’a soğuk mesaj olacağının hesabını yapmasında yadırganacak hiçbir şey yok.
Yadırgayamayız ama, her şart altında, kronikleşmiş kriz alanlarında yol almak zorunda olduğumuzu bilmek zorundayız.
ZOR YÖNETİLİR ÜLKE
Bu noktaya gelmiş bir ülke zor yönetilir bir ülkedir.
Oy saymanın bir noktadan sonra faydası yok. Yüzde yirmi de olsa yirmi üç de, kendilerini tehdit altında görenleri de yöneteceksiniz, ülke bazında oyu beş de olsa, altı da, Kürtlüğün adresini DTP olarak görenleri de.
Asıl ve en önemli mesele, yüzde beşlerin, yüzde yirmilerin, yüzde kırkların yollarının bunca ayrıldığı, bir yerlerde yoğunlaştığı bir ülkede yeniden bir siyasi zemin kurmak.
Ve bu hepimizin sorunu.
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2009
SİZ bu yazıyı okurken seçim sonuçları belli olmuş olacak, ama ben sonuçları göremeden yazmak durumundaydım. Aslında bir tür genel seçim olan yerel seçimleri pek yakından izlediğimi söyleyemem. Bir ay öncesinden siyasi tablonun fazla değişmeyeceğini tahmin etmek dışında, seçim konusunda tahminleri iyi olan biri de değilim.
Seçim tahmini yapmak konusunda iddialı değilim, ama hiç olmazsa muhalefetin beklentisinin aksine, ekonomik kriz gibi bir konunun Türkiye’de seçmen davranışını fazla etkilemeyeceğini tahmin etmenin çok zor olmadığını düşünüyorum.
İDEOLOJİK TERCİH
Zira Türkiye’de siyasi hatlar ekonomi politikaları veya ekonomik tabloya göre belirlenmiyor, giderek daha fazla ’ideolojik’ tercihler diyebileceğimiz mevcut kanaatler, eksenler üzerinden belirleniyor.
Bu açıdan baktığımızda da, karşılaşacağımız oranlar ne olursa olsun, Türkiye’de, "Cumhuriyet geleneğini" temsil edenler ile "tepki cephesi" arasındaki çizginin kolay esneyebilecek bir çizgi olmadığını göreceğiz. İçinde bulunduğumuz siyasi kriz açısından da önemli olan bu.
"Ne demek Cumhuriyet geleneğini temsil edenler ve buna karşı tepki cephesi, hepimiz Cumhuriyetçiyiz" falan diye bilmezden gelmenin álemi yok.
Bu ülkede, dolaylı olarak "demokrasi" tartışması etrafında beliren büyük bir gerilim hattı var. Bu hattın bir tarafında, masum bir şekilde laikliği ve ulus devleti önceleyen sıradan vatandaştan, bu uğurda demokrasinin askıya alınmasını mazur gören anlayışı benimseyenlere kadar uzanan bir yelpaze var.
Diğer tarafta ise cumhuriyet döneminin başından beri biriken, başta muhafazakar öfke olmak üzere her türden tepkiyi demokrasi diline tercüme etmeye çalışanlar ve aslında Cumhuriyet’in miadını doldurduğunu düşünenler var.
İki taraf arasında ipin gerilmemesi, her iki cepheden makul ortalamanın, yani laikliği ve ulus devleti masum kaygılar çerçevesinde öne çıkaranlar ile tepkilerini Cumhuriyet’in katı çerçevesini demokrasi ile aşmaktan öteye taşımaya niyeti olmayanların öne çıkmasına bağlı idi. Şu ana kadar bu gerçekleşmedi.
Sonuçta, en masum laiklerin veya sıradan CHP seçmeninin bile Ergenekoncu, darbeci ithamı tehdidi ile karşılaşabileceği bir psikolojik ortam oluştu. Diğer taraftan Cumhuriyetçi gelenek, muhafazakárlar arasında kendisine karşı bunca öfke biriktiren dayatmaların başında gelen başörtüsü yasağı konusunda bile demokratik bir esneme gösteremedi. Bu arada, Kürt meselesi üzerine gerilen ipin esneme kabiliyetinin olup olmadığı da henüz hiç belli değil.
SİYASİ KRİZ DÖNEMİ
Seçim sonuçlarının son sözü söylemekten aciz kaldığı bir siyasi kriz dönemi yaşıyoruz. Bunun en iyi örneği DTP değil mi? Türkiye değil, bölge partisi, genel oy oranı barajın altında ama DTP’nin oyun dışı bırakıldığı bir Kürt siyaseti söz konusu olamıyor değil mi?
O nedenle ister istemez seçim değerlendirmesi yapacağız, ama oy saymayı bir yana bırakalım, sonuç ne olursa olsun, geleceğimizi belirleyecek olan, ufukta gerilen iplere dair umut verici bir gelişme olup olamayacağı.
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2009
BİR haftalık derginin (Türkiye Newsweek) kapak konusu "İslami burjuvazi" idi. Tartışma, Fırat Üniversitesi’nden Muhammed Çakmak tarafından yapılmış ve asıl başlığı "Türkiye’de Sanayici Dindarlığı" olan bir araştırmaya dayanıyor, çeşitli yazarlar konuyu değerlendiriyor. Bu değerlendirmelerin de bir kısmı ilginç, ama bu tür konular hep bir kavram tartışması etrafında boğulur gider. Bu kez de kısmen böyle olmuş. Nitekim iş gelmiş, "Burjuva nedir, topluma faydası nedir, hangi iklimde nasıl yetişir?"e dayanmış.
Öyle olunca ver elini Avrupa tarihi ve de ders kitabı tanımları. Bu tanımlara göre burjuva, öncelikle, "hukuk devleti", siyasal, toplumsal özgürlükler demek. Ha demek ki, bizim peşinde koştuğumuz soru bunlar; yani asıl soru; İslami burjuvazi bu yönde bir dinamik olacak mı?
BU MUDUR BEKLENEN
Nitekim derginin kapak başlığı "Zenginleştikçe laikleşiyorlar"! "Laiklik, nerede devreye giriyor?" diyeceksiniz. Malum, bireysel, toplumsal, siyasal özgürlüklerin temelinde dini otoritenin nihai belirleyiciliğine sınır getirmek geliyor, oradan devreye giriyor. Peki, zenginleşme neden laikleşme getirsin? Ben bir sebep göremiyorum.
Laiklikten ne anladığınıza bağlı tabii. "Zenginleşen kendini dünyevi zevklere kaptırır, dini yasaklara kulak asmaz hale gelir" diyorsak, sıradan yozlaşmaya veya ikiyüzlülüğe de laiklik demek gerekir. Bu mudur laiklikten beklediğimiz? Suudi ve Körfez ülkesi zenginleri de, ülke içinde kapalı alanlarda ve ülke dışında alabildiğine "serbest" bir hayat sürüyorlar, buna laikleşme denebilir mi?
Dahası, alabildiğine "serbest" bir hayat sürmek laiklik midir? Kimsenin özgürlüğüne karışmayan dindar adam mı, zenginliği sayesinde ikili bir hayat süren muhafazakár çevre insanı mı, laikliğin esas meselesi açısından laikleşmiş adamdır? Nitekim, araştırmanın sonuçlarına göre bu yeni İslam burjuvazisi, özetle, aile içinde "kadınlara ’Seni refah içinde yaşatıyorum, özel hayatıma karışma’ diyen bir düzen kuruyormuş".
Din ve modernleşme mevzusu da, modernleşme ve liberal özgürlükler meselesi de eski ve sonu gelmez tartışmaların konusudur. Konuyu burada, bu mecralarda uzatamayacağımıza göre kısa bir hatırlatma yapmakla yetinelim. Modernleşme teknik ve ekonomik alanla sınırlı kaldığı sürece liberal demokrasiyi garantilemez. Sadece İslam dünyası değil, Batı dışı toplumların birçoğu bu muhtemel kopukluğun sayısız örnekleriyle doludur. Aklımızda olan "Batı burjuva toplumları" ise, mevzu zaman meselesi de değildir. Yani "burjuvazi üç nesilde oluşur" benzeri değerlendirmelerin, dünyayı ders kitabı tanımlarına uydurmaktan başka anlamı yoktur.
GERİSİ BOŞ LAF
Bu tür araştırmaların sonuçları da, zaten yakından baktığımızda bunu söylüyor. Muhafazakárların, özgürlüklere veya kadınlara bakışını merak ediyorsak, bu konuda kaygılar varsa, sosyoloji tezlerini bir yana bırakın, doğrudan söylenene bakın. "Sizi refah içinde yaşatıyoruz, gerisine karışmayın" yaklaşımı bir sürü sosyoloji teorisinden daha açıklayıcı, tevile gerek yok.
Hem unutmayın, tarih illa tek bir çizgide bir hedefe doğru akmaz, tarihin akışına, sosyolojik tezlere güvenmeyin. Biz nasıl bir gelecek kurmak istiyorsak o yönde birbirimizi ikna etmeye çalışalım, gerisi boş laf, kuru teselli.
Yazının Devamını Oku 20 Mart 2009
I know that at least half of those who saw "Pakistan" in the title, will not read this article. It is incredible that people living in such an important region and country stay indifferent to the developments in the world, at such times of trouble. Indeed, it is difficult to discuss internal politics without understanding the developments around the world. Despite my efforts, I could not persuade anybody to publish, not even a small-scale magazine on foreign policy which follows current matters. The media’s interest in world affairs is very low. Important developments have lately appeared in Pakistan but these were barely covered by Turkish media especially because of the upcoming local elections.
Whereas, intertwined Afghanistan -Pakistan problem, or "AfPak", has started to get a more central place on the international platform. It shadows Iraq issues in U.S. foreign policy and becomes crucial in terms of the U.S.-Iran relations.
After Benazir Bhutto was killed, Pakistan’s former President Pervez Musharraf, who is a military man, had to resign from his post because of pressure.
Then, transition to civilian rule, or "democratization", has created a chaotic atmosphere and Pakistan has started to be called a "failed state."
Lately, another quasi attempt for democratization has materialized. Pakistani President Asif Zerdari, who is Bhutto’s husband, bowed to pressure and reinstated the Head of High Court Chaudhry and showed political weakness.Currently, the ways are politically open for conservative Pakistan Muslim League-Nawaz, or PML-N’s president Nawaz Sharif.
Although Benazir Bhutto was the most powerful political leader ahead of last year’s general elections, which led to Musharraf’s resignation, I sensed the course of events, namely Sharif’s rise, in a "queer" way and wrote about it (published in Doğudan Magazine, January-February 2008).
Moreover, Bhutto had not yet been assassinated yet. I do not have ability of prophecy nor am I an expert on Pakistan.
It was just my efforts to follow the course of events and to establish links between the clues.
When considered that even I can make such predictions, the former U.S. foreign policy bureaucrat and Brooking Institute’s expert S.Philip Cohen’s foresights in his book "The Idea of Pakistan", which was printed in 2004, are not surprising. Cohen wrote that according to the West, the solution for Pakistan lies in a "staged" power transfer.
Further, he foresaw that a well-timed and "theatrical" event will make the power transfer from the military to the civilians during Pakistan’s transition to democracy, or its "staged" process (pg.160). As a matter of fact, Bhutto assassination led the way for Musharraf’s resignation.
Currently, Pakistan faces with a dilemma between democracy and international oppression. Democratic oppression, or the oppression of the public opinion, is against the U.S. and the West’s demand from Pakistan to make a complete cooperation against Taliban and radical Islamists in Afghanistan.
However, it is strange that the Western world sides with Nawaz Sharif, who did not openly promise a complete cooperation. In such a case, is it possible to appreciate the Western world, saying they respect democratic process despite their own profits? If we were living in a different world, this would be possible. However, we have to take into account the subtle calculations to comprehend the events in this world.
The subtle calculation is; world powers, especially the United States prefer to cooperate with "conservatives" once again on the grounds that this is a world where fighting against radical Islam is impossible through cooperation with political movements and leaders whose supporters are weak, and soldiers with whom they cooperated in the past.
This is not an incomprehensible issue. Moreover, it is wrong to understand this only as a "Western game." Indeed, one cannot deny that conservative society’s political rise in a Muslim world is a sign of democratic dynamic.
However, if we remember the recent history of Muslim societies, it is misleading to consider the religion factor in politics only as a sign of democratic dynamics.
Nuray Mert is a columnist for the daily Radikal in which this piece appeared yesterday. It was translated into English by the Hürriyet Daily News & Economic Review's staff
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2009
SAADET Partisi’nin İstanbul Belediye Başkanı adayı Bekaroğlu’nu bir zamanlar, hakkaniyet adına, dönemin YÖK Başkanı Kemal Gürüz’e karşı savunmak ihtiyacı duymuştum. Şimdi aynı ihtiyacı, eski çevresi ve hatta arkadaşlarının haksız eleştirilerine karşı, insafa davet adına duyuyorum.
Siyasilerin, zamanla ayrı düşmesi, birbirine rakip olması, bu rekabet ortamında dillerini daha sivriltmeleri anlaşılır bir şey. Ama taraftar yazarların, siyasi rekabetin insafsızlığını son noktaya taşımaları benim için anlaşılır bir şey değil. Yine, AKP çizgisini, politikalarını, Saadet Partisi veya Bekaroğlu’nun siyasi çizgisine tercih etmek son derece anlaşılır bir şey. Herkes aynı görüşte olsa, zaten aynı çevreden farklı partileşme olmazdı, ama farklılığı, "AKP’de yer alamamaya" bağlamak veya bunu ima etmek belden aşağı vurmaktan başka şey değil.
İKİYÜZLÜLÜK SORUNU
Fazilet Partisi’nin bölünmesi sürecinde, gruplaşmaları yakından bilen biriyim. En azından Bekaroğlu’nun AKP kanadında yer almamasının, yer bulamamaktan öte bir tercih farkı olduğunu çok iyi biliyorum. Bekaroğlu’nu yakından tanıyan herkesin de bunu gayet iyi bildiğini biliyorum. Mehmet Bakaroğlu’nun siyasi görüşlerini beğenmeyebilirsiniz, siyasete bakışını fazla ütopik, fazla idealist bulabilirsiniz, ama siyasette kendine yer edinmek adına ortalara döküldüğünü, AKP eleştirisinin gerekçesinin bu olduğunu iddia etmek insafsızlıktan başka bir şey değil. Siyaseti şahsi ikbal adına yapmakla suçlanan adam, zamanında fakir hastalardan para almak bir yana, harçlık verip gönderdiği için mesleğini icra edemeyen bir psikiyatri profesörü!
Hele, seçim öncesinde Ergenekon üzerine söylediklerini çarpıtıp, onu darbecilerle aynı saflarda göstermeye çalışmak az görülür bir insafsızlık. Bakıyorum, Bekaroğlu daha Refah Partisi döneminde insan hakları mücadelesi verirken demokrasinin adını ağzına almayanlar, aklı neredeyse "nizamı álem"e yatanlar, Bekaroğlu’na demokrasi dersi verir oldu. Bu Bekaroğlu etrafında bir şahsi sorun değil, bu ülkede sıkça karşılaştığımız bir büyük ikiyüzlülük sorunu.
Bekaroğlu’nun Doğan medyasında gördüğü "itibar"ı parmağına sarmaya gelince, bu kuşkusuz, AKP’ye karşı olanların birbirlerine alan açması ile anlaşılacak bir şey. Ancak bunu söyleyenlerin iktidar partisinin ve politikacılarının Doğan Medya’da yer almalarını hiç sorun etmezken, Bekaroğlu’nun, söylemek istediklerine platform olarak şu veya bu medyada yer almasına tepki göstermesini, konuşmasına tahammül edememek dışında izah etmek mümkün değil.
İktidar onca taraftarı medyaya rağmen ve de haklı olarak, hiçbir medya fırsatını kaçırmazken, bir muhalifi bu imkanı neden elinin tersiyle itsin? Hele de, daha düne kadar sıkı fıkı olduğu eşi dostu bile yazdıkları yerlerde, eğer eleştirmeyeceklerse adını anmamaya yeminli gibi davranırken nerede konuşsun, meramını nerede anlatsın?
Kimse Bekaroğlu’nu eleştirmesin demiyorum, insafsızlık, haksızlık etmesin diyorum. Adam, "Muhafazakar kesimin ezilene, yoksula bakışı değişti" diyor, başörtülü kadın yazarlarımız "Vay, kadın ayrımcılığı yapıyorsun, neden başörtülü kadın cipe binmesin?" diye kıyamet koparıyor. O, "Bu hareket bir ’adalet’ arayışından çıktı, bundan uzaklaştı" diyor, "Başı açık cipe binsin, kapalılar fakir kalsın" demiyor, bunu anlamak bu kadar zor mu? Tartışmanın kadınlar üzerinden gitmesinden rahatsız olan, meselesi bu olan, erkekleri de işin içine katar, "Adil düzen diye çıkan bu hareketin geldiği noktada zenginleşme, belli hassasiyetleri yok etti veya azalttı veya azaltmadı" der, olur biter.
KÖR KUYU HAZIR
Ama belli ki konu o değil, hakkaniyet falan da değil, AKP çevresi, kendine yakın veya uzak hiçbir kesimin, hiç kimsenin en ufak itirazına, eleştirisine tahammüllü değil. Eleştirinin boğulduğu kör kuyu hazır; "darbecilerle kol kola girmek, AKP aleyhine fesat çıkarmak ve nihayet Doğan Medya’nın tuzağına düşmek!" Bunlarla yaftalanan adamın zaten yaşama şansı kalmıyor.
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2009
The Gülen Movement’s leader Fethullah Gülen met several journalists visiting the United States to follow the Turkish Olympiads. Mahmut Övür wrote his impressions and some parts of it were found to be quite striking. So, a new set of discussions has begun.
One of these striking expressions is "Gata-kulli". It’s a topic of discussion if Mr. Gülen made a joke or who uttered this first, but one thing is certain: In the scope of the Ergenekon crime gang case, some people think a huge "Gata-kulli" goes on in Turkey and they have concentrated on exposing it. On the other hand, some others believe there is a "Feto-kulli" in everything. They openly and directly say this.
We have known all along that in Turkey there is a "Gata-kulli" in politics, i.e. military intervention in civilian politics. We are discussing the content and degree of it. But the institution we call "military" or the "army" is a closed box and we cannot go all the way to open it. Yet the Fethullah Gülen case is another closed box. For this reason, if Mr. Gülen is involved, the issue is no longer the questioning of military interventions in politics. One cannot find an easy answer to "What is the problem between these two closed boxes?"
The Gülen community insists on skipping all questions and politely tries not to understand the questions. There is no convincing message but "Our master is a harmless man of religion. He isn’t involved in anything. Why do you keep bugging him?" In this country so many people are looking for the hidden threat when it comes to the pious or to religion. But taking shelter in this pretext and constantly denying everything about this worldly-known huge organization is not convincing at all.
I wrote many times. What is the story behind "Turkish colleges" spread around the world by the Gülen community? "We are helping Turkish to be spoken everywhere," is not an answer. It is difficult for one to go abroad and try to open a school in order to spread Turkish language and culture. Is everything fine and dandy in the world so that Turkish philanthropies freely go around and get involved in activities whenever they wish to? Look at Iran, right under our nose. We have strong cultural ties with them and Turkish language is spoken widely. Yet there is not a Turkish college in Iran. Why? Coincidentally, these charity works are not getting a grip outside the United States!
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2009
BİR AKP’li "Padişah I. Tayyip Erdoğan" diye, kendince bir "şirinlik", Bahçeli’nin deyimi ile "dalkavukluk" yapmak istemiş, pankart açmış, bir haftadır gündemden düşmüyor. Bir zihniyet göstergesi olarak önemsemiyor değilim, bu tür özlemler asabımı bozmuyor değil.
Ama bu olay, beni hiç şaşırtmadı.
Biz "Cumhuriyet fazilettir" fikrini özümsemiş bir toplum değiliz. Bizim cumhuriyetçilerin çoğu, sorun çıktığında, lafa "Atatürk yaşasaydı" ile başlayan, "keşke mümkün olsa da dirilse" diye düşünen, tek adam bize çekidüzen versin kafasındadır.
SALTANAT ÖZLEMİ
Buna karşın, bırakın İslamcıları, AKP’yi, sağ-muhafazakár çizgide olanlar, cumhuriyet fikrine hemen hiç ısınamamışlardır. Evet, doğrudan monarşist olan yoktur, ama yasak olduğu için yoktur. Yoksa, saltanat fikrine uzak oldukları için değil.
Tarihimizle barışmak işin biraz da bahanesidir, Osmanlı saltanatı özlemi binbir yerden karşımıza çıkar. Cumhuriyetçiler Osmanlı geçmişini toptan reddi miras ederken, muhafazakár kesim bu geçmişi yüceltirde yüceltir.
Ben üniversite talebelerine bile, "Osmanlı iyi güzel de, hiyerarşik, ayrıcalıklar üzerine kurulu bir geleneksel toplum düzenidir" meselesini bile zor anlatırım.
"Yok öyle şey, Osmanlı’da aristokrasi yoktu" diye başlayan, Keleoğlan’ın padişahın kızıyla evlenebildiği halk hikayesi-peri masalı kıvamlı anlatılarla boğuşmak zorunda kalırım. "Yok evladım öyle şey, illa Avrupa tipi aristokrasi olmasına gerek yok, modern toplumlar dışındaki tüm toplumlar doğuştan ayrıcalık fikrine dayalı sistemlerdir" diye başlar, çarpıcı örneklerle derdimi anlatmaya çalışırım.
Bu kesimde, Milli Mücadele dönemi bile, "Vahdettin Atatürk’ü görevlendirdi, Anadolu’ya gönderdi" diye başlayan bir tarih okuması içinden algılanır.
Dahası cumhuriyet, bizde eski rejime karşı bir mücadeleden doğmuş değildir. O nedenle, savaş sonrası imparatorluğun çözülmesi sonucu olan bir varoluş mücadelesinin cumhuriyet ile sonuçlanması birçokları için, bir tür talihsizlik olarak görülebilmiştir.
Burada, konu saltanat değil, onunla özdeşleşen halifeliğin kaldırılması ve ardından gelen Cumhuriyet’in Batılı/seküler kültür devrimidir.
Cumhuriyet dine karşı bir ihanetler serisi olarak algılanmıştır. Demokrasi de, bu "yanlış"tan dönmenin yolu olduğu ölçüde benimsenmiştir.
İKİ GÜN YAŞAYAMAZ
Hal böyle diye, vay, sağ seçmen veya AKP’li seçmene toptan "padişahçı" demek, bunlar saltanatı geri getirecek diye telaşlanmak da doğru değil. Toplumlar, zihin haritaları zamanında nasıl şekillenmiş olursa olsun değişiyorlar, mümkün olsa da, en Osmanlıcı adamı Osmanlı dönemine ışınlasanız, iki gün yaşayamaz.
Ama fazla şaşırmayalım, padişah değilse bile, padişah gibi davranan bir siyasi otoriteyi yadırgayacak çok az adam çıkacak bir toplumda yaşıyoruz.
İçinde padişah lafı geçmesi şart değil, siyasi sloganların çoğu, "Padişahım çok yaşa!"dan farklı değil.
Vahim olan, bunca yıl sonra cumhuriyet rejiminin papağan gibi cumhuriyete övgü düzen bir kesimin dışında, toplumun geniş kesimlerine, cumhuriyet neden fazilettir diye anlatamaması, benimsetememiş olmasıdır.
Yazının Devamını Oku