29 Aralık 2008
İki gün sonra, gece 12'de, nasılsa bir yerde buluşuyoruz. Senden istediklerimizi getirirsen, getirdiklerini taşımayı kabul ediyoruz.
Getirmezsen de, getirdiklerini taşımayı kabul ediyoruz. Böyle de geniş yürekliyiz. Zamanla pazarlık yapmayacak kadar da yaşlıyız. Birkaç ricamız var. Aşağıda liste halinde yazıyorum. O gün, buruşturup eline verdiğim kağıtta bunlar yazılı olucak:
Bu krizden çok etkilenmek istemiyoruz. Bir şeyler yap. İşimizden, gücümüzden, hevesimizden olmayalım. Yapmak istediklerimizi rafa
kaldırmayalım. Evlere para girsin, karınlar doysun. Açgözlülük olsun demiyorum. Biz de biliriz hesabımızı. Karşılıklı anlayışlı olalım para
konusunda.
Çok sevdiğimiz birkaç kişiyi, yine koruma altına almak istiyoruz. Onları kalbimize daha da bastırmamıza, çoğaltmamıza izin ver. Yanakları al al olsun, kalpleri gümbür gümbür atsın, tenleri sıcacık olsun. İyi dileklerimizle içleri dolsun. Yüzleri gülsün, işleri rast gitsin. Geçen sene
onları bize bağışladığın için teşekkür ederiz. Bunun devamı çok mühim.
Sağlık konusu da önemli. Güzel, derin nefesler alıp vermek istiyoruz. Hücrelerimiz yenilensin, beslensin, çoğalsın. Ki onları aktarabilelim.
Kimseyle küs olmak ve küs kalmak istemiyoruz. İlk adımı atmamız ve kollarımızı o kadar geniş açabilmemiz için gereken gücü talep ediyoruz. Kalbimizde herkese yer var. Büyüdükçe anlıyoruz. Düşündükçe damarlarımızı daraltan, boğazımıza düğümlenen hiçbir isim olmasın. Herkes, kendi kalbinin içini süpürsün.
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2008
Masada oturuyoruz. Yaklaşık on kişi falanız. Hepimiz birşeylerin peşindeyiz. Tam İstanbulluyuz yani. Birimiz yazar, birimiz çizer, birimiz çeker, birimiz sayar, birimiz satar, birimiz söyler. Hepimiz çalar, hepimiz oynar. Sırası gelen, ’yeni projesi’ni anlatıyor. Acelemiz var, sorularımız var, heyecanlarımız var. Güzeliz canım birşey demedik. Tam İstanbulluyuz işte.
Günlerdir kafamı kurcalayan birşey var. Kafa kurcalayan şeyler, bir süre sonra bozabilir kafayı. Benim de kafam bozuldu, kurcalayan sorulardan. Benim sorularım obur. Benim cevaplarımla doymuyor. İlla istiyor ki, başkaları da onaylasın, fikir versin, itiraz etsin. Onların hepsini biriktiriyor da noluyor peki? Fazla yemekten hep hazımsızlık. Hep asitli bir kararsızlık. Ah, diyorum bu kadar sorarsan, bi o kadar duyarsın. Çok şükür dünyada, soruya susan insan sayısı az. Herkes bilir herşeyi. Herşeyin nasıl yapılacağını, neden olmayacağını, nasıl düzeleceğini. Bir dinleseniz herkesi, herşeyle ilgili. Hiçbir yere varılmaz öyle. Ben küçük bir deneyle gördüm bunu.
Bir yere doğru hızlı hızlı gitmekte olan bir grup insana, "Gittiğiniz yön doğru mu?" diye sorunca noluyor biliyor musunuz? Duruyorlar. Yön bulma antenlerine virüs giriyor. Paralize oluyorlar. Kendilerine olan inançları sıfırlanıyor. Soru tahta oturuyor. Kaybolan tek sey vakit. Halbuki, nereye olursa olsun, gitmek iyidir. En azından, "a yanlışmış" der, geri dönersin. Koridorda durup, ifadesizce kalmazsın. Savrulmak iyi, yanlış yola sapmak iyi. Hani derler ya, insan kendi verdiği kararlardan pişman olmaz diye. Desinler.
Gelin bunu bana söyleyin. Sürekli, "bir bilmecem var çocuklar, haydi sor sor". Yanlış anlamayın, ordan burdan duyduğum cevapları da hemen işaretliyor değilim. Fakat, her yönden rüzgar alıyorum, bilmem anlatabildim mi? Masaya kadar böyleydi yani. O gün o masada gördum ki, hepimiz farklıyız. Muhtemelen, hepimizin aynı anda aynı şiddette sevdiği hiçbir şey yok. Sorulara verilen cevaplar kişisel tarihlerle, tesadüflerin eseri. Ayıklanamayan bakış açılarımızla, o anki mood’umuz yerimize cevap veriyor. Ha, diyeceksiniz ki versin. Zenginlik bu değil mi? Zenginlik evet, ama iç sesler korosu bizim için en güzeli biliyor. Yanlış bildiklerini bile, doğru biliyor. Hem o biziz, hem de an bizim anımız. Yürüyelim arkadaşlar...
Bak bak.
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2008
Leonard Cohen, bir dergideki ropörtajında, şarkı yazma anıyla ilgili olarak ’...bazen bir intikal oluyor ve o ana itibar ediyorum’ demiş. Yıllardır cevabını aradığım bir şeyin, en güzel söylenişini bulmuş oldum. Bir kitapta, bir işi mükkemmel ustalıkla yapabilmek için, o şeye toplam 10 bin saat vermek gerektiğini yazıyordu. Bu sihirli bir rakammış. Mozart’tan, en büyük atletlere kadar, üstün başarı gösteren insanların hayatı incelenerek bulunmuş bu sayı. Beatles, meşhur olmadan önce, Hollanda’da bir striptiz kulüpte, haftada 7 gün, günde 8 saat sahne almış. Sabaha kadar çalmak zorundaymışlar. 20 bin saati bile geçmişler yani, Beatles olmadan önce. Bir de, onlar da herkes kadar parasevermiş. John’la Paul bazen ’hadi gel şimdi de havuzu yazalım’ derlermiş, havuzu aldıracak şarkıyı yazmayı hedeflediklerinde. Buna şaşırmadım da, 10 bin saati öğrenmiş oldum. Hmm, tamamladım mı acaba?... Olsun yine de çok çalmalıyız çok konser vermeliyiz çok. Seçiciliği bıraksın şu Nil.
Okaliptus ağaçlarının, upuzun dalları ve uçlarında da çalı gibi yaprakları var. Onlardan çok gördüm.
Atlantik okyanusunun suyu, yazın 35 derecede bile çok çok soğuk. Ayak bile sokulmuyor.
Geçen sene dünyada, köpekbalığı yüzünden ölen insan sayısı 30, insanlar tarafından avlanan köpekbalığı sayısı 1 milyon civarındaymış. ’Gezegenin katil canlısı: insan!’ diye düşündüm. Jaws, bir de köpekbalığı gözüyle çekilse, afişinde insanlar böyle ağızlarını kocaman açarak sudan çıksalar daha gerçekçi olur.
’Survival of the prettiest’ (en güzel olanın evrimde, güçlü ele sahip olduğunu anlatan bir kitap) kitabında, ilginç bir şey okudum. 18’inci yüzyılın sonunda, İngiliz parlamentosunda bir kanun çıkarılmak istenmiş. Bu kanuna göre ’makyaj malzemesi, parfüm, kozmetik ürünler, takma dişler, topuklu ayakkabılar, ek saçlar, peruk, bel daraltıcı kemerler vs. kullanan kadınlar büyücülük yapmış kabul edilecek ve onlarla aynı cezalara çarptırılacak. Kocaları bu sahtekarları boşayabilecek.’ Tabii ki, geçmemiş bu kanun. Dünyanın en geçerli kanunlarıyla şaka olmaz değil mi... Fakat, biz kadınlar, sadece dişini yaptıranlar ve dudağına hafif kırmızılık verenler bile ilüzyon yaratarak, doğanın eş seçme oyununa hile sokuyoruz doğru. Ah, biz var ya biz.
Bir zürafa günde, 20 dakika uyuyormuş. Yoksa boynu ağrırmış.
Dünyada açlık, susuzluk, işsizlik çok. Afrika’da township denilen yüzlerce minik küp evden oluşan köyler var. İçinde 3 adım atamayacağın evde, koca bir aile yaşıyor. Hastalık, uyuşturucu, suç çok var tabi bütün bunlar olunca. Uzaktan baktım onlara, zaten yakından bakmak tehlikeliymiş. Böyle, teneke çatılı rengarenk bir yığıntı gibiydi. Milyonlarca insan yaşıyor bu şekilde. Çocukken annemizin, ’hadi bu son lokmanı da at ağzına’ derken bahsettiği insanlar onlar. Varlar. Uzaktalar. Yok değiller.
Bir de ’masa dağı’denilen dağla, bir bulutun yaşadığı aşk var ki anlatılmaz. Gök mavi, hiç bulut yok. Bizimki, o dağın tepesinden dantel gibi akıyor aşağı. Sanırsın, o masaysa o da örtüsü.
Güney Afrika’ya giderken yolda okudum yazdıklarımı, ve orada gördüm gördüklerimi. Çok zengin, çok fakir, doğası tarif edilmez güzel. Bazı gördüklerimi uzun uzun kaydettim. İki cümle ettim, etrafa bakarken. Biri, ’dünya ne kadar güzel bir gezegen’. İkincisi ’şu anda herkesi çok seviyorum’. Keşke bu ikisini hep hatırlasam.
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2008
Geçen hafta biraz daha büyümek zorunda kaldım. Bağdat Caddesi’nin bir kaldırımında, yaşadığım sürece bir daha görmeyeceğim canım Serhan’a (Şeşen) el salladım. Sonra o ellerle yüzümü kapattım. Çünkü pencerelerimden gördüğüm o manzarayı, bir ömür boyu unutmayacağım. Bir araba geçti, ’wish you were here’ çaldı, kalbim kaydetti. Hayattaki en büyük acının ne olduğunu da, o an orada hissettim. Oradaydı, kaldırılması imkansız gibi görülen bir ağırlıkla, iki insanın üzerine çullanmıştı. Anne ve babasının. Bu yazı da onlara zaten.
Her şeye, kaldığı yerden devam eden hayata baktım, dönüş yolunda. Köprüden geçiyordum. Herkes, acelece Avrupa’dan Asya’ya, Asya’dan Avrupa’ya gitmeye çabalıyordu. Gemiler boğaza giriyordu. Bizim için her şey biraz daha yavaştı tabii. Çünkü, günlerdir hayatın biraz dışına taşmıştık. Nefes alıp vermenin, en önemli şey olduğunu düşünen bir tarikat gibiydik. Serhan büyük bir kalpti. Hepimiz içindeymişiz. Kuşlar gibi bekledik. Kimimiz evimizde, kimimiz hastane koridorlarında, kimimiz işinde gücünde. Ona bağlandık. Ama o rengarenk bir uçan balon gibi uçup gitti. Kalbe fark etmez, kalp görmeden de çok sever dedik. Mecbur. Kabul ettik. Fakat lafım bize değil. Biraz eksilmiş de olsalar, hayata güçle sarılmaya devam etmesini en çok dilediğim iki değerli insana. Böyle parlak bir çocuğu, hayata kazandırmış olan, Buket’le Burhan’a.
Henüz bir evladım olmadı. Ama kendi oğlu yaşındaki, çok sevdiği Serhan’ın cenazesine gelecek gücü kendinde bulamayan babamdan biliyorum. Artık biliyorum. En büyük can acısı sizinkisi. Ben ne anlarım hayattan, kayıptan, evlattan, ölümden. Hiçbir şey anlamadım zaten henüz olup bitenden. Hayat denenden. Yine de, bütün bu hiçbir şeyin bana verdiği güçle söyleyecek şeylerim var, müsaade ederseniz.
Birisi bana, ana babalığın bir ömür boyu süren suçluluk duygusu olduğunu söylemişti. Fakat Serhan’ın gidişi, sizin suçunuz değil. Hepimiz için yazılı bir senaryo var. Bir vakit. Kaderin kalemi, bizim düşündüğümüz kadar hünerli değil. Bazen haksızlık geliyor. Çoğu zaman saçma. Bu durumda hem haksızlık, hem saçma, hem kiminle konuşsam suçlu. Serhan’ı kalbine almış her evde, ne yapabilirdik konuşuluyor. Hatta, ne yapabiliriz... Ben sadece siz ikinizi düşünüyorum. Keşke hayatta öyle bir gücüm olsa da, size ne muhteşem bir evlat doğurduğunuzun müjdesini yaşatsam. İçinizde, bir yandan hep bunu kutlasanız, övünseniz, kasım kasım kasılsanız. Kendinize bile hava atsanız... Gidişini, kısa bir hikaye kitabı gibi okusanız. Suçlusu, güçlüsü olmayan. O kadarcık sayfaya, neler sığdırmış olan. Dünyanın en güzel kapaklı, en derin bilgili, sevgiden, vermekten bahseden, müzikli bir kitap.
Buket ve Burhan, dilerim acınız tatlı bir sızı olana dek azalsın. En büyük övgüleri hakettiniz. En uzun sabrı hakettiniz. Ellerinden öperim.
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2008
Bir tane Serhan,Dilerim bu satırlar sayfayla buluştuğunda, gözün açılmış olur. Bir hastanenin yoğun bakım odasından, kendi sıcak odana dönersin. Biz senin kendini çok yorduğunu, vücudunu zayıf düşürdüğünü söyleriz hafif kızarak. Ama çok da kızamayız, çünkü seni kaybetme ihtimalini yaşayan bizler, o vakit kutluyor oluruz seni. Sana, hakkında düşünüp söyleyemediğimiz güzellikleri anlatırız. Her enstrümanı çalan müthiş bir müzisyen olduğunu, sayfalarca kitaplar deviren bir bilgi aşığı olduğunu ve kalbi çok büyük biri olduğunu söyleriz. Evet, bunların altını yeterince çizmemiş olmalıyız. Aksi takdirde, kendi kıymetini en az bizim kadar bilir, kendine çok iyi bakardın. Belki, o virüsler seni bu kadar zayıf düşüremezdi.
Dilerim bu dua, baştan aşağı, yeniden o pespembe sağlığına kavuşman için kendini tekrar etsin.
Gözlerin, yeşilliğine kavuşsun. Her şeye yine, aynı merak ve samimiyetle baksın. Güzel şeyleri görsün. Geceleri üstünü örtüp dinlensin. Mutluluklardan dolsun. İyi haberlerle, müjdelerle kocaman açılsın. Düşüncelere dalsın. Güzel kitapların içinde kaybolsun. Aşkı bulsun. Aşkı anlatsın. Aşkı anlasın. Sahnede sen bizimle çalarken, sağa sola kırpılıp, her şeyi idare etsin.
Saçların, rengarenkliğine kavuşsun. Onları yine bir mavi, bir yeşil, bir sarı, bir kestane yap. Uzasın, kısalsın, okşansın, taransın. Terlesin. Rüzgarda kıpırdasın. Denizde ıslansın. Güneşte açılsın.
Ellerin kollarına, güç gelsin. Davullara vur, basları çek, gitarları çal, klavyelere bas, mikrofonu al. Sesleri aç, sesleri kıs. Sarıl. Biz sana sarılalım. Alkışla. Alkışlan. Yaz, çiz, karala. Oraya uzan, buraya uzan, uzanmak istediğin her şey senin olsun. Kendini de sev arada. İnsan unutuyor. Delilik değil. Uyanınca şöyle iki kolunu, sar kendine. Teşekkür et. Ne güzelsin bak. Herkes öyle güzel değil.
Dudaklarında güzel tadlar gezinsin. Gülümsemen eksik olmasın. Islıklar çalsın. Anneni, babanı, güzel sevgilini öpsün. Onları özellikle birkaç kere öp, çok üzüldüler, ya uyanmazsın diye korktular. Buradayım de onlara, daha 26 yaşındayım, kolay değil beni kaybetmek de.
Kalbin güm güm atsın. Sevilsin hep. Sevsin hep. Hep, sevildiğinden daha çok sevsin. Öylesi daha güzel oluyor. Kalbin hep, bugünkü kadar açık kalsın. Kırılsa da, onu kapama, nefesi hep oradan al, ve oradan ver. Bizim sana şu anda verdiğimiz gibi.
Dilerim, umarım, bu dua odur ki, yukarıdakilerin hepsi hemen olsun. Bir ömür boyu, sürsün gitsin. Ömrün çabuk bitmesin. Mutlu sağlıklı geçsin. Bugünler bir anı olsun, unutulsun. Yerine daha güzelleri yazılsın. Hayat seni, kalbinin ve yeteneğinin gösterdiği büyük yerlere taşısın. Oralardan bize, selamını getirsin.
Geçenlerde, uyanmama ihtimalinin olmayışını bir arkadaşıma şöyle söyledim: Bence uyanacak, çok genç ve sevdiği çok şey var.
Hayatta olmak budur. Ve sen hayattasın. Hadi aç gözlerini, gül bize.
Amin.
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2008
Bir değil, birkaç ritim birden girdi hayatıma. Aynı anda. İki bin sekiz, aralıkta. Fıkırdıyorum. Kıpırdıyorum. Kıkırdıyorum. Herkes de durgun. Anlıyorum. Yine de anlatmam lazım. Zira daha fazla içimde tutamıyorum. İşte geceleri, beni bir sağa bir sola çağırıp sersem eden, kalp atışlarımın sesini açan şeyler:
Arog’u izledim. İlk ve belki de son- filmimi. Cem Yılmaz’ın bir şey yapıp, gözümüzden yaş gelene kadar güldürmesini çok özlemişim. Kim özlemez. Canlandırdığım karakter, ilkçağda anaokulu öğretmeni, Mimi. Fakat kendime bakamadım doğru dürüst. Şakalara, zekaya, görüntülerdeki, ’hakikaten Türkiye’de böyle bir film yapıldı mı?’ sorusuna teslim oldum. İçinde yer aldığım için çok mutlu oldum, gurur duydum. Bu, birkaç kere seyredilip, binlerce kere gülünecek bir film. İşte şehre, hepimize neşe getirecek film geldi, bir güzel orman olsun yazılarda.
Albümüm bitmek üzere. Arı maya gibiyim. Kuantum sıçramalarıyla, her yere yetişip onu en güzel haline getirmeye çalışıyorum. Size layık olmayacak bir şey verecek değilim, di mi? Az kaldı. Alper Erinç’le yaptım bu defa albümü. İkimizden çıkan, başka başka sesleri dinleyip şaşırıyorum. İçimde güzel duygular zıplıyor. O kadar zıplıyor ki, dışarıdan sabit görünmem imkansız. Bence hepimiz yolculuktayız. İnişli ve çıkışlı bir hızlı trende seyahatteyiz. Vıııııınnnnn, her gün bu ses var. Ben, yolculuğumun bazı noktalarında, mesela çok yakında, bir şey söylüyorum. Müzikli bir şekilde. Tabi ki, o aralar nasılsam ve pencerelerimden hangi manzara görünüyorsa ondan bahsediyorum. De ki, pencereyi açıp bağırıyorum. Ve sen, siz, o sırada aynı şeylerle doluysanız, ne güzel. Ne mutlu bir tesadüf. Tercümanlık kısmı buradan geliyor bu işin. Umarım, dilerim, tercüman olsun duygularınıza şarkılarım. Çok özendim. Her birini tek tek, çok severek gönderiyorum. Ama siz hep kıymet bildiniz.
Ah!
Bugün size karşı minnet duyguları içindeyim,
görmediğim ama bildiğim insan.
Bir şarkıyı salmak da çok tuhaf. Adını koy, lafını ezberlet, videosunu çek. Kapı kapı dolaşsın. İçim kıyılıyo bazen... Yok, çocuğum falan değil. Hepsi evlatlık.
Dün taksiye bindim. Zaten kafamda sürekli şarkılarım çaldığından, şoföre, "Müziği kapatabilir miyiz?" dedim. Bana dönüp, şunu dedi gülerek: "Sevmedin mi! Hahahaaha." Bu kadar netti. Bu kadar tutamıyor içini içinde. Yine de kapattı. Napsın, o da heyecanlı.
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2008
Amerika’nın, tarihinde ilk defa siyah bir başkanı oldu. "Mustafa" filminde, Atatürk’ün Mustafa’lığına dayanamayanlar filmi lanetlediler. Bunların arasında, beynini okullara giderek jimnastiğe tabi tutmuş olması gereken, bakışını esnek sandıklarımız çoğunluktaydı.
Niye ama niye peki niye, hakikaten haftalardır tutuyorum kendimi yazmamak için ama işte yazıyorum. Niye koskoca bir ülkeyi dönüştüren bir kahraman, rakıyı da sevemesin, dans edemesin, annesini özleyemesin, gençken ucunu kaçırdığı harcamalarını günlüğüne not edemesin, yanlışlıkla bir hayvan sürüsünün dumanını düşmanla karıştırıp sonra buna kendisi de gülemesin, niye karanlıkta uyumayı sevmeme hakkı olmasın? Bunlar yaptıklarını değiştirir mi, azaltır mı? Azaltabilir mi?
Bize hep, Kemal ismini nasıl aldığını anlatırlar. Bu ülkede yaşayan herkes bilir. Can Dündar da bizi Mustafa’yla tanıştırdı. Ortaokul ve liseyi Kemal Atatürk Özel Deneme Lisesi’nde okumuş, hür doğmuş hür yaşamış, oy veren, çalışan bir kadın olarak, Mustafa’yla tanışmak Atatürk’ü gözümde daha da kahraman yaptı. Onu tanıdım, ezber bozdum, anladım, bana yakınlaştı. Üniversitede okumuştuk, bir liderin ya da herhangi birinin insani yanlarını göstermesi, onu daha da sevilir kılar. Çünkü herkes, bir tek kendini bilir. Herkes kendine benzeyene ısınır. İnsanlar birbirinden, ne yapsalar, fazla ayrılamazlar. Çok seyrek, Atatürk gibi bir liderin çıkagelip, insanlığına rağmen insanüstü bir performans göstererek, bir ülkenin kaderini değiştirebilmesi tam da bu yüzden inanılmaz olur. Tarihe geçer. Unutulmaz.
Ne yazık ki bu topraklarda, bir şeye yeniden başka bir gözle bakmayı sevmeyen, istemeyen, tahammül edemeyen insanlar çok. Hálbuki üniversitede bu öğretilir. Ya da öğrenilir. Bir şeye defalarca, farklı açılardan bakmaya çalışmak. Kendisini sabitlerle tanımlayan insanlar ne yazık ki, en ufak bir değişikliğe büyük tahammül alerjisi gösterir. Benim en çok korktuklarım onlar. Taşları da ellerine alırlar, sopaları da. Yönetmenlerin, şarkıcıların, yazarların vesaire meziyetleri, bence, gerçeğe başka türlü bakabilmek ve bunu gösterebilmek. Öyle yapmayacaklarsa, niye varlar ki? Değil mi?
Dünyanın şu an parası bitti, cebi boş. Fakat ruhu özgürleşti biraz. Amerikası, yıllarca pirinç gibi ayıkladığı esmer tarafını, tahta oturttu. Ben Obama seçildiğinde, açılan kanatları gördüm. Siz de gördünüz. İçinizde bir şey rahatlamadı mı? Çöpe gitmedi mi? Bir tıkanıklık açıldı içimizde. Başka türlü baktık çünkü bir şeye. Öğrendik. Atatürk’e Mustafa yanından bakmak, onu daha da devleştirir.
Bir şeye kalbinle bakmak, insanca bakmak zor, ama asıl devleri ancak öyle görürüz.
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2008
Doktor, kulak pamuğuna benzeyen bir çubukla, yanağımdan tükürük aldı. O çubuklar, Viyana’ya gitti. Altı hafta kadar bekledik. Sonra bir gün, da na na naaaa! ’Buyurun Nil Hanım gen testinizin sonuçları geldi!’.
Sonuçlara geçmeden önce, çok sorulan soruları cevaplayayım: Yahu, sen manyak mısın? Niye durduk yere böyle bir şey yaptırıyorsun? Aslında her şey, astrolojiden anlayan arkadaşım Volkan’ın bana, "Senin sağlığına sırtın dönük, biraz oraya dikkat et" demesiyle başladı.
Ödüm koptu hafif. Doğruydu dediği.
Ben kendimi, bedenen pek ciddiye almıyorum. Çıkan ufak tefek arızayı, hayatımın merkezi yapmam. Telefona sarılıp, doktordan randevu almam. Hmmm, aklıma geldi, aslında her şey, benim her gün yumurta yememden çıktı. Efendim, bu yapılmazmış, benim zaten sağlığıma sırtım dönükmüş vesaire...
Neyse, hemen kontrolü elime alıp, gen testi yaptırmaya gittim. Gen testi ne ki? Ne kadar ki? Genetik formülünü bir nebze çıkararak, şifreleme sistemindeki olası hastalık ve bozukluklardan seni haberdar eden bir test. Bir tür bedensel eğilim göstergesi.
Örneğin: Huntington diye nadir görülen bir hastalık var. Çaresi yok. Genetik bir hastalık. Bu hastalık bir gende yazılı. Kendisinde bu genin olduğunu öğrenen hemşire bir kızın, kendisini bu hastalığa tedavi bulmaya adamasını anlatan bir yazı vardı geçen sene New York Times’da.
Mesela. Parasına gelince, evet pahalı bir şey bu. "Kızım, niye buna bakıyorsun? Sonuçta hepimiz öleceğiz. Kader kısmet, insan şuradan çıkınca bile gidebilir Allah korusun". "A anne bak, teknoloji ilerliyorsa ve bize ileride başımıza gelecek hastalıklara karşı önlem alma şansı veriyorsa, niye bundan faydalanmayalım?"
Diye diye geçti altı hafta. Ve ellerimizi dizlerimizin arasına alıp, başımızı 30 derece yana yatırıp, kaşlarımızı yalvaran pozisyona getirerek oturduk doktorun karşısına.
"Offf. Of. Ne güzel yuvarlanıp gidiyordum, şimdi kafama çıkaramayacağım bilgiler gelecek... Hangi hastalık bana pençe geçirecek, yıllarca yoracak, doğurganlık sürem ne kadar, karakterimle ilgili defolar neler, deli miyim..." diye boş boş bakarken, doktor hanım başladı konuşmaya. Ben başladım yazmaya. Ne yememeliyim, neye toleransım yok, ne riskim var, formülüm sağlam mı, kendimi nelerden nasıl korurum, nelerden korumamalıyım (cevap: güneş) tek tek anlattı.
Hoşuma giden tarafı, bedeninin sana gelecekten mektubu gibi bir şey bu. Haydi biraz şaşırın ve eğlenin diye yazayım. Beni ileride bekleyen tehlikelerin başında ne geliyormuş tahmin edin! Asla tahmin edemezsiniz: Obezite! "Neee???" dedik annemle. O be zi te. "O ben olamam..." dememeli. Şu an 50 kiloyum ama bu 50’li yaş sonrası bile olabilirmiş. Dikkat ediyorum. Şekeri azalttım. Yumurtayı kestim. Biraz vitamin.
Buna da şükür. Olurum canım, ne olacak... Kader kısmet, insan şuradan çıkınca bile gidebilir Allah korusun.
Ha, bir de kafam sağlammış. Okumaya devam edin:)
Yazının Devamını Oku