Sizden bahsediyorum. Bana ne kadar güzel mailler geldiğini, buraya hiç yazmadım.
O mailleri alıp, buraya hiç koymadım. Çünkü aşk mektubu ifşa etmek gibi gelir. Bir nevi öyleler çünkü. Aynı zamanda şu da var tabii: Kendini övmeyi beceremeyen ama övülmezse
(ovulmazsa gibi) kabuk bağlayıp, parlamayanlardanım. Övülmek demeyelim de, anlaşılmak mı demeli. Bu beni daha sanatçı gösterdi, evet anlaşılmak diyelim.
Maillerimi biriktirerek okuyorum ve bazen gözlerim doluyor. Ben birisinin içinde, bu kadar çok yer alamam diyorum. Almamalıyım. Ya asitlenirsem, midesini bozarım. Keşke beni bu kadar yutmasa... Ama artık biliyorum, bir insanın derisinin en derinlerine inebilen iki ’derialtı’ var. Biri müzik, diğeri kelime. Ve benim işim de gücüm de bunlarla. Dün, İstanbul Modern’i gezerken, çok güzel bir kız beni durdurdu. Durdurmak istemeyerek. Durdurmadan da duramayarak. O anlara bayılırım. Kafandan geçenlerin ağzına bir tane patlatıp, susturmak kolay şey değil. Hem, herkesin sesi fazla açık. Müzeler bu anlamda daha sakin... Durdurup bana, o sabahına çoktan girmiş olduğumu, ağzından şarkılarımı nasıl döktüğünü anlattı. Onun hayatında, etrafı aydınlatan, küçük müçük, bir spot olduğumu gördüm. Fazla laf edemedim. Etmeme gerek de yoktu. Gözüm dolucaktı. Bunu fırsat bilen içimdeki diğer şeyler, bir oyuncak sepeti gibi, her şeyi önüme boşaltıcaktı ve ben ağlıycaktım. Fakat, kafamın üzerinde misinayla tavana asılmış yüzlerce kitap dururken bunu yapamazdım. Gözlerimize bakarak, birbirimizin retinalarını taradık ve Amerika’ya girer gibi, birbirimizin topraklarına süresiz vize verdik. Kalabalıklaşıyorum.
Bu arada, yolunuzu düşürün, Miranda July’nin videosunu izleyin. Bildiğiniz bir şeyin, renkli sıvı bir halini görün. İyi geliyor. Gevşek vanalar açılıyor. Anlarsınız ya.
Derisinin altına, beni fersahlarca zerkeden herkese çok teşekkür ederim. Böyle sessiz. Şu an yüzümü görseniz, gülersiniz.