5 Kasım 2007
Öyle bir cümle ki, insan önce ne var bunda der, sonra aklına tek bir çatalın büyük gürültüsü gelir. Kalabalıklaşmalı mı, kalabalıklaşmamalı mı tekerlemesini söyler içinden. Yüzbinlerce yıl önceki atalarını hisseder iliklerinde. Onlar bir hayvanı avlayıp, kabileye sunarlardı; bir çalıya çekilip tek başlarına yemezlerdi diye hisseder. İnsan, dünyalar bencili olabilse de, her zaman bir şeyleri bölmekten çıkan ısıyla ısınmıştı. Sıcak bir ekmeği, bakkal dönüşü köşesinden koparmanın tadı, eve vardığında o köşeden kopmaya devam edicek olmasında değil midir?
Bir şey bana bir kaç kere seslendiğinde, onu dillendirmem gerektiğine dair, batıl bir inancım var. Bu lafı ilk, bir kitabın başlığında gördüm: Asla yalnız yemeyin. Sonra da bir dizide duydum. Meksikalı yaşlı adam söyledi. Demek ki, benim bunu bilmem gerek. Bunu antropolojik olarak açıklamak bilgim dahilinde değil, ama eminim yalnız yemek yediğimizde hayatta kalmak adına iyi bir şey yapmadığımız, DNA’mızın bir köşesine not düşülmüştür.
Hemen, Londra’da iki sene önce gittiğim workshop geldi aklıma. Yüz kişi kadardık. Kimseyi tanımıyordum. Öğle vakti gelince, yemek arası verildi. Ben sanıldığının aksine çok utangaç biri olduğumdan, kimseyle dersi tartışmaya kalkışmadım. Hızla çıktım oradan. Yalnız insanlar, acelesi varmış gibi davranır bazen. Sonra gidip, defter aldım. Sonra baker sokağında bir şeyler yiyecek yer aradım. Starbucks bana bu durumda ev gibi geldi. Bildiğim biri. Sıraya girip sandviç aldım. Fakat dışarı bakan barda yer yoktu. Yalnız insanlar dışarıya bakar bazen. Ben aşağı kata indim. Cep telefonuma baktım, notlarıma baktım, etrafa baktım, kendime baktım. Tuvalete gitsem, eşyalarıma bakıcak biri yoktu. Ona baktım... "Gel kahvemizi alalım, yediklerimizi sindirerek derse yürüyelim" diyecek biri yoktu. Yediğim şeyin tadı yoktu. Zaten, birkaç ısırıktan ileri gidemedim tek başıma. Yanlış anlamayın, kendime acımaya ve acındırmaya çalışmıyorum. O, bundan da kötü bir duygudur, ve kapısını hiç çalmamalı. Ben oraya bilerek ve isteyerek tek başıma gitmiş, üniversiteden beri ilk defa bu kadar gülerek öğrenmiştim. Bir arkadaşımda kalıyordum ve akşam yemeklerinde yalnız değildim. Ben öğlenleri hesap etmemiştim.
O öğlen yemeklerini hatırlattı bana bu cümle. Geceleri daha zordur kaldırıp bir kaşığı, dudağa taşımak çorbayı. Aklımızda, kalbimizde bulunsun: Karşılıklı lokma yutmak gibisi yoktur.
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2007
Bu filmi seyredin. Bu filmi seyreden bunu yazdı: İki üç yıl önce kitabını okumuştum. Okuduğum ilk karikatürlü romandı. Hem ağlayıp, hem gülerek ve buna da çok şaşarak okumuştum. Türkçe çevirisini ben yapmak istemiştim. O kadar sevmiştim o İranlı kızı. O kadar ben yazmak istemiştim, o İranlı kadının yazdığını. Müthiş bir kadın: Marjane Satrapi. Röportajı vardı geçen hafta, çok güzel cevaplar vermiş. İstediği yerde istediği kadar sigara içebildiği için, Paris’e taşınmışmış. Evet sigara insanı öldürür ama hayat da insanı öldürür diyo. Dilinden ballı akıl damlıyo.
Politika, bana ancak bu filmdeki halinde dayanılır geliyor. Böylesi bir ironiyle ele alındığında. Hem mesajı da daha etkili. Meydanlardaki megafonlardan, televizyondaki forumlardan ve gazete başlıklarından daha dokunaklı. Bir diktatörlüğün, küçük bir kız çocuğunun gözüyle bakıldığında ne kadar korkunç, saçma, anlamsız, acımasız olduğunu daha iyi anlayabilir insan. Bazı şarkıları da bu anlamda politik buluyorum. Pop şurubuyla içirilen mesajlar koymaya çalışıyorum şarkılara bazen. Tek taşımı kendim aldım diye dans ettirmek daha derinlemesine nüfuz edermiş gibi geliyor bana. Kadın olan, kadınlığını yüceltmenin, korumanın, paylaşmanın yollarına bakar. Satrapi de inceden bunu yapıyor. Bir kızı paranteze alıp, dışarıya koca harflerle hep korktuğumuz şeyleri yazıyor. Parantez böylece seyredenin içinde açılıyor. Kızı kollarının arasına alıp, karşısındakilere dirsek atmak istiyorsun. Kendi korkularından, gülerek ödün patlıyor. Bunu başarmak çok zor. İnsanlar korktukları şeyleri çok ciddiye alırlar. Onlarla dalga geçmez ve geçtirtmezler. Bu yüzden tüm korkaklar sıkıcıdırlar. Öcülerle de oyun oynanmaz, onlar saklanma sırası kendilerine geldiğinde mızıkçıdırlar.
Savaşı, kadın olmayı, çocuk olmayı, İran’daki molla devrimini, önce ve sonrasını, niye ve nasılını merak ediyorsanız bu filmi izleyin. Çok güzel, çok değişik. Hep Hollywood, hep gerçek insanlar, hep mutlu sonlar olmaz ki. Biraz da şu kızın ananesini dinleyin. Güzel kokmak için, sutyeninin içine çiçekler koyan bu kadının, en az bir lafını yazın bir yere. Beklenmedik şeyler insana fener olur hayatta. Belki duymanız gereken bir şey, bu filmde gizlidir.
Kimbilir belki bu yazıyı sırf bunun için okudunuz.
Yazının Devamını Oku 22 Ekim 2007
Paris. İlhan’larla (wax poetic) konser vermek için gittim geçen hafta. Yine o tahta köprüden aşağı sarktım. Yine taksi yoktu hiç. Ve yine bütün mönüler Fransızcaydı. Biz de ’şu masanın yediğinden, şunun salatasından, bunun tatlısından’ falan demek zorunda kaldık. Tamam romantik. Tamam r’ler hiç bu kadar güzel söylenmemişti, kızlar hiç bu kadar pıtı pıtı olmamıştı ve Jim Morrisson’la Sartre hiç bu kadar yanyana uzanmamıştı ama... Ortak bir dil oluştramıyoruz ki. Kız kıza Crazy Horse denen seksi şovu izlemeye gittik. Sanat için soyunulmuş. Bir kadının bu kadar açıkta kalıp, bu kadar paranteze alındığı şey seyretmemiştim. Bir de dünyanın en küçük İtalyan restoranında yemek yedim. İçeri girince, ’pardon’ deyip çıkmak istiyor insan. Dışarıda tabela falan da yok. Öyle 10 kişi falan, birbirine çarpa çarpa yemek yiyorsun. Ama bayıldım. Zaten insanlar dipdibe olmayı sever. (elimde kanıtlar var/kolumda kanatlar var:) Kısacası Paris, yine, sen nehri boyunca aşıklar arası köprü kurmaca oynuyordu.
Antony and the johnsons. Bu adam, şu anda gezegenimizdeki en güzel sese sahip olan varlık. Zeki Müren reenkarne olmuş da diyebiliriz. "I’m a bird now"u (ben artık bir kuşum) dinlemekten bir hal oldum. Sesinden kainat yayın yapıyormuş gibi. Uzun zamandır ilk defa, bu kadar ayırt edilen ve iç titreten bir renk duydum. Gördüm. Önce dinleyin. Sonra görüntüsüne bakın. Kafanızda o sese koyduğunuz kafa o olmayacak eminim. Bu sürpriz de benim çok hoşuma gitti ayrıca.
İnsanın kör noktası: gözünün önü, dizinin dibi. İnsanın çoğu zaman en yakınındakilere kötü davranması, yok sayması, kıymet bilmemesi gibi duyguları bilir misiniz? İşte bunların hepsi ondan. İnsan uzaktaki şeyleri görmeye çalıştığı için, evrim sürecinde iki ayağının üzerine dikilmiş bile olabilir. Fakat yanına kör. Bunu bilince insan, yakın gözlüklerini takabilir diye yazıyorum. Beyler bayanlar, ilk kurtarılması gerekenler dibimizde duran o birkaç kişiden ibaret.
Gece sokakta, yerde yazan yazılardan, zıplayarak yeni kelimeler türetme. Paris’te, bazı park yerlerinde yazan, upuzun bir kelime var. "Kamyonlar yanaşıcak, o yüzden arabalar siz parketmeyin" diyen bir kelime. Harfler üzerinde sekerek Türkçe bir sürü kelime yazdık, üstelik gece gece hoplayıp zıplamış olduk. Tavsiye ederim. Benim yazdığım bir kelime ’varil’di. (tabi hemen arkasından hop diye viral de yazdım) Pek yakında videosu, ’niltakipte.com’da.
Bu haftalık da bu kadar. Hadi gidin, dinleyin, unutmayın ve oynayın.
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2007
Okumak istediğin kitapların çoğunun, sayfalarında gezinemeden kapanıcak gözlerin... Söylemek istediğin bir dolu şey, dökülmeyecek hiç ağzından,
Yerin iki metre üzerinde uzanıyor olucak, o ’ölmeden önce görmen gereken 1001 yer’,
Babil’in bahçelerini içine ekmek için onca çaban...
Kalbini gümbür gümbür attıran başka kalpler de yanında, artık sessiz...
Elbet torunum yapar diye umut ettiğin, ama onun da kaçamayacağı tek kader,
Budur.
İnsan dediğin ölür durur.
Tek sayfalık böyle bir kitap çıkarmalı. Kapağında ’ölmeden önce bilmeniz gereken tek şey’ yazmalı. İçini açınca da, sayfanın en ortasında koca koca şu okunmalı: ölücek olduğunuz.
Bu fikir bir pazartesi hepimize, ’aman ne gerek var bunu kendime hatırlatmama’ kıvamında gelebilir. Fakat bu kıvam, en akışkan olanı. Ağdalı hayatlar yaşamamızın en büyük sebebi, ’interview with the vampire’ filmindeki Brad Pitt gibi, sonsuza kadar yaşayacağımızı zannetmemiz. Hastalıklar, bir yakının kaybı ya da kırışıklıklar gibi işaretleri görmeden yok saydığımız, tek gerçek hayat gerçeği bu halbuki. ’Gün geçmiyor ki çürümeyelim sayın seyirciler’ Evet hatta Digiturk’te her gün, sadece bu haberi sunan bir spiker olmalı. İnsanın kafasından ’dank’ sesi çıkarmak zor biliyorsunuz.
İnsan bir fıkra ya, geçenlerde 45 yaşında bir kadının ’büyüyünce’ kelimesini kullandığını duyunca, ağlanacak halimize güldüm. Allahım! O kadar eminim ki benim de bu cümleyi kuracağıma. İçindeki çocuk safsatasından bahsetmiyorum. Bu bayağı hayatı bilmemezlik. Ölümü bilmemezlik.
Her gün kendimize onu hatırlatarak, daha nefesli hayatlar yaşayacağımızı düşündüm. Bir gün vericez bir nefes, ve gelmiycek gerisi. Araştırmalar yapılmış. Hepimiz bilinç düzeyinde bunu bilip, bilincin dışında çaktırmadan, sonsuza kadar yaşayacağımızı düşünüyormuşuz. Halı altı ettiğimiz şeye bak! Sırf bunu yazan, söyleyen, bağıran yok diye.
Bu aralar diş çıkarır gibi, bunu çıkarıyorum içimden. Rüyamı anlattım mı size? Rüyamda Björk ölüyordu! Asistanı bile buna pek üzülmüyordu. Ben ona, o ölmeden önce, ’hayvan ve yemi’ takı takımımı hediye ediyordum ve sunduğum hiçbir çayı beğenmiyordu. Bir sefer kucağıma oturdu: Sen nasıl bir kız arkadaşsındır? diye sordu. Bi de caz standartlarını sever misin, söyler misin diye...
Tabiri caizse, rüyam da böyle. Siz son paragrafı boşverin. İlk paragrafı ezber bilin, yeter.
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2007
FLAŞ FLAŞ FLAŞ!!! AZ SONRA, İKİ GÜN SONRA, ÇARŞAMBA YAYINDA!!! Herşey şöyle başladı... Sami Bey: (penti çoraplarının sahibi) Nil Hanım, biz Türk kadınlarının desenli çorap giymesini istiyoruz. Biliyorsunuz desenli çorap giymek cesaret işi, çünkü dikkat çeker. Bu konuda ne yazık ki çekimser bir durum söz konusu. Böyle bir akımı başlatacak olan kişi olarak, aklımıza siz geldiniz. (neden ben olduğumla ilgili birkaç güzel cümle var atlıyorum) tabi en önemlisi de, desenin penti markasıyla birleşmesi.
Nil: Yani benden, ’desenlerinizi göstermekten korkmayın’ dememi mi istiyorsunuz?
Sami Bey: Aynen öyle.
Nil: ... Ben bunu diyebilirim. Demek de isterim. Hatta benim, demek istediğim bu! (böyle demek istediklerime sponsor bulmaya bayılıyorum)
Düşünüp taşındım. Bir kadının, her gün evden çıkmadan önce, kendisine uygun ruh desenini bulmak için harcadığı saatleri düşündüm. O gün nasıl bir kadın olduğu ve olmak istediğiyle ilgili gelgitlerinin tüm yükünü taşıyanın, gardıroplar olduğunu buldum. Bir de erkekler. Onlar da her gün, acaba bugün karşımıza hangi desenle çıkacak diye bekleşip dururdu. Bunu anlatan bir şarkı yazmalıydı önce. Sözleri şöyle:
Tamam tamam öyleyim
Bir öyle bir böyleyim
Hergün tanış benimle
Farkında bile değilsin
Seni cezbeden de bu
Niye beni seçersin, etraf desensiz dolu?
Ben bugün nasılım, yakın mı uzak mıyım ben?
Of ne bileyim
Açık bir kucak mı, yoksa bir tuzak mıyım ben?
Bunu bir düşüneyim
Sakin ve serin mi, senin mi benim miyim ben?
Birini seçeyim
Kalp miyim akıl mı, aklı karışık mıyım ben?
Ruhum hep desen desen
Böylece, tüm kadınların, tüm tuhaf desenlerini akladım. Tabi kendiminkileri de. Ortaya bir laf attım. Bakalım nolucak?
Reklam bu hafta yayında. Umur Turagay reklamı cektiii, Oguzhan Akay yazdııı, Ozan Çolakoğlu şarkıyı düzenlediii ve Şermin Ekinci bunları birbirine bağladııı... Nil de ’hani benim desenim, hani benim desenim’ dedi.
Her projenin gizli kahramanları olur. Bizimkininki de, Ali İrepoğlu ve Beşir Halbuni.
Bu yazıda adı geçen herkese, bir de emeği geçen ama adı geçmeyen herkese, cok teşekkür ederim.
Reklamları dinlediniz. Esen kalın.
Yazının Devamını Oku 24 Eylül 2007
Benim havalar çalmaya başladı atmosferde. Uuuu rüzgar, şıp şıp yağmur, khahaha gök gürültüsü, lıkı lıkı lıkı çay suyu kaynaması... Ev oturması. İçim demleniyor bu havada, üfleyip kendimden içebiliyorum. Gri beni hiçbir zaman mutsuz etmedi. Etmiyor.
Dikkat ettim, beni takip ediyorsunuz. Etmeyin. Nereye gitsem gelmeyin. Hem başınız döner, hem benim dönüp dolaşıp aynı yerlere varmam sıkar sizi. Fikirlerimi sıklıkla değiştiririm. Prensipler, ideolojiler, aynı şeyi sevip, sayıklayıp durmalar bana çekilmez gelir. Mobilyalar ve duvarlar sabit de olsa, insan boyar çekiştirir.
Hah, bu girizgahtan sonra her şeyi geri alabilecek hale geldiğime göre, asıl konuyu açayım. Geçen hafta, bir fısıltıya haklısın deyip havaya kaldırdığım ellerimi, yine yürüyüş pozisyonuna getirmek istiyorum. Çocuk ve kariyer konusunda, ’çabuk pes ettin’ yazmışsınız. Haklısınız. Pes edemem. En anne halimde bile, dilim susmamalı benim. O susarsa, benden fayda göremez kimse. Hele bebekler hiç.
Tabi o yazıda, dayımın yeni doğan kızının etkisi vardı. Adını ben koydum: Peri. Perinin resimleri her yerde, telefonumda bilgisayarımda. Daha hiç görmedim ama olsun. Kokusu buraya kadar geldi. Ben de en kısa zamanda gidip görücem, o başka ülkede büyüyen periyi. Doğal olarak etkileniyorum tabi. Kadınlık eşittir çocukmuş gibi geliyor bir an. Geçiyor sonra. Kendimin ne işe yaradığını, sürekli yeniden aramazsam, bulmazsam, çocuğu da kaybederim diyorum. İnsanın en kalabalık ailelerde bile yaşasa, sadece kendinin girebildiği odaları olduğunu biliyorum. (Hahaha, yanlışlıkla kedinin yazmıştım, düzelttim. Ama o da var tabi.) O odalardan biri de, bir şeyler vermek, yaymak ve takdir ve sevgi görmek. Hem benim gibi bu odaları geniş olanlar da var.
Demek ki, o tarafa ya da bu tarafa yatmadan, denge tutturmak gereken bir konu bu da. Yine yoga yani. Esneyip kuvvetlenmenin mümkün olduğunu gördük. İçinden bir tane daha çıkmayanların, kendisini bomboş bulduğunu gördük. Kadın olmanın kolay olmadığını da. Pes etmeyeceğimize göre... Pes edip kenarda oturmayı seven var mıydı çocukken... İnsana berbat hissettirir kendini o. Benim üye olduğum bir dergi değil o.
Başımıza getirip, mücadelesini verme yeri burası. Eğer böyleysen gel.
(Yağmura rağmen nem kapmamışım, demek ki ciddiyim.)
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2007
Bahar, yanıma gelip kulağıma eğildi ve aynen şöyle dedi: Hadi artık söylediğini geri al, ikisi birden yapılmıyor... Henüz çocuğu olmayan bir kariyer koşucusu olarak, hariçten gazel okumuştum. Bu doğru. Yaparım, yapabilirim anlamındaydı gerçi. Kafamdaki geleceğe ait, bir kolunda pazusunu sıkan, öbür kolunda çocuğunu emziren anne resmimdi beni cesaretlendiren. Karnım şişmeden, göğsümü şişirmiş, ve bir nefeste söyleyivermiştim: Çocuk da yaparım, kariyer de. Onlardan da cevap gelmişti hemen: Yok ya.
Şu anda, en azından İstanbul’daki bir sürü toplantı masasının etrafında, eli dosyalı, eteği mini, mini mini kadınlar dolu. Çoğu, 30’unun sağında solunda duruyor. 30, çocuk konusunun iç meclislerde tartışmaya açıldığı bir yaş. Bir şarkım daha vardı: aman gün almasın 30’undan/bir tane bulunsun aynı babasından... diye. Şarkı söylemesi kolay tabi. Günü gelince kafandaki pop fikirler birden klasikleşmeye başlıyor ve sen dans pistinden inip, sandalyene oturuyorsun. Hollywood filmlerinde genelde, o sırada partiden senin kadar sıkılmış yakışıklı yanında oturuyor olur ve olay bir şekilde elbet tatlıya bağlanır. Fakat hayattaki hiçbir hikaye, ’ve sonsuza dek mutlu yaşadılar’ diye bitmez. Biz biteriz. Peki bu çocuk ve kariyer maçı kaç kaç bitecek? Hepimiz, er geç birgün, Bahar’ın durduğu yerde durup, kendi kalemize gol mu atmak zorunda kalıcaz? Golü kariyer kalesine mi, çocuk kalesine mi atıcaz? Başarı emme gücümüz ve isteğimiz, emzirme gücümüzün önüne mi geçecek?
Zamanın şarkıları, o günün ruhunu taşır. Bu şarkı da, bugünden bahsettiği için, içimizden gizliden gizliye eşlik ettiğimiz bir ıslık haline geldi. Bizi çağırıyor. Bizi, kitapçıların, herkesten gizleyerek de olsa uğradığımız ’self help’ (kendim bana yardım etsin) bölümünde yakalıyor. O kitapları, kendine yardım edebilenler okur diye düşünüyorum hep. Kimse gidemeyeceği yerlerin haritasına para vermez. Bir kadın, gidemeyeceği yerlerin şarkısını yazabilir mi? Gidemeyeceği yerlerin şarkısına eşlik edebilir mi? ’Haydi sevgilim, başka bir gezegene gidelim’ albümünün şarkısı mı bu yani?
Görüyorsunuz değil mi, cevaptan çok sorularım var. Ana yollardan çok, kestirmelerim. Kadın dediğin de böyle olur zaten. Fakat, bu soru kafamı meşgul ediyor. Birgün seçmem gerekse, sanırım, ben de Bahar gibi çocuğu seçer, kariyere hayıflanırım. Hem Madonna’nın dvd’sinde gördük, ’hep aynı şeyin daha büyüğü’ diye gidiyor bu iş. Pek enteresan değil. Şarkı yazar yazar, arkadaşlarıma söylerim ne yapayım? Biraz içince de, fazla anlaşılmadım ben aslında dünya çapında adamdım derim... Yooo, hayır yapamayacağım galiba, yok yok yapıcam. Bir tanesini... İkisini birden... Birini adam gibi ya da ikisini yarımyamalak. Bilmiyorum. Bir başka Bahar’a kadar susuyorum.
Pas.
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2007
İnsan bazen beğenmediğini de kıskanabilir, ama çok daha az’ başlıklı yazımı yazmaktan vazgeçtim. Gecen hafta bu konuda söyliyceklerimi söyledim. Zaten şu an, kafamı meşgul eden şeyler değişti. Gece hayatını sevmediğimi yazmak istiyorum. Kırk yılda bir gerçekleştirdiğim, gece partiye gitmelerden biriydi dün gece. Bir yer açılıyor, insanlar açılıyor, açılın geliyor falandı. Açılışları da sevmiyorum. Galaları ve kokteylleri de. İçki sevmiyorum. O zaman çekilmez şeyler, olmıycak detaylar gözüne batıyor. Herkes salak geliyor bana. En salak da ben.
Mesela bu geceki açılışta, tuvalette sıra beklerken, yanıma gözlüklü entel tipe bürünmüş bir kız geldi. Ben konserden çıkmıştım. Üzerimde, çok renkli bir peruk vardı. Kızla aramda geçen diyalog: -bu senin saçların mı? hayır, peruk. peki kirpikler? onlar da takma sen ne iş yapıyorsun? şarkıcıyım. ne tarz? pop nerden geliyorsun? konserden. neredeydi konser? parkorman mesela hangi şarkı senin? pırlanta ben burada yaşamıyorum da, kusura bakma, seni tanımalı mıydım? yoo. Komik diyalogdu ama halim yoktu. Gerek yoktu.
Aslında tuvalette kalmayı tercih etmeliydim. Hatta kıza hikayenin onun tarafını sormak bile, daha eğlenceli olabilirdi. İnsanların cazip görünmek için büründükleri tipler, hiç enteresan değil. Karanlık, yüksek müzik, bağırarak konuşan insanlar, sağa sola oynayan gözler. Rock, punk, devendra bernhardt kopyaları. Kötü danslar. İşin en kötüsü hep aynı insanlar. Hepsi, şehrin nabzını tutmaya çalışan kalp hastaları gibiler. Yanlış anlamayın, kendimi birşeylerden ayıklamaya çalışıyor falan değilim. Dün gece ben de onlardan biriydim. Tek farkım ayıktım.
Aslında geceye saklanan şeyleri seviyorum. Tüm o sessizliği ve istediğin herşeyi örtebilen o siyah örtüyü. İçindeki hortlaklara sarılan şarkı yazarları için, en güzel zaman. Rüyanı ayakta görmek de iyi fikir. De... Ben zaten sahneye çıkıp, kurtlarımın tamamını döküyorum diye herhalde, eğlenmeye susamıyorum hiç. Eğlenmek için bir yere gidersem de eğlenemem. Eğlendirmek için gidersem, daha çok eğleniyorum. Bu da benim işimin, kişiliğimde yarattığı defolardan biri olsun.
Peki ben şimdi onca insanı orda bıraktım, onlar napıyor? Uyusalar erken kalksalar keşke. Bazıları sabahı unutmuş olabilir. Kadınlar da kadınlara çok kötü bakıyor. Kadın kadından korksun, hiçbir şeyden korkmadığı kadar. Haklısınız, bu devirde uygun birini bulmak zor. Sor, peki bir soru daha sor.
-adın ne? nil karaib..., nil.
Yazının Devamını Oku