Nuray Mert

28 Şubat’ın hayaleti

2 Mart 2009
YILDÖNÜMÜNÜ geçtiğimiz hafta sonu idrak ettik, ama bence meseleyi hakkıyla idrak etmiş değiliz. 28 Şubat müdahalesinden söz ediyorum. Lafla "darbe karşıtı" olmanın suyu çıktı ve pek de anlamı yok. Dahası, lafla darbe karşıtlığı, işin içinden sıyrılmanın en kolay yolu.

Çünkü, darbeler, aynı zamanda siyasal darboğazların sonucu ve zor olan bu darboğazları aşmak. Ancak Türkiye, darbe ihtimalinden sıyırmış olsa da, siyasal darboğazlarını aşabilmiş değil. Artık Türkiye’de darbe ihtimali yok, çünkü uluslararası konjonktür ve Türkiye’nin dünya sahnesindeki yeri, böyle bir müdahaleye geçit vermez. İyi ki böyle, ama bu tek başına umut vaat edici bir tablo olmaktan uzak.

YÜZLEŞEMİYORLAR

Darbeler üzerinde hakkıyla düşünüp taşınmış olmak bu açıdan, siyasal darboğazlardan kurtulabilmemiz açısından çok önemli. Oysa diğerleri bir yana sonuncusu, yani 28 Şubat ile de doğru dürüst hesaplaşmış değiliz. Her koşulda, "darbe karşıtıyım ezelden, gönül geçmez güzelden" havasındaki "demokrat"lar bir yana, "28 Şubat’ın hayaletiyle" boğuşmak laiklerin de, muhafazakárlarında işine gelmiyor.

Laikler, Türkiye’de din ve vicdan özgürlüğünün ne kadar dayatıcı bir sorun olduğunu anlamazlıktan gelmekte, inkár etmekte, küçümsemekte sonuna kadar direndirler. Bu uğurda, 28 Şubat müdahalesine destek vermek bir yana, böyle bir müdahaleyi kışkırttılar. Bununla yüzleşmekten hálá kaçınıyorlar. Bir kısmı AKP iktidarına karşı, keşke mümkün olsa da benzer yollarla sahneden kovulsalar duygusunu taşıyor. Diğerleri, bükemediğin eli öpme manevraları ile işi kurtarmaya çalışıyor. Olmuyor, çünkü hakiki bir toplumsal barış temeli kuramayan, sonuna kadar pragmatik bir uzlaşma, sağlam ve ikna edici değil.

Diğer taraftan muhafazakárlar, iktidar olmayı, iyiden iyiye bir öç alma imkánı olarak görüyor, kullanıyor. Böyle bir iktidar anlayışının toplumsal barışa ne kadar katkısı olduğu ortada. Dahası, acı ama gerçek, bu iktidarın temelinde 28 Şubat müdahalesinin harcı olduğu gerçeğini görmezden geliyorlar. Oysa bu, Türkiye’yi anlamaları açısından son derece önemli.

28 Şubat’a giden yola, laikler toplumsal dinamiklere, taleplere sonuna kadar direnme körlüğü ile, muhafazakárlar ise bu dinamikleri "İslamcılık" gibi dar bir mecraya sıkıştırarak taş döşediler. Refah Partisi’nden AKP’ye giden yol bir iç hesaplaşma ile değil, bir müdahalenin zorlaması ile oldu. Ama bundan çıkacak dersleri kimse üzerine almak heveslisi değil.

KARANLIKLAŞIYOR

Oysa siyasal darboğazları aşmak için, muhalefetin, karanlık yollara tevessül etmemeyi, bazı kurumlara yaslanmamayı ve en önemlisi, toplumsal dinamikleri doğru dürüst okumayı öğrenmesi lazım. Diğer taraftan iktidarın, bir toplumu hakkıyla yönetmenin yıldırmak, susturmak değil, asgari de olsa toplumsal barış zeminini kurmakla mümkün olduğunun bilincinde olması gerekiyor. Türkiye’de mevcut tablo bu değil, daha kötüsü, tablo giderek daha da karanlıklaşıyor.

28 Şubat’ın hayaleti, bir yandan başörtüsü yasağı başta olmak üzere din ve vicdan özgürlüğü konusundaki kuşku ve dirençlerle, diğer yanda, iktidarın 28 Şubat’ın öcünü almaya azmetmiş yıldırma-susturma siyasetleri ile aramızda dolaşmaya, daha doğrusu ayağımıza dolaşmaya devam ediyor.
Yazının Devamını Oku

Butik ülke

23 Şubat 2009
BEN öyle Türkiye dışında olduğum zaman, sabah ilk iş internete girip, ülkemde neler oluyor, kim kime sataşıyor takip edebilen biri olamadım. Her zaman programım çok yoğun olduğu için değil, resmen canım istemediği için. Hazır gündemden kaçma fırsatı bulmuşken, bu fırsatı sonuna kadar değerlendirmek için. Dahası, bulunduğum yerin hemen havasına girip, dünyaya oradan bakmaya başlamak gibi bukalemun bir tarafım olduğu için. Bir haftadır Katar’daydım, üstelik burası daha önceden bildiğim bir yer, o nedenle havasına girmem daha da hızlı ve kolay oldu. Ama havasına giriyorum demek, illa sadece o ülkenin tadını çıkarmak, güzel yanlarına kanmak anlamına gelmiyor.

YABANCI KÖLELER

Geçen hafta yola çıkarken neden Batı’yı değil, Doğu’yu sevdiğimi anlatmaya çalıştım. Ama Körfez aslında tam da Doğu veya Ortadoğu değil. Buralar halk arasındaki deyimle "postmodern" diyarlar. Modernliği tüketmiş anlamda postmodern değil tabii. Modernliği es geçip, modernliğin parayla alınabilecek kısmı ile, buna uygun hale getirilmiş geleneğin birbirine yapıştırılması, kaynak tutması anlamında postmodern yerler.

Katar, Birleşik Arap Emirlikleri’ne nazaran daha sahici bir yer ama sonuç olarak, (şimdi önemli bir kurumun başında olan bir hocamızın dediği gibi) bir "butik ülke". Ve ben butik otellerden bile hazzetmeyen biriyim. Her şeyin en iyi bileşimini yakalamak iddialı; deniz, güneş ve azami konfor üzerine yeniden icat edilmiş gelenek, onun da üstüne fazla refahın getirdiği "Zen sükûnet" beni hiç mi hiç ikna etmiyor.

Oysa petrol sahneye çıkmadan buraları balıkçılık ve inci avcılığı ile geçinen sıcak sahillermiş. Yok, nostalji adına fukara günlerine dönmelerini beklemiyorum. Sadece, kültür hamlesi adına, senfoni orkestrası kuracak yerde, biraz o günleri kalkış noktası yapsalar, burası daha güzel bir yer olacak diye düşünüyorum.

Diğer taraftan, buranın "havasına girmek"ten altın kumsallarda keyif çatmayı değil, gerçekten içerden bakmayı anlıyorsanız, asıl dertlenilecek şey, kültürden de önemlisi, insan hakları mevzuu. Siyasal, düşünsel özgürlük ve haklar bir yana, buralarda yani Körfez ülkelerinde, yaşayan nüfusun çoğunluğunu teşkil eden "yabancılar", vatandaşların sahip olduğu hiçbir hakka sahip değil, adeta köle gibiler. Burada anlatılanların ötesinde, bu konuda yazılanları okuya okuya, etrafta rastladığım başta Hint alt kıtasından yabancılara karşı eziklik duymaktan perişan oldum. Bu arada, Katar’daki lokantalar gibi küçük Türk işletmelerinin de Türkiye’den getirdikleri Türk işçilere, buralarda yaygın olan köle koşullarında çalıştırma ádetini uyguladıklarını duydum.

İNSAN DİNAMİTLEME

Türk işçi veya diğer yabancılar fark etmez, anlatılan hikáyeler o kadar can sıkıcı ki! Mesela birkaç yıl önce, yeniden yapılmak üzere yıkılması kararlaştırılan eski bir binada unutulan iki Hintli işçinin nasıl canlı canlı dinamitlendiğini duyduğumda, Falih Rıfkı’nın Birinci Dünya Savaşı döneminde Beyrut’ta hissettiği bulantıyı hissettim.

En iyisi Katarlı dostlarımı daha fazla kızdırmadan ve sizin de keyfinizi daha fazla kaçırmadan keseyim. Her şeye rağmen, hep Batı’ya gidecek yerde, Körfez de dahil biraz da Ortadoğu’yu gezmenizi tavsiye ederim, ama buraların sadece deniz, güneş ve parmak arası terlikten ibaret olmadığını da aklınızda tutmak kaydıyla.
Yazının Devamını Oku

Chaotic East rather than boring West

17 Şubat 2009
As you read this piece I’ll be visiting a Middle Eastern country, Qatar. And as my first article appeared in the Hürriyet daily, I was in the Lebanese capital Beirut. Since I’ve just begun to write for the newspaper, most readers may not know of my interest in the Middle East. In fact, I have been interested in Middle Eastern politics for rather a long time though I am not an international politics guru.

Mine was no longer an interest because I had an urge to visit the Middle Eastern countries following the occupation of Iraq and feel miserable that I hadn’t had a chance to see Baghdad before the occupation. It may not make any sense, but this is how I feel.

Smooth transition

I cannot help but to write about Middle East politics here again. But I think it is better for me to make a smooth transition and not to discourage anyone.

Moreover, I’ve realized that mine is not just a political interest in the region. Let me elaborate this a little more. Although my friends see the rays of orientalism here and that hurts me, my feelings for the Middle East are very sincere.

I love to see some places yet prefer not to see others. But even just for a visit, I want to go to the Middle East, not any Western countries. I am bored with the all-knowing atmosphere in the West.

The "multi-culturalism" that the westerners hold on very tightly to as a result of globalization, of their playing the wise guy all the time and of being boring seems so very calculated, deliberate and fictitious to me.

Their even uniting all the world cuisines in beautiful and rich cities seems being greedy to me.

The difference between the feeling of seeing historic artifacts in their natural environment and of seeing them in museums equals to the feeling of having authentic foods in natural environments and the feeling of having them in these chic restaurants.

The West is the world of people who give no chance to any coincidences or opportunities and who represent everything in a good package, and just for this reason seeing all these as richness not a setback.

I don’t know about the other countries beside that of the Western. The only "East" I know is the Middle East. Almost every country in the region is the opposite of what I described for the West above. So it is good for me. And yes, none of the places are original anymore and yes there is in fact no genuine anymore. I am not a romantic or a mystical person or a woman who is after exotic corners. Still, I find very attractive and convincing the places where life meets us in an impromptu setting with its chaotic aspects or unexpected sides.

This is how the Middle East is despite all its problems and troubles. The cost of eliminating all issues in the East will be its resemblance to the West someday.

It may be unfair not to see the price people in the Middle East are paying. But to me this is a serious price to pay.

As you see I have no space to talk about Qatar, maybe some other time.



Nuray Mert is a columnist for the daily Hürriyet in which this piece appeared yesterday. It was translated into English by the Hürriyet Daily News & Economic Review's staff
Yazının Devamını Oku

Sıkıcı Batı’dansa karmaşık Doğu

16 Şubat 2009
SİZ bu yazıyı okuduğunuzda, ben yine bir Ortadoğu ülkesinde, Katar’da olacağım. Burada ilk yazım çıktığında da Beyrut’taydım. Bu gazetede yeni başladım, o nedenle okuyanlarımın çoğu benim Ortadoğu merakımı bilmiyordur. Aslında, uluslararası ilişkiler alanına uzak olmama karşın, artık uzunca sayılabilecek bir zamandır, Ortadoğu siyaseti ile yakından ilgiliyim.

Dahası, benimki uzaktan ilgi olarak da kalamadı. Bağdat’ı işgal edilmeden görmemiş olmanın hüznü, bende ha bire Ortadoğu ülkelerine gitmek, sadece sokaklarda dolaşmak için bile olsa biraz oralarda yaşamak ihtiyacı şeklinde tezahür etti. Saçma gelebilir, ama öyle.

YUMUŞAK GEÇİŞ

Dayanamayıp, nasılsa bu köşede de, Ortadoğu siyaseti üzerine yazacağım. Ama konuya ortasından girmeden ve gözünüzü korkutmadan yumuşak geçiş yapayım diyorum.

Dahası, oralara gide gele, bu coğrafyaya ilgimin sadece siyasi mahiyette olmadığını keşfettim, isterseniz biraz ondan bahsedeyim. Eşim dostum, bu hissiyatımda biraz oryantalist bir koku alıyor ve beni bu konuda hırpalıyor olsa da, bu coğrafyaya karşı hislerim gayet samimi.

Oralardaki bazı yerleri, bazı şehirleri, bazı ülkeleri daha çok, diğerlerini daha az seviyorum. Ama sadece gezmek için bile Batı ülkelerine değil, sadece oralara gitmek istiyorum.

Batı ülkelerinin, ununu elemiş, eleğini asmış, her şeyin en doğrusunu keşfetmiş havası ruhumu sıkıyor.

Batılıların, bir yandan küreselleşmenin doğal sonucu, ama biraz da sıkıcılıklarını fark etmiş olmalarından ve nihayet yine çokbilmişlikten ödün vermemek adına dört elle sarıldıkları "çokkültürlülük"leri bile bana fazlasıyla hesabi, fazlasıyla ölçülü, fazlasıyla kurmaca geliyor.

Dünyanın bütün mutfaklarını, güzel ve zengin şehirlerinde buluşturmaları bile bana, çeşitlilik merakından ziyade açgözlülük gibi geliyor.

Dünyanın her yerinden tarih hazinelerini yerinde görmek ile, büyük müzelerde seyretmek ne duygu veriyorsa, farklı yemekleri, yerlerinden yurtlarından uzak, harika dekore edilmiş lokantalarda tatmak aynı tadı veriyor.

Şansa, tesadüfe yer vermeyen, her şeyi istediğiniz anda, iyi bir paketle önünüze sunan ve tam da bu nedenle işin tadını kaçıran, üstelik bunu bir eksiklik değil, zenginlik olarak görenlerin dünyası Batı.

Batı dışındaki diğer dünyaları bilmiyorum, benim Batı dışında tanıdığım tek "Doğu", Ortadoğu. Ortadoğu’daki hemen her yer, tüm bu saydıklarımın tersine bir dünya olduğu için bana çok iyi geliyor. Evet, tabii, artık dünyanın hiçbir yeri sadece kendisi değil, aslında kendisi olmak diye bir şey de yok belki.

ROMANTİK DEĞİLİM

Dahası ben, pek de mistik, egzotik düşkünü, sahicilik peşinde romantik biri değilim. Yine de belli ki hayatın karmaşık, çelişik, kaotik yanlarının örtbas edilmeden doğrudan karşımıza çıktığı yerleri daha ikna edici, daha çekici buluyorum.

Ortadoğu tüm sorunlarına, sıkıntılarına rağmen hálá böyle. Sorunlarından, sıkıntılarından kurtulmasının maliyeti, belki bir gün Batı gibi olmak olacak.

Oralarda yaşayan insanların ödediği maliyeti görmezden gelip kestirip atmak haksızlık olur, ama bana öylesi, kolaylıkla göze alınacak bir maliyet gibi gelmiyor.

Gördüğünüz gibi, Katar’dan bahsetmeye yer kalmadı, başka zamana kaldı.
Yazının Devamını Oku

Sade bir itiraf

9 Şubat 2009
ÖZELLİKLE de, bugünlerde olduğu gibi, siyaset izlemekten bunca bunaldığım bir dönemde, bir itirafta bulunmak istiyorum. "Siyasetbilimci" sıfatından da, "aydın" gibi sıfatlardan da hep rahatsız olmuşumdur, hatta düpedüz utanmışımdır. Kendimi hep siyasi duruşumla tanımlamak konusunda kuşkum daha az.

Hatta çok az.

Dahası, bence herkesin bir siyasi duruşu olmalı, bu ahlaki bir seçim.

AYRICALIK RAHATSIZLIĞI

Siyasi duruş olarak kendimi hep "solcu" olarak tanımladım. Bu tanım üzerinde mızmızlanmayı, bir noktadan sonra gereksiz buluyorum. Soğuk savaşın bitmiş olmasının falan bununla ilgisi yok, olmamalı.

Marx okuduktan sonra solcu olmadım.

Öncelikle, doğduğum sosyal şartlar dolayısıyla çevremdeki birçok insana göre daha konforlu, daha ayrıcalıklı bir hayatım olması beni ilkokul yıllarından itibaren hep rahatsız etti.

Sonra, ben yaşadığım, hissettiğim, gözlediğim eşitsizliklere gerekçe bulma yolunu tutmadım. Zekámı, bilgimi bu yönde gerekçe üretmek için kullanamadım. Böylesi içime sinmedi.

Çocukluğumda içime işleyen "suçluluk duygusu"nu yenmek istemedim, tam tersine onu canlı tutmaya özen gösterdim. Hálá bu duygu benim için bana ait en önemli şeylerden biri. Solculuğu tanımlayan da bu duygu.

"Aydın", "siyasetbilimci" veya "siyaset gözlemcisi" gibi sıfatlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Bunların yaydığı havada ciddi bir sevimsizlik var. Bu durumda, "siyaset denilen ve insanların hayatını tanzim eden alana dair, birikimimiz bir şekilde sıradan biriden fazla olduğu için, her şeye burnumuzu sokma, ahkám kesme hakkımız, hatta sorumluluğumuz var" gibi bir gerekçeye sığınmaya çalışıyorum.

Ama içim çok rahat değil. Başta, kendi ülkemizde olmak üzere, dünyanın dört bir yanında olana bitene dair, sürekli köşelerde yazı, televizyonlarda lafla fikir beyan etmeyi veya ahkám kesmeyi itici bulmaktan kurtulamıyorum. Siyasi duruşumu kendime izah edebileceğim kadar sade bir gerekçe bulmak peşindeyim.

KAVGAYA KARIŞIR MISIN?

Geçenlerde, yeni tanıştığım birine, bu konuda bir izah bulmak için kem küm ederken, bana "Sokakta tanık olduğun bir kavgaya hemen karışır mısın?" dedi. "Evet" demem yeterli bir izah oldu gibi geldi. Her şeyden önce kendim için rahatlatıcı bir gerekçe oldu. Belki hepsi bundan ibarettir diye düşündüm.

Nedense, tanık veya haberdar olduğum her ihtilafı üzerime almak, kendimce haklı/haksız ayrımı yapmak, hemen ardından haklı bulduğumla beraber kavgaya dahil olmak gibi tuhaf bir huy veya gayretimin olduğunun farkına vardım.

Her şeye dair "sade" izahlar peşinde olduğum için, siyasete bunca ilgimi, "siyasetbilimci" adı altında her şeye burnumu sokma merakımı ve bu yöndeki icraatlarımı, bu tuhaf huy veya gayretle açıklamak bana iyi geldi.

İsmime zaman zaman iliştirilen aydın, siyasetbilimci gibi sıfatların sevimsizliğini gidermeye yeter mi bilmiyorum ama, bu köşeden veya başka yerlerde ahkám kesmeye ister istemez devam ederken, araya sıkıştırıp paylaşmak istedim.
Yazının Devamını Oku

Bir başka açıdan ’Davos krizi’

2 Şubat 2009
BİRKAÇ yıl önce, ’Musevi kültür günü’ çerçevesinde düzenlenen bir sohbet toplantısına davet edilmiştim. Konu, Türkiye’de Musevilerin nasıl algılandığı idi. Benim dışımda Rum ve Ermeni konuşmacılar, kendi cemaatlerinin Musevilere bakışını, yetiştikleri çevre ve şahsi anıları çerçevesinde anlattılar.

Benim daha genel bir konuşma yapmam bekleniyordu, ama dinleyicilere, benim de kendi kişisel geçmişime ilişkin bir şeyler anlatmak istediğimi söyledim.

Ardından da, benim içinde yetiştiğim aile ve sosyal çevrede Musevilere (ve diğer gayrimüslümlere) ilişkin hiçbir olumsuz bakış, önyargı ve hatta tatsız şakaya şahit olmadığımı, böyle bir çevrede yetiştiğim için kendimi şansı hissettiğimi söyledim.

Ancak hemen ardından, bunun, benim içinden çıktığım çevrenin hiçbir konuda önyargısı olmadığı anlamına gelmediğini hatırlattım.

BİZİM AYNADAN BAKIŞ

En az üç nesil şehirli, dolayısıyla ’yeterince’ Batılılaşmış ve modernleşmiş bir çevrede, bu türden önyargıların pek nadir olması çok doğaldı. Dahası, bu çevre, gayrimüslümleri olumsuz bakmak bir yana, fazladan ’Batı medeniyeti’nin uzantısı olarak görüyordu.

Buna karşın, yine bu çevre, dindar-muhafazakár kesime, yaşam biçimlerine ve bunları hatırlatan her şeye karşı oldukça önyargılıydı.

Bu tutumları, muhafazakárların sandığı gibi doğrudan din veya İslamiyet karşıtlığından kaynaklanmıyordu. Daha ziyade, sınıfsal ve kültürel temelleri vardı.

Tam da bu nedenle, Musevi dinleyicilere, kendilerine bizim kesimden gelenlerin aynalardan bakmanın, bizlerle barışık olmanın, bir noktadan sonra faydası olmadığını anlatmaya çalıştım.

Musevilerin, azınlık olarak yaşadıkları bu ülkede, bir kültürel çatışmanın bir yanında duranlarla barışın yetmediğini, hatta bazen daha fazla sorun yarattığını düşünenlerdenim.

Bu nedenle, Musevi dinleyicilere, onlara önyargı ile, o değilse kuşku ile, o da değilse yabancılayarak bakan kalabalıklarla konuşmanın mutlaka bir yolunu bulmak gerektiğini hatırlatmak ihtiyacı duydum.

En son, Davos krizi dolayısıyla bu ülkede yaşayan Musevilerin ne kadar tedirgin olduğunu tahmin edebiliyorum. Ancak bu ülkede ve diğer tüm Müslüman toplumlarda, hep kendilerine hak verenlerden ziyade, daha geniş bir çevre ile olumlu bir iletişim kurmanın imkánlarının peşinden koşmak durumundayız.

EN ÖNEMLİ KÖPRÜ

Davos krizi üzerine söylenenler bunun önemini bir kez daha ortaya çıkardı. Erdoğan’ın tavrını İslamcı geçmişine bağlayanlar haksız değiller.

Ancak her şeye rağmen, İslamcı bir geçmişten gelen AKP ve bölgedeki tek demokratik olan ülke Türkiye’nin, tüm İslam dünyasında Musevilere karşı giderek artan önyargı ve kuşkularla savaşmak için de, bölgede İsrail ile bir barış imkánının da hálá en önemli köprüsü olduğunu düşünüyorum.

Nüfusu ağırlıklı olarak Müslüman olan toplumların Musevilerle ve de İsrail ile barışçı bir ilişki kurması, bu konuda sorunu olmayan kesimler üzerinden değil, sorunlu kesimler üzerinden olacak, bunu unutmayalım.

Davos krizine bir de bu açıdan bakalım.
Yazının Devamını Oku

’Bu kavga burada bitmez!’

26 Ocak 2009
ERDOĞAN ve AKP’nin siyasi yolculuğunun, kararlılık ibaresi olarak çok tutan sloganı "Bu şarkı burada bitmez!", artık iyiden iyiye "Bu kavga burada bitmez!"e dönmüş vaziyette. Aslında, mesele sadece AKP’nin mevcut üslubu ve siyaseti de değil. Seksen beş yılın tüm kavgalarının kesiştiği bu noktaya nerelerden gelindiği, bu tabloda, kime ne kadar sorumluluk payı biçilebileceği, ayrıca ve uzun uzun tartışılabilir.

Ancak, sonuç bu.

YÖNETİLEBİLİRLİK KRİZİ YAŞANIYOR

Geldiğimiz noktada, artık bir "yönetilebilirlik krizi" yaşandığını teslim etmek gerekiyor. Herkesin aynı kafada olduğu, daha doğrusu aynı kafada olması beklenen, buna zorlanan, "azami birlik-beraberlik" sağlanan, daha doğrusu sağlanmaya zorlanan sistemler otoriter, dayatmacı rejimlerdir.

Azami birliğin bedeli, asgari özgürlüktür.

Demokraside ısrar edeceksek (ki etmeliyiz), farklı görüşlere, taleplere, seslere tahammül edeceğimiz, bunu tercih edilir bir dinamik olarak gördüğümüz bir toplumu yönetmekten, böyle bir ortamda yaşamaktan bahsediyoruz demektir.

Ancak azami birlik-beraberlik ne kadar otoriter rejim işaretiyse, asgari mutabakat da o kadar demokrasi şartıdır.

1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanını, "Artık hürriyet geldi, her isteyen istediğini yapar" diye anlamış, ortaya çıkan kargaşa ortamından önce zabıta tedbirleriyle kurtulmuş, sonra hızla İttihat ve Terakki otoriterliğine savrulmuş bir toplumuz, gerisi de malum.

Sonra, çok partili hayata geçiş döneminde "demokrasi"yi benzer bir şekilde anlayıp, önce Demokrat Parti sultası, sonra askeri darbeyle karşılaşmış bir toplumuz.

Mutlaka olduğumuz yerde saymıyoruz, ama ne yazık ki benzer eşiklere dayandığımızda, benzer savruluşlar yaşıyoruz.

Toplumsal uzlaşıdan bunca uzaklaşılan, kavgaların temel kurumlara bulaştığı, ortalığın toz dumandan görülmediği bir ülkede, ufukta gözüken tek şey daha da kaygı duyulacak gelişmelerdir.

Bazıları demokrasiyi "darbesizlik özlemi"ne indirgemiş vaziyette.

Bir ülkede olabilecek yegáne ve tek kötü şey askeri darbe değildir, aynı şekilde "darbesizlik hali" tek başına demokrasi demek değildir.

O nedenle darbe ihtimalinin veya ortamının olmamasına çok güvenmeyelim. Durumu biraz ciddiye alalım.

VAZGEÇİLMESİ GEREKEN

Şu anda, o kadar çok kavga birbirinin içine girmiş vaziyette ki, yeniden nereden başlanır bilemiyorum.

Ancak, her şeyden önce, AKP iktidarının, káh durumu hafife almak, káh "Bu kavga burada bitmez" üslubu arasında gidip gelen tavrından vazgeçmesi gerekiyor.

Diğer taraftan, bir büyük uzlaşmayla, bir büyük yarılmanın merkezinde olan, başörtüsü yasağı utancının son bulması gerekiyor diye düşünüyorum.

Düşünüyorum düşünmesine de, ufukta böyle bir işaret de görmüyorum.
Yazının Devamını Oku

’It was not a good idea!’

21 Ocak 2009
I am in Beirut for a few days to follow a meeting titled "The Beirut International Forum for Resistance, Anti-Imperialism, Solidarity between Peoples and Alternatives," to see the latest developments in place and to meet my friends. In similar gatherings we rather see Hezbollah in the lead. This time it was also the case but there are a large number of Latin Americans participating in the forum. Naturally the Gaza crisis is the central topic. The rest is speeches and debates on imperialist hegemony, solidarity and resistance against it, as the title refers.

As usual the real discussions are taking place over breaks or while sipping coffees. Everyone hearing that we are from Turkey is getting excited so much that people who I set appointments to meet after the meeting said, "Actually we want to ask you about Turkey." I will return this later on but let me just say that the interest and excitement toward Turkey in the Middle East go way beyond the Gaza crisis and this meeting. At the capitals of Damascus, Cairo in addition to the Gulf countries such as Doha and Abu Dhabi that I have visited in the last few months, people agree on something else about Turkey. That is the interest shown toward a Turkish production of a television series called "Gümüş" (Silver). Everyone, from sheiks’ wives in the Gulf to pro-Hezbollah in Lebanon, is asking something about the series.

After I wrapped up my contacts here, I want to focus on the region’s interest toward Turkey. But let me share a striking topic with you here. It seems that thoughts and feelings of people in the region are becoming distant from that of people in the West. I am talking about the alienation in various circles in the world beyond local differences seen in the region.

Before I arrived in Beirut, I was stunned that left-liberal British the "Prospect" magazine selected the U.S. Chief of Joint Staff Gen. David Petraeus as the "Intellectual of 2008." I couldn’t believe my eyes and thought how ironic it was (because at once I took an ironic article seriously). So I read the article very carefully. Unfortunately, it was not an irony and the news story was a very serious one. The magazine was against the Iraq war in the past. But lately it is said to produce original ideas inviting change. So Petraeus saying that the modern war should be won through methods giving importance to people’s lives, came up with the "humane war fighting doctrine"! Therefore, it reads, he deserved this title!

I am not at all an unconditional admirer of the "Western civilization" but this is too much, much more than my skepticism. In the aftermath of the Sept. 11, I had written that when Gandhi was asked about what he was thinking about the Western civilization, he said, "It could have been a good idea!" After seeing what has been happening I have an urge to say, "It was not a good idea!" But the worse is that there is not an alternative hopeful vision of civilization to embrace entire humanity. But the happenings taking place in the East are strengthening the urge to say, "It was not a good idea!" After these entire hypocrisies, one is distancing himself from everything the West serves on behalf of humanity. This is purely a nightmare scenario! Two different pictures, Prospect’s choice of the intellect of the year and the forum in Beirut, have strongly convinced me that this is a nightmare.



Nuray Mert is a columnist for the daily Radikal in which this piece appeared yesterday. It was translated into English by the Hürriyet Daily News & Economic Review's staff
Yazının Devamını Oku