3 Eylül 2007
Adettendir. İnsan, kıskandığı birini kötüler. Beğendiği yerlerine dokunmadan, eve giren hırsız paniğiyle, onun çekmecelerini dağıtır. Tek amacı, birkaç uyduruk şey bulmak ve ışığın altına getirmektir. Bunu yaparken kesinlikle saçmalar. Kesinlikle keskin, edepsiz kelimeler kullanır. Eline aldığı bıçakla girdiği bu yabancının evinde, kendini yapayalnız hisseder. Bu kadar tek ve çaresiz olmak insanı saldırganlaştırır. Aslında, ’evet, erkek olsaydım/kadın olsaydım ben de onu beğenirdim’ diyemeyeceğimize göre-bunu diyenimiz çıkmamıştır- karşımızdakini seçiminin kötülüğüne ikna etmeye çabalarız. Kıskançlık, bir paragrafla, bu kadar fena bir şey işte. İnsanı canlıyken kemirir. Kendini kemirtir.
’O halde dostlarım, gelin kıskanmayalım’a falan bağlamayacağım tabiki konuyu. Mümkün değil çünkü. Kıskançlık azaltılabilir mi? Peki, bu konuyu araştırmaya calışayım... Hmmm, eğer insan etrafındaki beğeneceği insan kriterlerini yükseltmeyi başarırsa belki. Bunu başarmanın yolu, kendini daha da iyi hale getirmek. Bunu beğenmedim gerçi. Keskin sirke, küpüne zarar duruyor bu biraz. Bu yarış insanı kepek ekmeklerine, spor salonlarına, estetisyenlere ve terapistlere mahkûm edebilir. Tabi ki fizik önemli ama... Hergün yaşlandığımıza göre, ben bunun üzerine bütün paramı yatırmam.
Buldum! İkinci bir şey buldum. Şu en doğudaki, en yüksek dağlardaki insanların söylediklerini yapalım. Gerçi onlar günlük hayata uygulanamıyor ama olsun. Deneriz. Kendimizle barışık olarak da, kıskançlığı azaltabiliriz demek istiycektim. Yani o zaman, ’kendini beğenmiş’ olmadan, kendimizi beğeniyor olucaz. Bu da bizi, beğendiklerimizle mukayesede bir adım ileri götürecek. Götürebilir yani. Savaş daha zor başlar. Yani...
Peki ben, şimdi niye bu konuyu açtım? Bunu, bir gerçek olarak, geçenlerde kıskıvrak yakaladım da ondan. İnanın bu gerçeğin suratına bakmaktan, ben de en az sizin kadar hoşlanmıyorum. Hatta, uyduruk dediğim bütün kız ve kadınların hakikaten uyduruk olmasını dilerdim. Ama değiller. Onlar iyiler. Ben kimim ki onları kendimle kıyaslayıp, yakın görüyorum ve bu hoşuma gitmiyor? Bu kıyaslamanın egosu nereden geliyor? Söyleyeyim, hayvanlar aleminden. İnsanın zerre kadar sivilleşmiş olduğuna inanmıyorum. Sivil-miş gibi yapıyor. Toplumsallaş-mış gibi, eriyik hale gelmeye calışıyor. Ben buna inanmayan biri olarak, bunun nedenini de düşündüm, ve beni deli hastanesine falan kapatmaya çalışsanız da söyleyip durucam: İnsan, diğerleriyle olan bu koca gen savaşında, sevdiğinin (ki çok beğeniyor), beğendiği biriyle biraraya gelmesinden fosilsi bir ürperti duyuyor. Onların yavrulaması, evrimde bir sonraki halka demek olabilir. İnsan, bu ürpertisinin nedenini anlamak için, çocukluğuna kadar geri gitmemeli. Yetmez. Yüzbinlerce yıl geri gitmesi lazım, bu ürpertiyi anlamak için.
O kadar geri gidemeyiz. Çünkü aynı zamanda hep ordayız.
(Haftaya: insan beğenmediğini de kıskanabilir, ama çok daha az)
Yazının Devamını Oku 27 Ağustos 2007
Bu şarkıyı, Erkan Oğur’dan ne zaman dinlesem, gözlerim dolar. En son galiba, Bodrum’da dinlemiştim yıllar önce. Merve’lerin yazlık satılmadan önce, bir sabah balkonda kahvaltı hazırlarken, kasetten. Kaset güzel birşeydi, ipod da güzel yanlış anlamayın, ama kaset, sesi banta kaydeden naif birşeydi. İki yüzü vardı, çevirirdin. Saçmalarsa, parmağını geçirip, sarar toparlardın. İçimdeki çoğu şey, hala kasete kayıtlı...bu şarkı gibi.
Aslında bu şarkı bana neden bu kadar dokunuyor bilmiyorum. İstanbul’a taşındığımızda 10 yaşındaydım. Sadece çocukluğumu Ankara’da bırakmıştım. Ziyaret etmesi zor değildi. İstanbul’la Ankara’nın araları iyiydi. 3-4 saatti en fazla. Fakat sanıyorum insan, yedi göbek İstanbul’da bile doğmuş olsa, kendini buraya konmuş gibi hissedebilir. Sahiplenmeyen, süt vermeyen bir şehir belki. Kolları açık aşıklar gibi. ’Seni sarmam ama kollarımın arasında durmak istiyorsan sen bilirsin. Rüzgarı fazla kesmem, dikkat üşütmeyesin’ diyen herşey gibi. Boğaz işte.
İstanbul, misafirhanelik gibi olduğundan, ki hayat da öyle, köklerini salamıyorsun. Ya da ben beceremedim. Becerseydim, o şarkı bana iğne iplik gibi dokuyamazdı güftesini bestesini. Ankara’ya konsere gelince hatırladım yine. Annemin ve babamın ellerinden tutup havada sallanarak, merdivenlerini üçer beşer inmeyi marifet saydığım, kebap 49’a gittim yine. Annem niye beni, Sibel bale okuluna göndermedi ki! Şimdi ne kadar esnek olurdum. Madonna olmama daha az kalırdı. (dinleyiniz: madonna olucakmış, nildünyası albümü)
Çeşme, Bodrum ve Ankara’da sobeleyebiliyorum herkesi. İstanbul’da sanki herkes saklanıyor. Ankara’da arkadaşlıklar daha güzeldi. Daha sağlamdı. Sokakları daha dardı insanların. Kalabalık olmak daha kolaydı. Annemleri öyle hatırlıyorum. Hep bir sürü arkadaş içinde, gülüp eğlenirken. Hiç yalnız kalmadılar. Hep geldiler, hep gittiler, hep kaldılar. Ya da çocuk öyle hatırlıyor...
Ankara’da denizin olmadığını, havayı içine çekince anlıyorsun. Daha doğrusu burnun ve ciğerlerin anlıyor. İstanbul’un o geniş sularından sonra, için daralıyor biraz. Ama ciğerlerin henüz İstanbul’a kanıp büyümemişse, sorun olmaz bu. Kara hayvanları gibi, bu habitata uyar, başka yerde yaşamak nedir sormazsın. Burada acıkır, burada avlanır, yuvanı burada kurarsın. İstanbul’a gider gelir, misafirlik muamelesi yaparsın. Çayını içer, izin istersin...
Bu şarkının, beni karnımdan burkarak sıkması bundan. İstanbul’a yakın çevrelerde gezsem, ve onunla samimi olmuş olsam da ben, aramızdakinin aslında bir aşk ve nefret ilişkisi olduğunu biliyorum. Dünya yuvarlak olduğu ve güneşin etrafında deli divane döndüğü sürece, Ankara durucak, İstanbul dönüp durucak. Ve Erkan Oğur soracak: neden geldim İstanbul’a.
Yazının Devamını Oku 20 Ağustos 2007
’Pablo Neruda, 1904’te doğdu ve Güney Şili’nin yağmur ormanları sınırında yalnız bir çocukluk dönemi geçirdi. 17 yaşında başarılı bir ozan olarak Santiago’ya geldi ve Fransız Edebiyatı eğitimi gördü. 20 yaşındayken yayınlanan ikinci Twenty Love Poems / a Song of Despair ona bir anda ün kapılarını açtı. 1927’de Şili Konsolosluğu’nda göreve başladı ve Doğuya gönderildi. Bu yalnızlık, içe kapanış ve umutsuzluk döneminde yazdığı şiirler Residence on Earth adlı kitapta toplandı. Daha sonra görevli olarak gönderildiği İspanya’da Federico Garcia Lorca, Miguel Hemandez, Rafael Alberti gibi, zamanın ünlü ozanlarından büyük destek gördü. Ancak 1936’da iç savaşın patlamasıyla bu verimli ve mutlu günler sona erdi. Lorca’nın öldürülmesi ve benzeri faşist uygulamalar Neruda’yı siyasal etkinliklere itti. Cumhuriyetçiler için yaptığı sivri konuşmalar nedeniyle görevine son verildi ve 1939’la Santiago’ya döndüğü yıl olan 1943 arasında Şili’nin Mexico konsolosluğunu yürüttü. Artık çok ünlü bir ozan ve politik kişilik olmuştu. 1945’te senatör seçildi ve Şili komünist partisine katıldı.
1947’de Şili başkanını vatana ihanetle suçlayan bir açık mektup yayınladı. Komünizm yasa dışı olarak ilan edilmişti ve polisler tarafından izlenen Neruda, saklanmak zorunda kalmıştı. En ünlü yapıtı Canto General’i bu dönemde yazdı. Kitap, ozanın 1950’de Mexico’ya dönmesi üzerine yayınlandı.
İzleyen yıllarda Neruda yolculuk etmeyi ve yazmayı sürdürdü. Daha sonra da üçüncü eşi Mathilde Urrutia’yla birlikte, daha sonraki şiirlerinin esin kaynağı olan Isla Negra’ya yerleşti.
1971’de Neruda Şili’nin Fransa elçisi olarak Avrupa’ya döndü. Burada eski dostu Allende’nin hükümetini temsil ediyordu. Aynı yıl Nobel edebiyat ödülünü kazandı. 1973’te Allende rejiminin devrilmesine çok kısa bir süre tanık olduktan sonra kanserden öldü.’
İşte, Alaçatı kırevi’ndeki odamın başucundaki Pablo Neruda şiir kitabının ilk sayfası. Başlık da şu: Ozan hakkında. Ne yani, bu kadar mı? Hepimizin başından geçen tüm hayat macerası, ’doğdu’yla ’öldü’ arası, bir sayfaya mı sığacak? Üzülerek biliyorum ki, pablo neruda’nınki bir sayfaysa, çoğumuzunki bir paragrafta özetlenebilir. Hatta birkaç cümleyle. Bunu okur okumaz kitap bana o kadar ağır geldi ki, üzerime bir sayfa dolusu cümleyle atılan, kalın hüzün battaniyesiyle boğuşmaya başladım. Bu odada olduğum, bu güzel odada kaldığım ve bununla ilgili hissettiklerim, eğer şarkı haline gelip saklanmazsa, hiç bilinmeyecek. Benimle birlikte, bir aseton gibi uçup gidicek. Yaşadığım pek çok şey gibi. Bundan mı yazıyoruz acaba? ’ozanlar hakkında’ birşeyler anlatılır diye mi? ...Ne küçük bir çaba. Bir kırevinin başucunda bir sayfaya, yüzyıllarca kıvrılıp uyusam ne farkeder ki? Ya da daha iyisi şu olabilir belki: bir aşkın ifadesi olarak, kaleminden çıkanın ordan oraya laf taşıması, kalplerden duygu çıkartması. Fakat, dürüst olmak gerekirse, bu benim umurumda bile değil.
Şu bahsettiğim kara kalın battaniyeyi üzerimden atmak için, bazı kelimeleri ayıklamaya koyuldum. Hepimizinkinde geçicek olanları. Yukarıda siyahla işaretli olanlar. Dikkatle bakın onlara, çünkü gerisi boşluk doldurma olucak.
Kimbilir biz ne yazıyoruz şu an ve şu ne yazıyor bizimle ilgili... dikkatli olalım, bir paragraf da olsa tekrar okunmaya değer yaşayalım. Bir sayfayı doldurmak için beyhude bir çabaya girme iyimserliğini de hiç kaybetmeyelim.
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2007
Resmi sitemin adı. Henüz açılmadı. Yazın herkes İstanbul’dan kaçtı. Sıcak insanları ele geçirdi, herkes biraz eridi ve yavaşladı. İlişkiler genleşip, kopar gibi oldular. Çok fazla yaz aşkı başlamadı. Ve bikiniler de enteresan değil. Ben de saçma hareketler yapmaya başladım. Kendimi herşeye eşit uzaklıkta hissettiğim oluyor, ki aslında insan bir tarafa yaslanmayı sever. Bir soundtrack yok. Ne dayanamayıp için için göbek attığımız bir şarkı, ne bir nakarat, ne bir intro. Sanki bir şeylerin geçiş bölümünde gibiyiz. Ya da sadece ben öyleyim, sizsiz.
Fakat, gelin görün ki karalar bağlamak için fazla sarı bir mevsimdeyiz. Geçenlerde yağmur yağmasa, duygularım olduğunu unutacak raddeye gelmiştim. Gazete ve televizyonları açmıyorum. Hiçbir şeyi açıp kapamıyorum. Klima taktırdım, halbuki karşıyım. Şanslıyım ki, karşı olduğum şeyleri karşımda tutmayı becermişim bu eriyik halde bile. İstanbul’da kalmak istemiyorum. Durmuyorum da pek. Bu yaz aziz İstanbul’a dışarıdan bakıp, sadece işim oldukça ofis gibi kullanmak istiyorum.
Ofiste neler oluyor peki: Ağustosta bir sürü konser var. Eğer bir internet sitem olsa, bakıp gelirdiniz. Hallediyorum. www. niltakipte. com için hazırlık başladı. Eğlenceli olucak. Şimdilik tıklayınca, ineğimin, Kaan’ın atölyesindeki görüntüsü üzerine, ’bir öküzü çok sevdim’ çalıyor. Youtube’da da var aynısı. ’Bir öküzü çok sevdim’ yazınca çıkar. Ben çektim. Sabredin, asıl ortasından başlıyor adamakıllı.
Konserler var diyordum. Bu konserlerden 10 Ağustos Çeşme Babylon’daki wax poetic’le. Bu yazki, Babylon’da kurt dökme seansım onlarla olcak. Benim şarkılarım yok. Girl, hoppala ve birkaç İngilizce şarkı var. Otto var, Kenny var, caz var, sahnede şarkı yazma var. Karşınızda Montreal Caz Festivali’nden ayaklarının tozuyla gelmiş, bir grup tozlu var işte. Karşınıza almayın, yanınıza alın onları işte. (Yok ben star olamıycam bu belli oldu, tepeden bakamıyorum ya, olmuyo, içimdeki mobilyaların hepsi alçak... halbuki gözüm yükseklerde:)
Bir de unutmadan, ofiste birbirimize şu soruyu soruyoruz: benim İstanbul açıkhava konserimin fotoğraflarını kim çekmişti? Kendisi buradan beni duyuyorsa, lütfen kaleye mum diksin. Kıymetini geç anladık ve onunla çalışmak istiyoruz.
Gerek ofiste, gerek konserde, gerek köşelerde buluşmak üzere şimdilik esen kalın.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2007
O da beni çok/ o da beni çok/ o da beni çok sevsin... diye gidiyor sanki. Hürriyet Kelebek gazetesi için, bir adet cowparade ineği verildi bana. Yaşasın tasarımcı kimliğim devam ediyor diyip, Eczacıbaşı’nın E’sinden sonra bana verilen bir üç boyutlu bembeyaz şeyi daha kabul ettim. Bu sefer bir harf değil bir inek. Benim inek, aşık. Gövdesinden, kocaman iki megafon çıkıyor. Ve bu ineğin yanından geçerseniz, bir şarkı çalıcak. Şarkıyı ben söylüyorum. Şarkının adı da, malum bir inek kaçınılmaz olarak bir öküze aşık olacağından, "Bir öküzü çok sevdim". Evet, İbrahim Tatlıses’in, "Bir kulunu çok sevdim"inden ilham aldım. Şarkı güzel oldu, biraz ciddi/duygusal tarzında. Bir DJ alıp, remix’leyip şarkı haline getirmezse, tamamlayıp bir sonraki albümüme, aynı bu sözlerle koyma tehlikem var. Ki bu durumda düpedüz bir insana öküz demiş olucam...
İneğim, Bebek Parkı’nda sergilenecek. Eğer elektrik çekmeyi becerebilirsek, önünden geçerseniz şarkısını söyliycek. Elektriği çekememe ihtimalimiz var. O zaman hayal edin. Bu sözlere, bir melodi mırıldanıverin yanından geçerken. (Mırıldanıverin çok komik kelimeymiş. Mırıldan zaten komik, bir de üstüne böyle bir özensizlik eki aldığında...)
Ayrıca, bu ineğin megafonlarına istediğiniz müzikçalar bir aleti bağladığınızda (ipod olsun, olmasın) megafonlarından istediğinizi dinleyebilirsiniz. Biz Kaan’la, bunun, mesela bir radyo istasyonu lobisinde çok güzel durabileceğini düşündük. Belki de, onlardan biri satın alır. Ben de böylece istediğimde ziyarete gidebilirim. Satılırsa o para, şehirdeki hayır kurumlarına bağışlanıcak. Bu yüzden ballandırmaktan geri durmuyorum.
Bazen yaptığımız şeylerin tam olarak nerelere çarparak, deliğe girdiğini merak ediyorum. Peşlerine düşüyorum. Geri sarmaya uğraşıyorum. Sanki bir paten bulsam rahatlıycakmışım gibi geliyor. Hepimizin her gün yaptığı şey bu, sadece ben biraz karışık anlattım.
Becerdiğimiz şeyi, nasıl becerdiğimizle ilgili iksirin peşindeyiz ya, onu diyorum. O iksiri seri üretime sokmak istiyoruz ya mümkünse. Mümkün değil ama. Evet, ineğim bir başyapıt olarak tarihe kalmıycak ama yine de toplar nerelere çarptı da, ses çıkaran bir inek yapmayı becerdim, diye sorunca sorunun yanlış olduğunu görüyorum. Becerdik, diye sormalıyım.
Herşey insanı kuşatan, insanın kendini çevrelediği diğer insanlar sayesinde oluyor. Bu durumda, insanın etrafına dizmemesi gerekenlerin başında ama’cılar gelir. Onlar, "...ama şu şu şu nedenle bu olmaz ki" derler. En tehlikelisi de, zaten fikrinden ürken insan onu bırakıverir elinden.
Bir de: "Sen şahanesin"ciler var. Onlar da, seni koşu bandında saydırır. Alkış duyarsan koşarsın, ama aynı yerde sayarsın çünkü kimse sana arada bir sapman gerektiğini söylemez. Benim favori insan topluluğum, bir şeyi niye yapamayacağını sana söylemeyenler, sana onu yapabilmenin nasıl mümkün olduğunu söyleyenler. "Sen yaparsın olur"cular. Ben çok şanslıyım, o çok ender insanlardan birkaçı başımı sağa sola çevirince, beliriyorlar. Onlar kim olduklarını biliyorlar. Onlar çalar, ben oynarım.
Bir öküzü çok da severim, Bebek’e elektrik de çekerim, NilFM diye bir radyo istasyonu kurar, ineğimden yayın da yaparım. Yeter ki, onlar susmasınlar. Neler olur. (Cevap: Herşey)
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2007
Bir şarkıda geçti iki gün önce. Duydum. ’Make sure, you’re sure’ diyordu. Aşık olduğundan gerçekten emin misin diyordu. Gerçi aşk, öyle baştan çıkarıcı ki, bir su kaydırağının tepesindeki çocuk gibi, evet eminim diyip, insan kahkahalarla kendini bırakıp, kollarını kaldırıverir. İşte tam da bu yüzden, emin olduğundan emin olmalısın diyordu. Yabancı şarkılarda der böyle şeyler. Türkçe şarkılar gibi, kelimelere üst üste benzer melodiler giydirip, bunaltmazlar onları. Bu şarkı, bir Spike Lee filminden. İnsanı, tabiki adını tam bilmediği bir duygusundan yakalayıp, her şeyi sormasına sebep olabilir. Hangimiz emin olduğumuzdan eminiz ki?
Emin olmak zaten yeterince kalın bir katman benim için. Burçlarda bir hakikat varsaki görüyorsunuz bir kadın olarak bu konuda bile şüphelerim var- terazi burcu olan ben, zaten kozmik olarak emin olamayanlardanım. Bir gün bir şarkı çıkıp da, zaten az ve öz emin olduğumu düşündüğüm şeylerin noktasını silip, yerine soru işareti koymaya kalkışınca iyice afalladım.
Şarkı, gece geçiyor. Çoğu şarkı gece geçer zaten. Ve bir balkonda. Saksofonlu slow şarkılar genellikle bir balkonda ya da ıslak bir kaldırımda geçer zaten. Ve bir adamla bir kadın var. Tabiki, şarkılar niye var zannediyorsunuz! Ya da bir tanesi. Gece, balkon, bir adam. Şarkıyı bir kadın söylüyor. Adama söylüyor ama anlatıcı olarak, yani adamın kadını değil. Bu şarkılardan olgunluk dönemimde, eğer öyle bir dönemim olursa tabi görüyorsunuz değil mi, şu an canlı olarak şahitsiniz emin olamıyorum hiçbir şeyden- birkaç tane yazmak isterim. Aşık olmak üzere birinin kulağına fısıltı olmak isterim: emin olduğundan emin ol...
Hayatta çok az şey, iki kere sağlama işleminden yara almadan geçer. İnsan denen tuhaf mahluk, gördüğüne inanır. Ona tapar. Ne büyük bir yanılsama! Gördüklerimizin çoğu çürük. Görünenlerin çoğunun, göründükleri olduklarından emin olamayız. Emin olduğumuzdan emin olmamızsa, imkansıza yakın. Sıra geldi görünmeyen şeylere... İşte burada, şarkılar giriyor işin içine. Bir rüzgar savuruyor saçlarımızı. Saçlarımızı savuran rüzgar mı, yoksa bir el yumuşakça ensemize mi dokundu? Bunu ayırt etmenin iki yolunu biliyorum... Biri rüzgarın dokunuşuyla bir elin dokunuşunun farkını hemen anlayan keskin bir içgüdü... Ki bu doğuştan, ki böyleleri emin olduklarından sinir bozucu bir şekilde hep emindirler, gözlerini bile açmadan ilerleyebilirler. İkincisi de, şarkıdaki sesin yaşı kadar, yılları toplamış olmak.
O zaman bilirsin, rüzgarla bir elin nüansını.
İçgüdülerle, yılların bilgisi arasında hiçbir şeyin olmaması da hayatın cilvesi işte.
Bu yazının, seçimin ertesi günü olması da tesadüf değildir belki.
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2007
Kutsal topraklarda doğmuşum. İçimden müzik çıktığı için vatandaşı olduğum, o medeniyetten bahsediyorum. Bana yerleştirilen bir teybi dinleyip, duyduklarımı söyleyip, söylediklerime dans ettiğim için böyle diyorum. İllaki birileri o şarkıları dinler, kendi kendine hah işte hissettiğim buydu der... Başka birine al işte söylemeye çalıştığım buydu der... İşte bu ruhani tercümanlık, beni öyle sayın ya da saymayın bana kutsal geliyor. Kendini paragraflarca kutsamak kibir olur, fakat bunun için şükretmem herhalde kimseyi rahatsız etmez.
New York’ta bir müzik tüpünün içinde bir hafta geçirdim. Tabii ki oraya göre bacaklarımı ve zihnimi hızlandırmam kolay oluyor. Artık anlamışsınızdır, benim için zor olan yavaşlamak, dingin olmak, huzur... New York’un beat’ine hemen bir melodi buluyorum. Her şeye şaşırdığım, her diyaloğu yazdığım bir ’hayat toplayıcısı’na dönüşüyorum. Bu beni yormuyor. Aksine, bir elektrik süpürgesi gibi karnımı dolduruyorum. Her sabah yayla fırlayarak uyandım. Bir işim vardı. Her akşam 5’te prova vardı. Hayatımda yeni bir topluluk vardı. Öyle içimde bir meydana varıp, otogarda inen turist kafilesi gibilerdi. Hem müzisyenlerdi, hem komik, hem insan, hem tanıktı hepsi çoktan. Bu hissi bilirsiniz. Bazı insanlarla hiçbir zaman ilk kez tanışılmaz. Davulda Kenny, perküsyonda ve bazen vokalde Otto, basta Alp, klavye ve saksofonda İlhan, vokalde bazen ben. Dünyanın en umut vaat eden grubuyuz ya da bana öyle geliyor. Ama kesinlikle şöyle bir diyalog oldu birgün, Nublu barın çıkışında. Beni dinleyen biri sordu: "wow, I havent heard of you before... you were good... who are you? (Hey, iyiydin ahbap, seni daha önce buralarda duymadık, kimsin sen?) I’m new. (Ben yeniyim) sonra menajerim Çagrı’ya dönüp şunu dedim: Newton diye isim var, new diye neden olmasın? O yerçekimini buldu ben de yerden çekilmeyi...
Bu kadar şımardım. Hatta daha da şımardım. Gitar dükkanında, kendime küçük bir egzersiz gitarı bakarken yanıma gelen sanatkar tipli bir adam, "Fine, art fotoğrafçısıyım, modellik yapmayı düşünür müsünüz" diyince ellerimi göğsümde kavuşturup, ’REALLY’ (Gerçekten mi?) diyecek kadar şımardım. Adam bana kartını verip uzaklaştı, bir baktım, siyah beyaz bir çıplak kadın fotoğrafı. Kesinlikle sanat için soyunulmuş. Peki ben? Çagrı’yı görünce şunu dedim: I’m new. I’m in New York. (Hem yeniyim, hem New York’tayım) Bunu yapmam gerekebilir, her Amerikan rüyasının ilk chapter’ında yazar:) bu şakayı yapacak kadar yukarı zıpladı ruhum. Hafiftim hafif.
Alıştığım birçok şey yoktu. Yeniydim çünkü. Toronto’da lavabodan su akmadı, dişlerimi küvette fırçaladım. Farzettim ki, o iş zaten orada yapılır. Alıştığım bazı şey de daha çoktu. Mesela her gün müzik vardı. Her gün saçmasapan bir yerden nem kapıp, beste yapmak mümkündü. İnsanın yeter ki ruhu zıplasın, havada dolaşan şey çoktu. İnsan yerlerden hastalık, göklerden heves kapardı.
Heves kaptım. Kavis yaptım. Bir sırrım vardı, herkese anlattım.
Bir yer buldum takılar satan. Yüzüğe hayvan, kolyeye de ne yiyiyorsa onu koymuşlar. Mesela ayı yüzük, balık kolye ya da kurbağa yüzük, solucan kolye gibi. Bu da yeniydi aldım.
Sincapla, palamut benimkisi.
(Bizi çok merak ederseniz, Montreal Jazz Festivali’nde ’grandma’ adlı besteyi söylerkenki halimiz, youtube’da wax poetic part3 yazınca çalıp oynuyor.)
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2007
İlhan Erşahin, yıllar önce: Nil, bu şarkılar çok güzel ama şu yan sokakta senin gibi gitar çalıp, şarkı söyleyen yüzlerce kız var. Bence sen, Türkiye’ye dön ve 13 tane Türkceçe şarkı yaz. Demişti. Ben de dinlemiştim. Aslında çoğunlukla kendimi, biraz onu, biraz da bir taksi şoförünü. Kararımı verip, dönmüştüm. Koca ’U’ dönüşleri olur ya, onlardan. Sonraki macerayı biliyorsunuz. Şimdi aynı maceranın küçük bir episodu, yine aynı karakterlerle Newyork’ta, Toronto’da ve Montreal’de geçicek.
İlhan’ın, ortaya memleketçe çok karışık Wax Poetic grubuyla, Newyork’ta birkaç konser vericem. Sonra da Kanada’da, Toronto ve Montreal caz festivalinde. Tarihleri şöyle:
1 Temmuz: The Yard/Brooklyn
5 Temmuz: Nublu/ NYC
6 Temmuz: Supermarket/Toronto
7 temmuz: Montreal Jazz Festival
Uzayıp da gidebilir, görücez. Benim için çok değişik ve yeni bir cesaret bu. İnsan bazen, sesini başka bir şeyin üzerine koyunca çok şaşırıyor. Duyulmayan laflarını duyuyo. Dünyasının başka dolmuşuna binmiş gibi, başka bir mahallesinde iniyo.
İlhan’la en son, "Hoppala" diye bir şarkı yapmıştık. Chantal da, 8 mm. klibini çekmişti Taksim’de. Belki google’ı gıdıklarsanız çıkar. Oradaki Nil mesela, benim bile ’memnun oldum’ diye tanıştığım, bir köşeme kıvrılmış kız kardeşlerden biri:) benden daha havalı. Daha komplike duruyo (ama değil, bu da onun numarası).
Kısaca, bu nedenlerle New York’a ayak bastım. Oh, iyi geldi, daha serin, yağmur ihtimali çok yüksek. Onun, sağı solu belli olmayan hava durumuyla benimki aynı. O yüzden ne zaman gelsem, lego gibi oturuyoruz. Günler burada, gündüz prova yaparak, gece çalıp söyleyerek geçicek. Ben yine şarkı söyliycem. Subab-dubab’lamiycam-hiç sevmem. Melodiler 3 dakika civarı söyleyeceklerini söyleyip gitmelidir’cilerdenim. Fakat, o sırada uyduracağım lafları da sabırsızlıkla bekliyorum. En sevdiğim şey, sahnede şarkı yazmak. Ruh çağırma seansı gibi oluyor. İniş için izin istiyosun, bazen veriyorlar bazen havada kalakalıyorsun.
İçimdeki duygulara bakılırsa; heyecan büyük: bilinmeyen bir kalkışmanın insanı özgürleştiren hali. Küçük bir merak: bu akşam Madison Square Garden’de Morrissey konseri nasıl geçicek? Büyük bir merak: acaba tam olarak ne için buradayım? Yol nereye kıvrılacak? Geçen haftalardan kalma, ama henüz bayatlamamış bir sevinç: ’seni sevmeyeni sevmek’ yazımı yazdığım Perihan Mağden, artık beni seviyormuş. Bağırmadan, yaşasın dedim içimden. Temkinli sevmiştir:) Yine de hemen, karmasını geri gönderip, yeni kitabını aldım. Yeni başladım. Annemle benim aramda geçiyor roman.
Bir duygu daha var. Büyük bir hüzün. Ama onu bugün buraya yazmıycam. Susmak istiyor. Berk’le ilgili. Bana da dokunmuş olan, sıcaktan ölen meleklerle ilgili. Canımı çok yakıyor, ölümün kurdaleyi nereden keseceğinin belli olmayışı. Bazen bir yanı bu kadar kısa tutuşu.
Ve de bu kadar yakın duruşu.
Yazının Devamını Oku