27 Ekim 2008
Hak verin: Babam, geçen hafta bir sabah, kahvaltı ederken şöyle dedi: "Mutluluğun formülünü buldum! Söyleyeyim mi? Kısaca SUP! Yani... Şükret, üret, paylaş!" Kısa, kaba ve gerçek şeyleri çok sevdiğimden, içime hemen yerleşti bu. Bir daha unutmam. Şükretmek, sahip olduklarına bakmak. İnsanoğlu hep, sahip olmadıklarına bakar. Gerçi artık biraz zor. Dünyanın parası bitti, zaten biliyorsunuz. Cepleri boşaldı. Şu an, gereksiz tüketim yapmak, etrafı kirletmek, açgözlülük, gösteriş gibi kavramlar çöpte. Üretmek desen, zaten hayatı anlamlandıran şey. En ufak bir katkıda bulunan insan bile, hah der, buradan boşu boşuna geçip gitmedim, şunu yaptım en azından. Paylaşmaksa, çoğalmak. Paylaşmayan herkes tekil. Teke. Paylaşılmayan her şey öksüz. Şüphesiz, mutluluğun bunlarla alakası var. Zaten çoğu mutsuzlar, bunları yapmıyor. Biz yapalım.
Gitmeyin: Ben Stiller’in son filmine. Gitmeyin işte.
Buradan bakın: Restorana girdim. Üç adım attım. Üç adım esnasında, ben dahil bütün kadınlar birbirimize baktık. Şöyle bir üzerimizden geçtik. Sonra ben, masamıza oturdum. Bir yeri anlamış insanın rahatlamasıyla, yemek ısmarladım. Sonra, fark ettim ki, kadınlar birbirlerine kötü bakıyor. Birbirimizin suratına sanki neşter atıyoruz. Noluyoruz? Bu kadar rekabet halinde miyiz? Maymunlar cehenneminde miyiz? Biraz gergin olmamızı anlıyorum, üzerimizden yüksek gerilim hatları geçiyor. Bugün bir kadın: a. Hep genç ve güzel olmalı. Olmak için her şeyi yapmalı. Botokslanmalı, detokslanmalı. b. Çocuk da yapmalı, kariyer de. c. Çocuğu yapar yapmaz, hemen zayıflayıp, a şıkkındaki hale gelmeli. d. İyi bir aşık olmalı, erkeğini kaçırmamayı bilmeli. Erkek kaçarsa, sebebi kendinde aramalı. Bu arada tabi ki a, b ve c’yi elden bırakmamalı. Bütün bunların beynimizi ve bedenimizi yorduğunu biliyorum ama, bu kadar da tırnaklı olmaya lüzum yok. Erkekler birbirine nasıl bakıyor diye sordum. Hiç öyle değilmiş... Erkek olmak varmış.
Unutun: İnsanı yaşlandıran, yüzüne bitter çikolata tadı veren şey, kötü hatıralar. Her gün bir posta, onların üzerinden geçenler var. Geçmeseler, hayat hikayeleri kopar sanıyorlar. Halbuki hafıza çoktan seçmeli olabilir. Güzel şeyleri ayıklamak ve bilinçli olarak onları sulamak mümkün. Üzerinizden nasıl büyük bir toprağın kalktığına inanamazsınız. Kendinizi nerelere gömdüğünüze şaşarsınız. Unut ’gitsin’, ne güzel lafmış. Kalan gelsin diyorum.
Ve şimdi izninizle, sizi ve kendimi, bunlarla baş başa bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2008
Geçenlerde, bir bilim kurgu filmi seyrediyordum. Filmde, kötü robotlar dünyayı basmıştı. Tahmin edersiniz ki, bir grup seçilmiş öğrenciden, bilgisayar başında, dünyayı bu halden kurtarmaları bekleniyordu. Kamera sırayla bu ’düş takımını’ taradı. Kıza geldiğinde, beynimde, düşünceden daha hızlı bir şekilde, şu alt yazı geçti: A, bu kız çok güzel, bu yapamaz! Film boyunca, kızın hiçbir konuşması inandırıcı gelmedi. Filmdekilere de gelmedi.
Güzelliğin, insanı bir su yatağı gibi kaldırıp, boş boş gezdirdiği düşünülür. O, beraberce koyun koyuna doğulan koca bir anahtardır. Kapılar, güzel olana ittirmeden açılacaktır. Fakat, hayata bir sıfır avantaj sayısıyla başlayan bu insan, niye kendisini bu kadar komplike bilgisayar programları yazmaya itsin? İtmez tabi. Tam öğrenememiştir o kesin. Saçlarını toplamaya bile daha çok vakit vermiştir. Ne de olsa, biz onu o daha bebekken kayıracağımıza söz vermiştik. (Hepimizden bahsediyorum)
Güzel insan, kendini geliştirmek gibi derin, sofistike incelme yöntemleriyle uğraşmaz. Zaten inceciktir. İltifat duymaktan, kesin budaladır. Kendiyle karnı toktur. Dolayısıyla, aç bir şekilde bilgiye, meraka, anlamaya saldırmaz. O vitrindedir bir nevi, bakarız. Ağzını açarsa, dinler ama için için dediklerini bozdurur harcarız. Güzelse, sadece güzeldir işte.
Bunları, aklımda bunca zaman tutmuş olmamdan dolayı, bir anda içimden geçti o düşünce: Güzel kız, yapamaz. Bırakın dünyayı kurtarmayı, sigarasını bile yakamaz o. Ekmeği elden, suyu güldendir onun... Tabi kendime hiç yakıştıramadım. Ben böyle düşünüyorsam, erkekler kimbilir neler düşünür. Gerçek hayatta, sırf güzel diye, birilerini nasıl cezalandırıyoruz demek ki. Bundan kurtulmam gerekti. Buraya yazarak, bu köşeye buruşturup atıyorum bu düşüncemi.
Kimse güzel diye becerikli, güzel diye beceriksiz; çirkin diye akıllı, çirkin diye aptal olamaz. Kadınların kadınlara karşı işlediği suçların başında bu var. Güzelse yapamaz.
Unutalım gitsin. Hayat bazen, bol kepçe koyuyor bunu kabul edelim. Öyle ’rüya takımlar’a inanalım. Ha, kadındır yapamaz diyorsanız, önüme geçin sırada, çünkü o bundan da fena. En azından benimkine rastlamak zor...(bak hálá:)
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2008
Bu aralar sinemalarda wall-e diye bir film oynuyor. Animasyon film. Kendinizi kocaman adam görüp, gitmemezlik yapmayın. Filmin neredeyse ilk yarım saatinde, herhangi bir konuşma yok. Sadece müzik var. Ve dünyada tek başına kalmış, bir nevi çöp öğüten bir robot. İnanılmaz olan, bir teneke, müzik, ve sıfır konuşmayla insanın içindeki tüm duyguları harekete geçiren hikaye. Aşk var, yalnızlık var, acı var, iş güç var, hayal var, tutturmak var, sıcacık hisler var, korku var. Hepsi var. Hepsini sığdırmışlar, bu kadar az şeyin içine.
Filmde insanlığın hali vahim. Herkes obez. Herkes, sürekli çok hızlı bir şekilde bir şey tüketiyor. Kimse birbiriyle konuşmuyor. Herkes önündeki ekranla meşgul. Bu beni şaşırtmadı. Şu anda bile etraf ’ah bir eve gitsem, çayımı alıp facebook’a girsem’ diyen insan dolu. (Size msn, facebook vs... bezlerde parmağım olmadığını söylemiştim değil mi? Biri ben gibi yapabilir- gerçi nereye kadar yapılabiliyorum bilmiyorum hahaha:)- fakat o ben değilim) İşim soyadla değil, rumuzla konuşulmasına zaten gıcığım. Örnek: Ben Lüleburgaz ve şu insanı, şu filmi, şu şarkıyı, şunu, şunu, şunu beğenmedim! Yapamamışlar, olmamış. Yok ya. Peki, seni yapmışlar da, olmuş musun?:)
Filme dönelim. Animasyonun uçsuz bucaksız hayal dünyasının en tüyler ürpertici bölümü, uzaydaki aşk sahnesi. Gözleriniz hayranlıktan, birkaç milim daha büyüyor. Yerçekimi gidiyor ayaklar altından. Ipod rengi, yumurta şeklinde bir kadın robot var, bizimkisi hemen aşık oluyor. Adı Eva. Ya da Eve. Havva bir nevi. O da tam kadın. Yakıp yıkıyor ama seviyor da. Peşinden koşturuyor ama arkasına bakıyor da. Uğraştırıp duruyor bizimkisini. Bizimkisi de tam erkek. Bildiği, üç-beş şey. O üç beş şeyin peşinden gitmeye kilitli bir software. Kızın peşinden galaksiler geçiyor. Erkek olmanın hesapsızlığına bazen çok özeniyorum.
Bir karikatür vardı. Bulursam resmini koyarım. Bir müzik aleti gibi bir şey. Kadında binlerce düğme var. Erkekte bir tane. On/off. Abartılmış tabi ama gerçeğe çok uzak değil. Ben o basitliği seviyorum ayrıca.
Yani ne bileyim, wall-e’ye bakalım. Çöpleri toplayıp, küp yapıyor. Eva’yı görüp aşık oluyor. Tutturup, peşinde perişan oluyor. Bu sürecin hiçbir noktasında, acabası yok. Çok gerçek.
Bu yazıyı böyle bitireceğim hiç aklıma gelmezdi ama bunları bildiğimize göre: Kadınlarla erkekler niye anlaşamıyor acaba?
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2008
Charlotte, Paris’te yaşayan çok güzel bir kızdır. O kadar güzeldir ki, sarı saçları şelaleler gibi omuzlarından kollarına dökülür. Boyu upuzun, bacakları upuzundur. Bir reklam ajansında, müşteri temsilcisi olarak çalışır. İyi para kazanır. Ailesi çok varlıklıdır hatta. Geçen yaz, Güney Fransa’daki malikánelerini, Brad Pitt-Angelina Jolie çiftine kiralamışlardı. Hatta, "Geldiğimizde evde, hizmetlilerden başka kimse olmasın" diye tembihlemelerine rağmen, Charlotte gidişini muzipçe geciktirmiş ve bu meşhur çiftle tanışmıştı. Bense Charlotte’u geçen hafta Paris’te tanıdım. Şu ana kadar, fütursuz bir roman girişi gibi gelişen bu bilgileri almanız, kuralı sorgulamamanız açısından önemli.
Paris’te, bir arkadaşım beni Charlotte’un evine davet etti. Bilirsiniz, insanlar birbirlerinin hayatını merak eder, fark etmeden ve ettirmeden incelerler. Hatta benim en sevdiğim şeylerden biri, sokakta, perdeleri sonuna kadar açık evlere ve orada yaşananlara şahit olmaktır. İnsanın içi, insanlığa ısınır. Dersin ki, "Oh... Üç aşağı beş yukarı aynı şeyler işte!" Ben de, böyle gözlerle incelemeye başladım biraz önce tanıdığım bu güzel Fransız kızın hayatını. Herkesin evinden yola çıkıp, kendisine varmak mümkün.
Fakat bu evde bir tuhaflık vardı. Her şeyden çok az vardı bu evde. Gerektiği kadar. Mesela, bir şampuan bir sabun. Küvetin kenarında öyle yalnız başlarına... (Birbirleriyle uzun zamandır konuşmadıklarına eminim.) Minnacık bir dolap. İçinde birkaç elbise kazak. Altı yedi ayakkabı. İki dvd. Beş cd. Ipod. Dört bardak, birkaç tabak. Birkaç mum. En fazla on tane kitap. Hiç ruj yok! Çantasındaymış. Zaten lipstick o da... Hayatta bazen, birleştirdiğin kalıpların tamamen dışı bileşimler olur da, şaşakalırsın ya. Başa dönersin ya. Bir yerde bir hesaba, olmazsa olmaz diye eklediğin bir kalem birdenbire, tek bir örnekle, kendini siler ya. Öyle oldu bana. Gözlerindeki silik eyeliner dışında, süsü de yok bu kızın. Peki bu kız nasıl böyle kız oldu? Nasıl böyle sade kaldı? Kadın oldu? Dışarıda bu kadar az şeyle, içi çok oldu? Anlayamadım. Çözemedim. Ona zaten banyosunu gördükten sonra, "miss simplicity" adını takmıştım hemen. Bayan Sadelik. Beni şaşırtan şey, aynı zamanda modellik yapacak kadar güzel ve havalı, aynı zamanda varlıklı bir kızın bu hayat seçimi. Olağanüstü... Kendi hayatım, arı kovanı gibi başımda vızıldamaya başladı. Paris sokaklarında beni takip edip durdu bu arılar. Tek çöp bir şey alamadım. Hep sordum: buna gerçekten ihtiyacım var mı? Buna benzer, aynı işi gören bir şeyim var mı?... Koca koca alışveriş merkezleri, bizi kandırmak için birbirleriyle iddiaya girmiş ahtapotlar gibi gelmeye başladı. Kaçtım, kaçtım, saklandım. Sahip olduklarımın, yarısından fazlasına ihtiyacım yoktu. Hayatı ağırlaştıran şey, seçim çokluğu. Az şey kadar güzeli yok. Gereği yok. Sonumuz belli. Banyoda bütün ürünler, dopdolu şişelerle birbirlerini köpürtürken, hiç giymediğimiz kazaklar lüzumsuzca dizilmiş t-shirt'lere dolapta el şakası yaparken, hiç açılmamış kitaplar kendi kendilerine konuşurken... Biz orada olmayacağız. Üstelik onlar da, boşu boşuna bizden başka kimsenin olmamış olacak.
Anladınız değil mi Charlotte kuralını.
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2008
Uzun zaman önceydi. Ne kadar uzun olabilirse işte. Anladım ki, doğumuyla insan yola düşermiş. Sonra bir süre daha geçti. Gördüm ki, bu yolculuk, bizden bağımsız ilerleyen bir vasıtayla gerçekleşiyor. Bu hem içime su serpti hem de hoşuma gitmedi. Kadercilik, pasiflik gibi geldi. Ne yani, direksiyonu sağa sola kıramaz mıyım? Ne yani, dört yol ağızlarında ya da yol ikiye ayrıldığında, ben değil miyim birine sapan? Ya da seçmeyip, orada kalan (ki, bir terazi burcu olarak, kimselere tavsiye etmeyeceğim favori pozisyonumdur)?
Sonbahar yaprakları nihayet İstanbul’a vardığına göre, bir süre, teslimiyeti kabullenebiliriz bence. Hani değiştirmek ve seçmek zorunda olduklarımızı rüzgara bıraksak? Hani ne bilelim değil mi, bir yere gider tohum olur, ya da kurur kalır heba olur... Hayatla ilgili emin olduğum bir şey varsa, o da hiçbir şeyin olduğu gibi kalmadığı. Bu da onu heyecanlı kılan şey. İnsan da komik varlık, her şeyi sabitlemek ister. Ya da yok etmek. Hiçbir şey yok olmuyor desem, fazla mı ileri giderim. Görmediğim yerlere giderim evet, ama his diye bir şey var. Tuzlu hisler var insanın içinde. Hayatına lezzeti katan baharatlar var. Fark etmeden salınmaya başladığın şarkılar gibi, çoğu şey kendiliğinden. Dur işareti, geç işareti, yok bekleler falan var mı sanıyorsunuz? Kendi üzerinize fazla çullanıyorsunuz bence. Bana ne kadar benziyorsunuz.
Bu aralar, şehrin sokaklarında yeni şarkılarımı gezdirmeye başladım. Biraz alışsınlar istiyorum dışarıya. Hep stüdyoda olmaz değil mi?... Gece yarıları arkadaşlarımı evlerinden alıp, bedava boğaz turu ve bir şarkı. Şermin’i aldım iki gün önce, şarkı bitince ağlamaya başladı. O ağlayınca, ben de ağlamaya başladım... "Ne kadar değiştin, büyüdün, kalbi ortada oldun" dedi bana. Xl’i radyolar ilk çaldığında da ağlamıştı. O güne benzedi. Bazı insanlarla kurulan bağ, etten, sütten, kömürden, ateşten. Kopmayan bir şeyden. Ne güzel. Onlar senin, sen onların yolculuğuna şahit. Yoksa da orda, ordayken de yok gibi. Yani tamamıyla var.
Londra’da Damien Hirst’ün sergisine gitmiştim. Adam güzel hayvanları bir maddenin içine koyup, sonsuza dek aynı kalmalarını sağlıyor. Zebraya bakmaya gitmiştim aslında. Kafasındaki tüyler birer birer uçuşuyor gibiydi. Capcanlı, dipdiri duruyordu. Koca bir akvaryumda, bir sonsuzlaştırıcı sıvının içinde. Ölüme gülüyordu kıs kıs. Etrafında dolandım. Gözüme doladım her ayrıntısını. Ama en güzel şey, adamın bu hayvanlara taktığı isimdi: Beautiful inside my head forever. (Aklımda sonsuza kadar güzel)... Biriyle yolculuğa çıkarken aklımızda bulunsun, bence ilk yola çıkışta ne varsa, o saklı kalsın. O maddenin içinde korunsun. Aşık olduğumuzda, onda ne bulduğumuzu soranlara, ’aklımda sonsuza kadar güzel’ diyelim.
Aklımızda sonsuza kadar güzel kalsın bu yolculuk, şahitlerimiz olsun şahitleri olalım, direksiyonu bırakalım. Nasılsa kendi kendine gidiyor...
İşte ellerimi bırakmış, el sallıyorum size.
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2008
Hayat kısa. Bütün yollar uzun.
Herkes köşeli.
Dünya yuvarlak. (bkz. Ay tutulmasının gölgesi)
Varılacak yer yok.
Sadece yolculuk var.
Kelimelerin içi boş, dışı süslü.
Sadece gözler ve davranışlar gerçek.
Bazı çiçekler pembe, bazlıları beyaz, bazıları dikenli.
Herkes bir yerinde güzel.
Herkes her şeyi yapmaya muktedir.
Ağaçlar sonbahara aşık.
Herkesin tamamen soyunabileceği birine ihtiyacı var.
Herkesin bir ara her şeyini soymaya ihtiyacı var.
Dışarısı soğuk.
Kadınlarla erkekler benzemez.
Herkeste ortak olan, farklı olandan çok.
Sokakta aklına bir şey gelince gülenler, aşık.
Bir erkeğe, bir kadına, bir hayvana ya da bir çocuğa.
Canlılarla sarılı değilsen, hayatın kurak.
Affetmek ve kabul etmek birbirine benzer.
Her şeye başka bir şekilde yeniden bakılabilir.
Her gün teşekkür etmek iyidir.
Her gün şükretmek iyidir.
Her gün en azından birini ya da bir şeyi biraz daha sevmek iyidir.
Koşmasan da olur.
Yürümek insana hep bir sonrası olduğunu hatırlatır.
Bir yerden gidilmez, hiçbir şey bitmez.
Düşündüğün şeyler sana şekil verir.
Bazen sopa gibi olursun, bazen ay çöreği, bazen sabun gibi köpüklü.
Ne düşünüyorsan öyle.
Herkes her şeyi hisseder.
Bulaşık yıkamak ve yemek yapmak anne.
Aile en sağlam sığınak.
Belli bir yaştan sonra herkesin yüzü üzgün.
Alışkanlıkları terk etmek alışılmadık.
Delilik yaygın.
Bazı şarkılar kalbi ikiye ayırabilir.
Altı ay sonra ölecek olsan nasıl yaşardın?
Tek soru var o da bu.
İnsan gelecekkolik.
Gelecek daha gelmemiş bir şimdi.
Geçmiş olmuş bitmiş şimdiler.
Asansörde yanındakilerle konuş.
Konuşmamak ruhu kısar.
’Off’ diye bağır, ’hey’ diye bağır, ’aaaa’ diye bağır.
Yüksek sesler çıkarmak, coşkulu şeyleri yanına çağırır.
Ne yöne saparsan sap, virajlı.
Hayat anlar gibi olunamayan şey.
Paylaşmaktan başka şansın yok.
Hayatındaki her şeyi serbest bırak.
Yerçekimine güven.
Sayıklamak serbest.
’Sen yeter ki sev’ şarkı sözü.
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2008
Angel’da bir sandalyede oturuyorum. Eteklerimi yere serdim. Bugündeyim. Akşamüstü, Serpentine Parkı’nda yere eğildim ve yılın ilk sonbahar yaprağını topladım. Saçıma taktım. Kuzeye ait olduğumu biliyorsunuz. İstanbul çok sıcaktı, sonbahara ihtiyacım vardı. Uzun kollu şeylere. İçimin ürperip dışarı çıkmasına... Yaşasın Londra! İstanbul’dan taşınca, fazlalılığımı kucaklayan yer.
Madonna konserine gittim. Yari beğendim. Beğendiğim şey, çocukken lambamı bile resimleriyle kapladığım kadının, 50’sinde zamanı reddetmesi. Gerçi bu beni şaşırtamaz. Hiç bir zaman yere kapaklanmayacağını biliyordum. Ölene kadar disko kraliçesi olmaya yemin etmişti. Fakat bir yanım da beğenmedi. Ah o yanım. Beni yakan yanım. Öbürü sönünce yanan yanım. Dedi ki: Hálá o şortlarla ve o dize kadar çizgili çoraplarla, sırf bize "50 değilim işte" demek için, beş dakika boyunca sahnede ip atlayacak kadar terse kulaç atması ucuz değil mi? "Bilmem" dedim. "Yaş var mı ki?"...
Aslında yaptığım işle ilgili şeyler düşündüm konser sırasında. Biz sahneye çıktığımızda, karşımızda ister 90 bin, ister 90 kişi olsun, bir tür psiko drama yapıp, şeytanlarımızla yüzleşiyoruz. "She’s not me" diye bir şarkısı var. (O kız ben olamaz gibi bir şey). O şarkıyı söylerken tam bir terapi seansındaydı. Kendisini kutsadı. Bir erkeğe ve bize, "Kimse ben olamaz ve olamayacak da" demek için, arkada kendi eşsiz yolculuğunun görüntüleri eşliğinde, üç tane Madonna benzeri kadının ortasında dans edip, onlarla dalga geçti. Hepsi hayatının bir dönemine benzer giyinmişti ve tabi ki sahteydiler. Kendisini bizlerin önünde bir kez daha onayladı. Konserden çok etkilenmedim. Kendimle 1-1 berabere kaldım. Üzerime bir duygu yapışmadan ayrıldım oradan.
Daha acayip bir şey anlatmam lazım. Gerçekten, insanın inandığı şeyi gerçek yapmasıyla ilgili bir küçük kanıt. Burada bir arkadaşımın evinde kalıyorum. O burada yaşamıyor. Ben, evinin anahtarını evi temizleyen Brezilyalı Nana’dan aldım. Nana’yla kapıda buluştuk ve bana üç anahtar verdi. "Bak bu, apartman kapısını açıyor, bu da evin. Diğeri eski anahtar, kullanmıyoruz" dedi. Ok. Kolay. En üst kata çıktım, bir baktım, kapıda üç anahtar deliği. Hepsi aynı olamaz diye düşündüm hemen. Of. Nana da gitti. Ortadaki kilit, bence de kapıyı asıl açan olduğu için, anahtar hemen girdi. Diğerlerine girmedi tabi, niye girsin canım aynı kapıda başka kilide! Hemen arayıp sordum. ’Telaşlanma’ dedi, ’O anahtar üç kilidi de acar’. Anahtarı bu düşünceyle kilitlere soktuğumda, hepsine girdi. Ve kapı açıldı. Allah’ım yine mi secret!
Peki ya ben, elimdeki anahtarların hangi kapıları açamayacağını düşündüm de, Londra’lara taştım? Peki Madonna, neyi açamayacağını düşünüyor? Peki ya siz, sonbahar yapraklarına hazır mıydınız?
Nolur telaşlanmayalım, o anahtar üç kilidi açar.
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2008
"Nil" dedi Aslı, kocaman gözlerini açıp. "Çok güzel bir deyim var İngilizce’de. Aslında çok güzel değil ama, ben çok seviyorum: To live in his/her own world!"(Birisinin kendi dünyasında yaşaması). Basit şeyleri sevdiğimden, cümleleri çok sevdiğimden, uzun uzun düşündüm. Bunu yapan, çok az insan olduğunu gördüm. Çoğu insan, bir başkasının dünyasında yaşadı, yaşıyor ve yaşayacak. Öldü, ölüyor ve ölecek. Dikkat etmek gerek.
Tanımadığımız insanları düşünerek, içimizden gelen nelere dur dedik. Onları hesaba katarak, ne zararlar ettik. Ya da istediğimiz bir şeyi, sırf yanımızdakinin ülkesindeki kanunlara uymuyor diye, yapmadık. Kendi dünyamız, ’içimizdeki çocuk’ lafı kadar şiirsel kaldı. Kafiyeli ve romantik kaldı. Biz devrildik, başkalarının cümlelerinde.
Söylemesi kolay, yapması zor bir şeydi galiba. Bir kere, kimsenin kendi dünyasında oturma izni yoktu. Ne tuhaf, halbuki doğduğumuz toprak. Bir şekilde göçmüş, reddetmiş, kültürünü, folklorünü, dilini, coğrafyasını beğenmemişiz. Çoğumuz, ait olduğumuz toprağa hiç ayak basmamış, hep firar istemişiz.
Firar konusu kolay. Herkes birbirine firarda. O barda, bu barda, zararda. Bakıyorum... İçki şişelerine, sigaralara, gece geç saatlere bakıyorum. Kadınlarla adamların birbirine, "Sen bu yalnızlığımı bana unutturur musun? Kulağıma bir dünyamın olmadığını, hepimizin bir çukura düşmüş olduğunu söyler misin?" der gibi bakmalarına bakıyorum. Ben orada ne arıyorum?... Ben kayboldum. Yan yollara sapıyorum, çıkıyorum. Tam anlamıyla kaybolmayacak kadar da, biliyorum kendi haritamı. El yordamı. Ben aslında kaybolmazdım, biri beni yanlışlıkla kaybetmiş olmalı. İnsan her zaman kaybolmaz, bazen kaybedilir. Ama konumuz bu değil.
Yanlış anlamayın hemen, gece değil, gündüzüm. Duvarları taştan bir odada, sakinim. Sivrisinek yok, çünkü tel var. Beyaz çarşaflar serili altımda. Pikem var. Mevsim yaz. Deniz tuzu var saçımda. Uzun uykularım, kumlu kitaplarım ve saçlarım var. Akşamüstü uykum bile olur istesem... Asla kimsesiz değilim. Beni merak edenler var. Yüzümün gülmesini isteyenler... Yüzüm gülmezse, gülmeyenler bile olur istesem. Ama istemem. Herkesin, kendi dünyasına taşınmasını istiyorum şimdi. Herkesin orada kalmasını istiyorum hep. Bu konuda tez vakit bir kanun çıksın.
Bu böyle değilmiş gibi davranmayalım. Dürüst olsak ölmeyiz. Başkasında yaşayan, başkalaşır. Başkalaşan, sıkıcılaşır. Sıkıcılaşan, en başta kendinden sıkılır ve bu onu gitgide kurutur. Yaş kalalım, gerçek kalalım, ayık olalım.
Bakın yaz ne güzel, kuruyan sadece deniz yıldızları olsun, güneş altında.
Yazının Devamını Oku