Saat 4 oldu. Danışmadaki adam, üzgünüm dedi. Bugünkü tüm biletler ve neredeyse yarınkiler çoktan tükendi! Demek insanlar Darwin’e akın etmiş. Çoluk çocuk. Yağmur çamur dememişler. Nasıl açlar öğrenmeye, çocuklarını bilgiyle doyurmaya. Kulaklarından, gözlerinden bilim ve sanat sokmaya. Hayranım evet. Neyse dedim, yarının biletini alalım. Ve o kocaman dinozor iskeletinin yanından geçerek, çıkış kapısına yürüdüm. Bilimin de, spirituellik kadar beni cilaladığını, kaba yerlerimi yonttuğunu hatırlattı bana o koca iskelet. Beni yanında küçük hissettiren şeylere, hep sığınmak istemişimdir. Mesela Darwin amcama.
Bazı insanlar, sayıları hep az, büyük bir merakla doğuyor. Sanki, içlerine Wall-e filmindeki Eva gibi, bir misyon yüklenmiş geliyorlar. Hiç vakit kaybetmeden işe koyuluyorlar. Pek rahatsız edemez ve asla engel olamazsınız bunlara. Bunlar yemez içmez, dünyanın bin bir hayaline dalmaz, dişlerini ve tırnaklarını odaklandıkları şeye geçirirler. Küçük Darwin, işte bu yüzden böcekler toplamaya başlamıştı. Onu büyüleyen şey tabiatın, hayvanların kendisi ve çeşitliliğiydi. Yani aramızdan biri, üstünde koşturmak yerine, eğilip çimlerin içindeki canlı dünyaya kapıldı. Ve tabi ki, orada büyük bir hakikat bulacaktı: ‘Doğal seçim yoluyla evrim’i.
Darwin, doğaya o kadar dikkatle baktı ki, Galapagos adalarında şunu gözlemledi: Aynı tür serçeler, adadan adaya küçük farklılıklar gösteriyordu. Üstelik bu kadar yan yana adalarda. Gagaları arasında miniminnacık farklar vardı. Bunun sebebinin yedikleri şeylerden kaynaklandığını buldu. Solucan yiyenin gagası, topraktan çekip almak için uzun, diğerininki böcek tuttuğu için daha kısaydı. Demek ki, tüm türler, oldukları yere ayak uydurarak şekil alıyordu.
Zamanla bu farklardan, işe yarayanlar yavrulara geçiyor ve o türün doğayla olan mücadelesinde avantaj sağlıyordu. Karada ve denizde yaşayan ilk iguanalar gibi. Karadaki tehdide karşı, suya; sudaki tehditlere karşı karada yaşayabilir hale gelmişlerdi. Bu iguanaya duyduğum yakınlık, onunla olan akrabalık bağımdan mıdır bilmiyorum. Ama onu anladım. Herkes anlar. Bu gezegende en sevilen şarkının hâlâ “I will survive” (ayakta kalacağım) olması, tesadüf değil. Evrim marşı o zaten.
Aslında işin sırrı çeşitlilikte. Doğan yavrular birbirlerinden farklı ya, tüm tantana orada başlıyor. Bu farklı yavrulardan bazıları, bulundukları ortama dair bir hata ya da avantaj sahibi olduklarından, hayatta kalıyorlar. Doğal olarak, bu işe yarar avantaj, onların yavrularına da geçiyor.
Nerelerde, niye geziyoruz araştırmışlar. İçinde ‘ünlüler ve internet’ başlıklı bölümler vardı, yeni site sahibi biri olarak merak ettim. Fakat, o bölümlere gelmeden, çok daha ilginç bazı gerçeklerle karşılaştım.
İnternet, bizim en karanlık şeylerimizi paylaştığımız tek dostumuz. Dost denir mi bilmem aslında. Ailemize, eşimize dostumuza hatta terapistimize bile söylemekten çekindiğimiz şeyleri, o küçücük kutucuğa yazarak, bir cevap arıyoruz. En önemlisi, hepimiz kendimize bile itiraf edemediğimiz bazı korkularımızı ona yazıyoruz. Çünkü o kör, sağır, hafızası yok.
Tam korkulara göre.
Amerika’da yapılan National Comorbidity Survey’e göre, dokuz korku grubumuz şöyle: 1. Böcek, fare, yılan, yarasa. 2. Yükseklik. 3. Su. 4. Toplu taşıma araçları. 5. Fırtına. 6. Kapalı yerler. 7. Tünel ve köprüler. 8. Kalabalık. 9. Toplum önünde konuşmak.
Biri bizi arayıp, korktuğumuz şeyi sorunca aşağı yukarı bunları söylüyoruz. Peki, kimse bizi duymazken, internette içinde ‘korku’ kelimesi geçen, neleri araştırıyoruz? Neredeyse bambaşka şeyler: 1. Uçmak. 2. Yükseklik. 3. Palyaço. 4. Yakınlık kurmak! 5. Ölüm. 6. Reddedilme. 7. İnsanlar! 8.Yılan. 9. Başarı! 10. Araba kullanmak.
Uçmaktı, yılandı, yükseklikti falan beni şaşırtmıyor. Bence onlar evrim boyunca, genlerimize kazınmış korku fosilleri. Fakat ‘yakınlık kurmak’, ‘insanlar’ ve ‘başarı’ beni çok şaşırttı. Listeyi ilk 20’ye genişlettiğimizde, ‘aşk’, ‘aşık olmak’, ‘birine bağlanmak’, ‘kalp kırıklığı’, ‘yalnızlık’ dahil bir sürü sosyal korku var. Demek ki, yılandan çok birbirimizden korkuyoruz! Yükseklikten çok, başarmaktan! Bir yerde kapalı kalmaktan çok, aşık olmaktan... Aslına bakarsanız, ünlemlere rağmen, başkalarından korkmayı anlıyorum. Ben de korkuyorum başkalarından. Hatta bazen, bazı kadınlardan ödüm kopuyor. Aşktan korkmak da anlaşılır diyelim, hani aşk da bir tür geri sayım, sonunda kalbini burkuyor diyelim...
Başarıya ne buyrulur? Gerçi biraz düşününce, onu da anlıyorum, başarı da buz gibi bir tepe. Kaygan bir zemin, ‘düş düş düş!’ diye bağıran bir kalabalık, kimselere sokulup ısınamayacağın bir yalnızlık, kendinden sonsuz beklentiler. Büyük bir açlık.
‘Bu mu, bu mu?’. Albümümün masteringinde bulunuyorum ilk kez. Metropolis stüdyolarındayım. Çok beğendim metropolisi. Eski bir elektrik santralini restore edip, çok güzel stüdyolar yapmışlar. Tekrar gelip, burada akustik bir konser kaydı yapmak istedim. Öyle bir durumda gelirsiniz değil mi? Haber vereceğim. Güzel olacak... Neyse, bu mu bu mu’ya dönelim. Stuart, şarkı çalarken bir düğmeye basıyor ve soruyor. Ben cevap veriyorum. Daha önce tam olarak ne olduğunu bile bilmediğim bu konu, beni çevreledi.
Anlatıp, kafanızı şişirmek istemiyorum mastering denen şeyi. Ama kısaca, şarkıların sesini yükselten, birbirleriyle eşit duyulmalarını sağlayan, fakat bunu yaparken de frekanslarla oynayan bir işlem. Özel odaları ve bunu yapan özel insanlar var. Ha diyeceksiniz ki, senin orada ne işin var? Hem haklısınız, hem değil. Bu seyahat ve bu odada geçirdiğim 10 saat, bana insanın hep işinin başında durması gerektiğini öğretti.
Daha doğrusu şunu: Hmmm, anlatması zor ama deneyeceğim: Şimdi biz bir baharatız diyelim. Ya da bir hava durumuyuz. Diyelim ki güneşliyiz ya da kimyonuz. Bizimle ilgili şeyler, biz orada olduğumuzda, bizim o halimizden nem kapıyor. Güneşleniyor, kimyonlaniyor. Hiçbir şey söylemesek de ve yapmasak da oluyor bu. Kuantum fiziğinin beni destekleyeceğine eminim. Sonuçta, albümümün kıyısında değil, içinde yüzüyorum şu anda. İyi ki, o odaya girdim.
Girdiğim öteki oda, bir Rus restoranındaydı. Albümün mikslerini yapan (yo, miksi anlatamam, anlatmak için çok fazla muz yemem gerek) Michael’in doğum günüydü. Gecenin ortalarına doğru, masadakilerden birinin kız arkadaşı geldi. Kız, la boheme adlı operanın provalarından gelmiş. Operacı. Kıvır kıvır saçları, kocaman dudakları, çekik gözleri olan bir Lübnanlı. Bir süre sonra masamıza, restoranda akordiyon çalıp şarkı söyleyen tonton ve gür sesli adam da geldi. Şarkı söylemeye başladı.
Kaç yaprak var bilmiyorum
Ben seni kopardım attım
Kendimi toparlıyorum
Var mı şimdi başka biri?
Onu bana benzettin mi?
Ne yaparsan o ben olmaz
Parçaları sana uymaz
Kendimi bunun için mi yorucam ben?
Telli bir çalgı olsun bu. Hayatta ne kadar az şeyin, bizi çalıp ses çıkarabildiğini düşünün... Başımıza gelen kaç şey, kalbimize gelen kaç insan? Çok az. Hele hele, bütün tellerden ses getirecek derecede bizi cümbüşe uğratan, daha da az. Ah, ne büyük tesadüfler onlar! Kendi seslerimizi, neye benzediğimizi, nasıl duyulduğumuzu onlar olmasa bilemezdik. Duyup da, dans edemezdik. Beraber çalıp da, iyice sarhoş olmazdık.
İşte bütün bunların arasında ve ne yazık ki, bunlardan daha kalabalık ‘keşke’ler yaşar. Keşkeleri sadece düne ait sanmayın. Her zamanın keşkesi var. Mesela: Keşke onu yapmasaydım. Keşke şu an orada olsam. Keşke bunu bilebilsek... Bunların arasında, en fazla ağırlık yapan, tabii ki, ‘Keşke onu yapmasaydım’. Geçmiş keşkesi. Keşke onu yapsaydım. Keşke şöyle yahut böyle yapsaydım. Daha da ağırına hazırsanız, yazıyorum: Keşke onu yapmasaydı. Keşke böyle yapsaydı.
Hepimizde var keşkeler. Fakat, bir kaç kusurları var. Bir, o bahsettiğim telli enstrüman var ya, onun akordunu bozarlar. Aralara uyumsuz sesler katarlar. Sonra, biri bizi çaldığında hemen anlar, ‘hmmm’ der ‘bunun çok keşkesi var’. Ya da ‘az var, kulağa batmıyor’. İkinci kusurları bir işe yaramamaları. Tam anlamıyla hiçbir işe yaramazlar. Tek başlarına bir yere gitmeyen dereler gibi, bizden ayrılır, dibimizden çalarlar.
Bunlara karşı genellikle alınan sakinleştirici kader olur. Gençliginde güzeller güzeli olan Kaderkadın, karnımıza bağdaş kurup, tekeeer tekeer anlatır. Biz de onu gözlerimiz nemli dinler, başımızı yukarı aşağı sallarız. Ona bir kez daha hak verir, yine bekleriz. İçimize su serper. Hatta üşenmez, gitmeden kahve falı bile bakar. Bizi hep, içtiğimiz hayatın, tortusuna baktırır. Orada olanı ve biteni hep bilir. Onsuz napardık.
Fikri bulan, gerçek yapan ve üzerime bu kadar yük bırakıp, şu an muhtemelen Hindistan’da Goa’da sahilde kih kih gülen güzel insanlar topluluğu İgoa’ya çok teşekkürler! Özellikle Muzaffer, Borga ve Ozan’a.
Yaklaşık bir yıl önce, bana dediler ki: Nil... Sana biz biraz değişik bir site yapmak istiyoruz... Dedim ki: Tamam, yakışır, açiğim, napıcaz? Dediler ki: Öyle şarkın, biyografin, çesit çesit yanar döner fotoğrafın olmıycak! Onları zaten arayan buluyor nette. Dedim ki: Olmasın anasını satiym! Peki ne olucak? Dediler ki: Seni takip eden, her an yanında olan bir manyağın, seni takip edicek. Ve seninle ilgili sürekli birşey toplayıp, bulup, ortaya çıkarıp oraya koyucak. Mesela yediğin bir salatayı, yaptığın saçma bir hareketi, kendi kendine mırıldandığın bir şeyi, arkadaşınla yaptığın dedikoduyu, cep telefonuna ya da defterine düştüğün bir notu. Kimsenin göremedigi ve bilemediği hayatını, kafanı, gizlini saklını. O tip, seni hep takip edicek, sobeliycek. Hatta, yer yer eleştiricek, dalga geçicek. Şarkılarındaki gibi! Dedim ki: Hmmm... Dediler ki: Cesaret gerek. Böyle bir şarkıcı sitesi görmedik. Yok. Ama istemezsen anlarız. Hemen dedim ki: İsterim. Kim olucak bu? Yoooooo, hayıııır, ben mi? Güldüler. Ben mi kendimi izleyip, dalga gecicem? Evet ben. Ta kendim. Vay be ne terapi ama! İnsanin birşeyi kalmaz. Fakat insani şizofren de yapar bu site, delirirsem, hastaneye ziyaretime gelirsiniz!
Ve toplamaya basladik. Cep telefonumdaki, bilgisayarimdaki, kameramdaki herşeyi koyduk önümüze. Mümkün olduğu kadar sansürlemeden ve cesur davranarak seçtim, dalgamı geçtim. Sakınmadım, saklamadım. Benim hakkımda daha fazla şey bilinsin diye, bu köşeyi yazmaya başlamıştım.
Çünkü sevmiyorum televizyona çıkmayı, röportaj vermeyi, orda burda Nil’i anlatmayı, göstermeyi. Geriye sadece şarkılar kalmıştı. Tamam ama onlar da, iki yılda bir yayın yapmama müsade ediyor. Du. Derken burada anlatmaya koyuldum. Kendime bir alan daha açtım. Pazartesileri çıkan bir gazetem oldu. İyi ki oldu. Dinlemeyen, okur. Okumayan dinler. Dinleyen okur, daha da anlar. Dinlemeyen okumayan, kendi bilir. Şimdi belki, bir de nilkaraibrahimgil.com’a gelirler. Bir Nil külliyati bulurlar. Çok heyecanlıyım. Biraz korkuyorum. Her gün update etmeye çalışıcam. Fakat delirmezsem... İnsanın her gün, “bugün neremi göstersem” demesi nasıl bir baskı bilemezsiniz. Ben de yeni ögreniyorum! Omuzlarıma bir şey oturdu. Fakat renkli bir şey, kanatlı bir şey, nefes alıp veren bir şey.
Tam açılmadan önce, ‘Buna Nil Karaibrahimgil’in altbenliğinin resmi sitesidir’ diyelim dedim. Dedik.
Çıkmak üzere albümümün ilk videosu ‘seviyorum sevmiyorum’u, ilk oraya koyucam, Umur Turagay çekince. Pek çok yakında.