Nil Karaibrahimgil

Kötüyüm biliyorsun, kötüyüm ben

29 Haziran 2009
Dünyadan çok büyük birşey kalkıp gitti gibi hissediyorum. Tuhaf bir şekilde yalnızlaştım.

Sanki çocukluğumun bir bölümü montajda atıldı. Dünyada ay yürüyüşü yapan o adam, gitti. Bir renk, boya kutusundan atıldı. İçimde bir oda, apar topar boşaltıldı. 

Kaç yaşındaydım hatırlamıyorum ama küçüktüm işte. Bütün küçük şeyler gibi, kocaman koskocaman şeylere bakıyordum o sıra. İki kişi vardı kafamda pırlantadan çerçevelere oturtulmuş. Gerçeklerden büyüklerdi. Muhteşemlerdi. Dünya böyle bir yerse gerçekten kıyak bir yolculuk olacaktı bu. Geceleri lambamı söndürmeden, karşımda Madonna posteri, elimde Michael Jackson’un ‘Bad’ kasedi uyurdum. Hastasıydım ben bu ikisinin. Kral ve kraliçe.
Kardeşimle, iyi ki var yoksa grup kurulamazdı, teybe Michael’ı koyar, kapıyı kapar, masa lambasını yatağın üstüne doğru spot yapar, iki tenis raketini gitar gibi tutar, sesi açar, zıplar da zıplardık. Yıllar sonra, Michael’ın öldüğü gece ben, gerçek bir sahneye çıkarken, onun tişörtünü giymiş, gözlerim dolu bunu hatırlıyorum. Az sonra, dünyada binlerce şarkıcının yaptığı gibi, pullu ceketimi omuzlarımdan hafifçe düşürüp, kafamı geriye atacağım. Bu numaraları biz Michael’dan kaptık. Müziği, görselleştirdi. Şarkılarına kısa filmler çekti. Ardından da biz. Çok azımız onun kadar güzel şarkılar yazdık, çok azımız onun kadar güzel dansettik, hiçbirimiz onun kadar büyümedi. Dünyanın en ücra köşesinde bile, adı bilinir. Şarkıcı ve Amerika desen hemen onu derler. Öyle büyük. 750 milyon satmak ne demek? Bence, bu gezegene yaydığı frekansla hükmetmek demek. Nokta.

Zamanla çocukluk kahramanlarını hatırlamamamız, içimizdeki tahtlara oturmuş daha başka insanlar falan, hiçbir şeyi silmezmiş meğer. Michael öldü dediler, benim elimin içindeki küçük elim şaşkınlıkla açıldı, içinden ‘Bad’ kasedi düştü.

Yazının Devamını Oku

(Biz gölgede değiliz) Tam da güneşin altındayız!

22 Haziran 2009
Paris Match dergisi, birkaç Türk’le röportaj yaptı.

Türkiye’nin modern yüzünü, Fransa’da bir dergi penceresinden gösterebilmek için. Aralarında olduğuma memnunum. Ne kadar modernim bilmem, ama söylemek istediğim şeyler varmış. Yıllardır içimde kalmış. Sorusunu beklemiş bir sürü cevap. Ben de kendi ağzımdan ilk defa duydum. Örneklendireyim:
Benim lakabım “özgür kız”. Bu isim hoşuma gider. Sokaklarda, özellikle uzun upuzun soyadımı söylemeye üşenenler, kendi aralarında fısıldadıklarını sanarak benden öyle bahseder... Türkiye’nin en güzel üniversitelerinden birinde politika okudum. Beni üne kavuşturan şey, bir reklam oldu. Fakat o reklam, sosyolojik bir vaka oldu çıktı. Doğu Anadolu’da bir kızın, bermudasıyla “ben özgürüm” diye dolaşamayacağını öne sürdüler. Bunun tartışılmasına vesile olmak hoşuma gitti. Kendimi bir tur Jeanne d’Arc gibi hissettim... Evet, Doğu Anadolu’nun pek çok şehrinde konser verdim. Oralarda konserler hep daha iyi geçer. ıstanbul’daki gibi müziğe tok gelmezler.
Kendimi dünyanın herhangi bir yerinde yaşarken görebiliyorum. Ama seyahatlerimden hep bu şehir galip geliyor. Dünyada kaç şehrin ortasından güzelim bir deniz geçer de, bir kayıkla karşı kıyıda balık yenip dönülür?
Altımda sürekli çalıp duran ritmi değiştirmek istediğimde, yavaş ritimli ya da başka ritimli bir yer seçip gidiyorum. Hep aynı dansı yapmamış oluyorum böylece.
Benim, buradaki tolerans ikliminin, bir gün yerini fırtınalara bırakacağına dair bir endişem yok. Az çok tarih bilgim var. Bu topraklar hep, farklı şeyleri bir arada tutmayı becermiş. Her metrekaresinde, binbir ses çınlamış. Hiçbir ailenin birbirine benzemediği gibi, hiçbir ülke de birbirine benzemez.
Üzerimde herhangi bir baskı hissetmiyorum. Tam tersi kadınlara “tek taşını al” derken, beni takip eden küçük kızlara hayata tutunmaları gerektiğini bir metaforla anlattım. Onlarda tek taş alıcak güç olsun, eğitim olsun, güven olsun, sonra kim taş alıyorsa alsın:) orasını romansa bırakmak gerek. Kabul ettiğim reklamlarda hep, kadın olmanın utanılacak değil, altı çizilecek birşey olduğunu vurguluyorum. ısteyerek, bilerek yazıyorum o sözleri. Hepsinin altında, söylemek istediklerim var. Markalar da bundan faydalanabilir. Onlar da bir nevi, demek istediklerimin taşıyıcısı olmuş oluyor.
...Evet bu ülkeyi karanlık bir yer sananları duyunca hayalım kırılıyor. Burası köprüler kurar. Herşeyle herşeyi, barış içinde yan yana var eder. ıyimser bir bakış acısı mı?

Yazının Devamını Oku

Soru: Sizce fotoğraftaki insan ne hissediyor?

8 Haziran 2009
a. kızgınlık b. korku c. üzüntü d. tiksinme e. hor görme f. şaşkınlık g. zevk Bir haftadır, elimde Paul Ekman’ın “Emotions Revealed” (duyguların açıklanması) adlı kitabıyla geziyorum. Uzun zamandır beklediğim bir kitaptı bu. Paul Ekman, insan yüzünün duygusal haritasını çıkarmış çok meşhur bir psikolog. Yaklaşık 40 yıldır, yüzümüzde istemsiz oluşan ya da istemli oluşturduğumuz mimiklerin hangi duyguların habercisi olduğu ya da neyi saklamaya çalıştığı üzerinde çalışıyor. Konu sandığımız kadar basit değil, çünkü duygunun yüze vurduğu anlar, mili saniyeyle ölçülücek kadar kısa. Hem yakalaması zor hem de ayıklaması. Bir ifade belirdiğinde, bir orkestra eşliğinde beliriyor. Mesela ses tonu, vücut pozisyonu, dışarıda olup bitenler ve tabi o insanin üzerinizde /images/100/0x0/55eb3bb9f018fbb8f8b3f0cayaratmaya çalıştığı etki gibi. Doğal olarak Paul Ekman, dünyada insanı merak eden akademisyenlerin, Disney animatörlerinin, Amerikan ordusunun ve FBI’nın da sık sık başvurduğu birisi. Özellikle suçla ve suçluyla işi olanların yüzümüzde avına çıktıkları bir duygu var çünkü: yalan! Hangimiz onu yakalamaya uğraşmayız ki hem? Dikkatle, birbirimizin yüzüne bakarız çoğu zaman, çünkü biliriz kelimelere güven olmaz.

Kitap daha ilk bölümde bize, en sonundaki testi yapmamızı öneriyor. Tamamını okuduktan sonra, tekrar yapıp, ilerlemiş olduğumuzu görelim diye. Fakat ben hâlâ o testte takılı kaldım. Çünkü çok eğlenceli! Kendime iki defa yapmakla kalmayıp, geçen haftaki konserlere giderken uçakta grubumdakilere yaptım. Tabii, tam konsantre olamadıkları için kolay tanıyamadılar duyguları. Zaten kazık bir test, bir de üstüne uçakta olmanın verdiği dayanılmaz hafiflik. Ben ilk yaptığımda fena değildim. Tabii ki, bazı duyguların yanından bile geçememişim. Halbuki hafife almış, ‘insan’ bunu bilir demiştim. Çünkü bunun, binlerce yıldır software’mize yazılı bir bilgi olduğunu düşünüyorum. Ayakta kalma mücadelesi oldu olalı, insan soyu, hayır gelecek ifadeyle şer gelicek ifadeyi ayıklamaya koyulmuştur elbet. O kadar da kolay değilmiş ama. Aynı ayakta kalma mücadelesi, bir sürü maske ifadeyle gerçek duygunun üstünü örtmeyi de gerektiriyor çünkü.

Yüzümüzde oynanan her duygusal sahnenin, bilinçli ya da bilinçdışı amaçları var. Bunları bilmek güzel bence. Mesela ne deyince, ne olunca, ne duyunca, hangi duygu yüzümüze yerleşiyor? Bir duygu geldiğinde, onu karşı taraf için zararsız bir hale nasıl getiririz? Başkalarının duygularına karşı nasıl hassas oluruz? Empati ve ilişkilerin tarihi için bu okumaları yapabilmek mühim.

Bu arada resimdeki duygu: maskelenmiş kızgınlık. Bilememiştiniz di mi?
Yazının Devamını Oku

Gerçek bir guruyla tanıştım

1 Haziran 2009
“Wolverine”i seyrettim biraz önce. Hani şu, ellerinden bir çift çatal takımı çıkaran adam... Filmden o kadar sıkıldım ki, ardarda kötü espriler yapmaya başladım. İlk yirminci dakikada, “Bu Volverine, ilk yönetmene gidip bu rolü istediğinde, sizce ne dedi?” dedim. Tabi cevap gelmedi. (insanlar film izliyo) Ben de bağırarak, “ROLVERIN! dedi” dedim ve buna sadece ben çok güldüm. İki dakika sonra, kendimi tutamayarak, “Peki bu Volverin trafikte tıkansa ne der” deyip, YOLVERIN, “Beşiktaşlıların çılgınca kutlamalarını duysa ne der” deyip, SONVERIN de diyince, espri iyice eskidi. Fakat, yüzümde taht kurdu. En azından, film dayanılır geldi. Aslında tabi bu espri meselesi genetik. Anlatayım.
Geçen hafta, çok ilginç bir öğle yemeğine davet edildim. Hindistan’dan gelen guru, Sadhguru, Park Hayat’taki süitinde bizi ağırlayacaktı. Ben koşturarak oraya doğru giderken, çünkü geciktim ve herkes odaya çıktı ve ben koskoca gurunun karşısına geç gelen kadın olarak çıkacaktım ki, babam aradı. Olayı kısaca anlatınca, bana “Aman kızım, yere pilav döküp, guruyu üstünde yürütmeyi unutma” dedi. Bir espri geleceğini anlayıp, bir an evvel gelip geçmesi için ‘Niye ki?’ dedim. O da...
Sevgili canım okur, bugüne kadarki yazılarımı, şarkılarımı ve de beni sevmişsen, üstelik yukarıdaki şakalarıma rağmen sevmişsen, babamın bu esprisini okumayabilirsin, gazetenin bir sonraki sayfasına geç ve benimle ilgili fikirlerin korkunç bir darbe almadan pazartesini yaşa, sana tavsiyem budur. Çok içten söylüyorum, hadi git...
Kalanlar! Artık bundan ben sorumlu değilim. Sadece bir aktarıcıyım. Babama, niye diye sordum ya, o da bana, “Çünkü o zaman pilav üstü guru olur” dedi. Teşekkür edip, kapadım. Ben artık alışkınım. Çocukluğumdan beri, babam her espri yaptığında, buz gibi bir duş üzerimden geçer. İnanın, üşümem yıllar önce geçti. Bünye normalize etti bunu.
Neyse, guru. Mühim konu. Koskoca guru. Bembeyaz sakallı, kocaman gözlü, esmer, en sevdiğim aksanla İngilizce konuşan, sakin ama zeki, kafasında kumaştan sarılı şapkası, üzerinde kumaştan entarisiyle, aslında yakışıklı olan bir adam. Fakat, bu bütün katı kaplayan lüks mü lüks oda, ona fazla gelmiyor mu? Ya da az? Yoo, dışarısının önemi yok ki. Doğru, hep unutuyorum. ‘Ic mühendisliği’ adını verdiği bir konusu var. Hemencecik, yemekte hap gibi yutmak istedim nedir, ama güldü. Heyecanımı tutup, “Buna konsantre olacağın otuz saatini verdiğin gün anlatırım, çok da basit” dedi. Tamam, hadi vereyim dedim, ama öyle olmuyor. Zamanları, yerleri var. Mesela haftaya Hindistan’da var bir workshop. Ona gidemem. Kasımda da olabilirmiş, ona giderim. Hem, web sitemi yapan igoalıların, goa’dan dönünce nasıl yeni kesilmiş meyve içi gibi pırıldadıklarını da öğrenmiş olurum. ‘Bu guru başka guru’ gibi geldi bana.
Sevdim bu adamı. Öyle şeytan arabaları gibi uçuşmuyor. Davos’a dört senedir üst üste davet edilen, tek spirituel lider. Kitabını aldım kolumun altına, çıktım. Adı, “Flowers on the Path” (Yolun Üstündeki Çiçekler).
Bir an, kapısına dayanıp dayanıp döndüğümüz birkaç kapının anahtarı, bu adamın boynunda asılıymış gibi geldi bana. Bulayım onu da: Yeter ki içinde parmaklar şıklasın, her yerde kalkar oynarsın!, desin bana.
Yazının Devamını Oku

Hep beraber: Kendimi suçlu hissetmiyorum!

25 Mayıs 2009
Dün gece Çağla’yla birbirimize bakıp, çok emin hallerde başımızı salladık: ınsan, kendini tanıdıkça rahatlıyor.

Halimiz, bilmediği bir yerde yolculuk eden insanların, bir yerlerde rastlaşıp, aldıkları notları paylaşmalarına benzedi. Kafamız pek çok konuda hayli karışık. Fakat bahar geldiği için beyindeki yerçekimi azaldı ve düşüncelerin uçuşmasında bir sakınca yok.

Kendini tanıyınca hakikaten, “wake ari” oluyor. Olduğu gibilik yani. Tamam canım, buramda böyle bir iz, şuramda böyle bir kırık, ayağımda bu tarz bir topallık var diyorsun. Manevi olarak tabii. O zaman ruhen topallaman sana garip gelmez ve kendini bir çok konuda affedersin. Zaten insanın başına ne gelirse, kanımca ‘beklenti’den gelir. Hayat ve diğerleri, aslında küçük tatlı sürprizlerle dolu. (benim ‘gülümser’ bakış açıma göre) bizi çoğu zaman mutsuz eden, başkalarından ödünç aldığımız kendimiziz! Bizden tonlarca kat daha kocaman, daha akıllı, hiç kusurlu versiyonumuz. Sonra da başlıyor işte koşumuz... Nefes nefese, tatminsiz uyanıveriyoruz bir sabah, ‘Ah! Daha arpa kadar yol alamadım’ diye... ‘Gittiğim yol, yol değildi, haklıydınız’ diye. Hep başkalarına hak vererek, puta tapar gibi, kendimizin bize benzemeyen o koca heykelinin önünde eğilerek... 

Hayatın kısalığı, bir bilinse, bunlara en büyük devadır kanımca. Ama bunu bilmiyoruz. Bu bilgi bilinçten, çocuk gibi kaçar. Sonsuza kadar yaşayacağımızı sandığımız bir dünyada, çalışır da çalışır, yetişemez de yetişemez, beğenmez de beğenmeyiz. İyi de nereye kadar? Birgün, tüm bunların ortasındayken, pıt diye gözümüzü kapayıvericez. Ve her şey yarım kalıcak. Evet, her şey mutlaka yarım kalıcak! Beceremeden, başaramadan ve başlayamadan çoğu şeye, biticek.

O yüzden, şu kendimizle ilgili yarattığımız putları kırıp, rahatlamanın zamanıdır. ılla, kocaman, mora kaçan, derisi pürüssüz bir kiraz olmak zorunda değiliz. Belki, yanından bir küçük kirazcık çıkmış kadar tuhaf, belki derisi ezik, belki de yarısı yokuz. Olsun, biz böyle güzeliz. Daha da güzeli: biz böyleyiz. Tıpkı, o eski şarkıda olduğu gibi...

Yazının Devamını Oku

Dünya o kadar güzel bir yer ki

18 Mayıs 2009
Bir otel odasındayım.

Uyumam gerek. Akşam konserim var. Binlerce kişi, pipetlerini batırıp, beni içicek. Ve ben onlara bal olucam. Unutulmaz an olucam. Mutlu sonuma varıcam: Beni hep sevicekler... Hayal bu ya.
Uyumam mümkün değil fakat. Odamın pencereleri yere kadar lacivert deniz. Denizin sonuna bakıyorum, ufuk. Ben baktıkça yüzüme, serin bir pelerin gibi örtülüyor. Teslim oldum bir süre sonra. Yatağa uzandım kafamı aşağı doğru sarkıttım, öyle baktım biraz. Sonra döndüm, böyle baktım biraz. Sonra biraz bakmayıp, birdenbire baktım tekrar. Sanki dünyanın mavi gözlerine ilk bakışım bu. Görür görmez aşk bu. En dibini düşündüm suların. Nasıl izin vermez oraya gitmeme ve ne kadar küçüğüm onun karşısında. Beni öldürmeden taşımasının tek yolu, beni yüzeyinde yüzdürmesi. Ama ne anlarım ki bundan? Tıpkı bir aşık gibi, ölümüm pahasına en derin yerine inmek istiyorum. Çünkü ben aslında o olmak istiyorum. Resmini çektim. ıkimizin resmini de çektim. Web sitemde var beraber bir resmimiz.
Beni sarhoş etti. Kıyılarına inmek, yüzmek istedim. Beceremedim onu. Hatta ayağımı bile sokamadım. En son Cape Town’da sokmuştum ayağımı suya. Aynı suya aslında. Bunu düşünmek bile ne kadar büyük geliyor bana. Üstümde taşıyamayacağım düşünce balonlarından... Bütün bu coşkuyu, neden hep hissetmediğimi sordum kendime. Aslında sırtında gezinip durduğumuz ve tamamını asla göremediğimiz bu gezegen, olağanüstü güzel. Halbuki hep, duvarlara bakıyoruz, kendimize ve birbirimize bakıyoruz.
Kafamızı kaldırıp, ağaçlara bakmıyoruz. Çocuk değilsek, ağaca tırmanmıyoruz. Güzel bir havada, burnumuzdan içeri rüzgar sokmuyoruz. Ne bileyim, dağlara çıkmıyoruz mesela. Halbuki dünya adlı bu gezegenin şekilleri, sürprizleri, harikaları var. şeffaf kafalı şu balığa bakın! Hiç böyle birşey gördünüz mü? Hayal ettiniz mi?... Binalar ve hatta çoğu insan ne kadar sıkıcı bunun yanında. Evet evet kararım kesin, ben dünyaya kavuşucam artık. Sen nerelisin diyenlere de dünyalıyım diyeceğim. Onun insan eli değmiş, parsellenmiş halleriyle ilgilenmiyorum. Her yerini merak ediyorum. Aşık oldum dünyaya ben.

Yazının Devamını Oku

Dedikodunun zararı üstüne

11 Mayıs 2009
Bilmezler ki, kelimeler ağzın etrafında yörüngeye oturur.

Tuttum hemen dilimi.

Tam ucundaydı halbuki. Hazırdı laflarım. 

Allah bilir nasıl iftiralar... Kimbilir kimden duyduğum, tam ezberleyemeyip, yarımyamalak yuvarlayacağım bir beddua gibi. Fakat dilimden düşmeye pek meraklılar. Hemen kapadım ağzımı. Dilin huyuna güvenilmez. Söylemiycem der söyler, tekrarlamıycam der tekrarlar, yaralamıycam der yaralar. Ben de iyisi mi, önce dişlerimi sonra da ağzımı kapayayım, üstüne de avuçlarımı kenetleyeyim dedim. Herkes de, gözünü dikmiş bana bakar. Ah! Bizi nasıl güldürecek, birbirimize dikecek oysa ki dilimdekiler. Başka birinin felaketinden kendimize, konfetiler yapıcaz, hırkalar örücez halbuki. Müsaade etmedim. Dilimden dökmedim. Taşıyıcısı olmıycam işte o virüsün. Önce güldürür rahatlatır. Ama sonra öksürtür, bağışıklığı düşürür. ınsanın ruhunun ateşini çıkarır.

Bir yerde okudum daha yeni. ınsan dedikodu yaptığında, bir çöpü hem kapının önüne, hem de evinin içine bırakır gibi düşünmeliymiş. Çok güzel benzetme. Gözümün önünden gitmiyor. Dedikoducuların ruhu bundan kokuyor demek. Evlerinin içi siyah çöp torbalarıyla dolu.

Yazının Devamını Oku

Kendine biraz zaman ver

4 Mayıs 2009
Hiçbir şey yapmamak için mesela. Bırak, bahar kararsızca geçsin üzerinden. Bir yaz sansın kendini, bir kış. Sen bir tişört giy, bir hırka. Senden beklenilen, hep yaptığın şeyi ilk kez duyuyormuş gibi yap. Cevapsız bırak. Parantezini aç, içine gir kıvrıl, başkası ol. Sana hiç benzemeyen biri. Mesela, senden daha sakin. Senin alışkanlıklarını taşımayan, kaygılarını paylaşmayan, hatta tanışsan
seninle pek anlaşmayan biri. Ol. Olabilirsin. İçinde herkes var. Baksan görebilirsin. Kendinden beklemediğin şeyler yapmak harikadır.

İçinde kafesler açılır, her şey doğasına kavuşur.

Şöyle bir durup, nefes alacağın bir yere kaçınca göreceksin ki, şarjlı bir aletten pek bir farkın yok. Hep kırmızı yanıyor, hep pilin bitmek üzere, ama sende hep bir gayret. Duymak istediğin iki kelime: Bravo ve hayret!... Kendini rüzgara, güneşe, suya, uykuya bırakınca görüyorsun ki, yeşile dönüyor pilin. Yükseliyor sesin. İkide bir durdu duracak gibi değilsin. Hiç olmadığın kadar dirisin. Her şey yolunda aslında. Hem yolunda ne ki? Tabi ki her şey yolunda, ben mi tayin edeceğim canım elalemin yolunu... Benim yolum bu, der, patikalara sapıverirsin.

Hep koşturuyorum. Bir şeyi halletmeden eve döndüğümde, beni azarlayan ‘vicdan’ teyzemle kalıyorum İstanbul’da. Nefes alıp verdiğim şehir. Daha az nefesle, daha çok koşmamı istiyor benden. Çizgi filmlerdeki gibi koşuyorum, ayaklarımdan kıvılcımlar çıkana dek. ‘Evet ‘dedim, ‘o şarkıya düet yapıcam, söz yazıcam. O jingle’ı da yazıcam, o reklamda oynıycam, o kitabı yayınlıycam. Pazartesileri burada, hemen her gün web sitemde olucam. Beni ne zaman arasanız orada olucam, şarkılarla dertlerinize derman olucam. Neşenizi bulucam. Mutlaka bulucam neşenizi’. Böyle diyordum işte. Dediğimi de yapıyordum.

Sonra topladım bavulumu gittim. Önce New York’a, sonra Floransa’ya. Toskana’daki şarap vadilerinde çimlere uzandım... Dilimi şaraba kaynaştırdım, tenimi güneşe. Medici Ailesi’nden kalma bir otelde kalıyorum ve sabah bahçeye inerken, kendimi o ailenin şımarık kızı sanıyorum. Kendimden çıktım, başka pabuçlar giyiyorum.

Yapmadığım şeyler yapıyorum,
bakmadığım şeylere bakıyorum.
Görmediğim şeyler,
beni ancak böyle görür.
Biliyorum. 
Yazının Devamını Oku