27 Nisan 2009
Hemen 35 dolara vintage bir elbise aldım.
Mor. Upuzun. Hatta benden beş santim uzun... Giydim, fırladım sokağa. Hadi ham yapsın beni bakalım New York... Ordan oraya savururken kendimi, kafamı sallayınca bakalım neler döküldü:
Hadise’nin cevabı: Geçenlerde, tanınmış simalara ‘Kendinizi 10 sene sonra nerede görüyorsunuz?’ diye sormuşlar. Herkes aşağı yukarı aynı cevabı vermiş: Daha da, daha da, daha da! Hadise’ye de sormuşlar ve o şu cevabı vermiş: Layık olduğum yerde. Bu ne kadar güzel bir cevap, içimde geziniyor bu cümle... Layık olduğum yerde. Hepimizin yolculuğu oraya zaten. Her şey kendine özel yapılmış tahtlara ya da tahtalara ya da tahterevallilere oturuyor sonunda. Yetenek, çalışma ve şans çarpılıp bölünerek, toplanıp çıkarılarak bir hesap yapılır. Bu hesap, her zaman çarşıya uyar.
Burada özgürlük çok: Bunu seviyorum ben New York’ta. ılk geldiğimde de, beni hemen tavlamasının sebebi buydu. Hesap sormuyor. O zaman ilk tutu eteğimi almış, bacaklarımı makas yaparak koşmuştum yağmurda. Sokaklardaki görünmezliğim beni büyülemişti. Kimsenin elinde damgalardan yok sanki. Kafa seslerini duymuyorsun, sana bakar bakmaz sağını solunu çekiştirmiyorlar. Keşke bizim kalıplarımız da, bu kadar geniş olsaydı. ıstediğimiz şekli alırdık. Bana benzeyen gelsin’cilik oynamazdık. Pardon ‘keşke’ demek yoktu değil mi?
Başkaları senin için bir şey seçmesin, sen seç: Tavsiye almıycam artık. Lüzumsuz çünkü. ınsan, eşinden dostundan değil, olsa olsa doktordan tavsiye alsa faydasını görüyor. Bakın ne diycem, insanın eli kendine has tuhaf sensörlerle seçiyor, kendisine göre olanı. Ve kendisi için hayırlı olanı. Buna inanın. ıçimizden ilk gelen, o miymiy korkakça çıkan ses var ya, sadece onu dinlemeliyiz. Ama nerdeeeeee, o gelene kadar ne müzikler ne sesler açıyoruz. Sebebini de bulduğumu zannediyorum. Sebebi tembellik. Seçmek için gerekli çalışmayı yapmama ve kötü seçimin sorumluluğu almama çabası. Hop hop değiş tonton listesine açıl eklensin.
Zaman çok hızlı, günler çok kıymetli, aman ha: İnsan bazen, yaşayıveriyor. Evet, kelime bu. Yaşayıvermek. Nefesi az bir yaşam formu. Havayı aydınlıktan, karanlığa ölgün gözlerle izleme sanatı. Bunu sevmiyoruz tamam. Ama çoğu zaman buna razıyız. Korkularımız, etrafımızda sürekli ateş dansı yapıyorlar. Pişirdikleri de bizim etimiz. Bizi koparıyorlar. Ha, şu an desem ki, korkacak bir şey yok. Hiçbir şey değiştiremem. Bu insanın, hergün kendine tekrar etmesi gereken mantrası.
Bu laf salatası da, bir New York hatırası.
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2009
Bir yaz günüydü. Rengarenk sayfalı dedikodu dergisini, laf olsun diye karıştırıyorduk.
Dört ‘ünlü’ kişiydik. Sayfaları çevirirken, ‘a!’ diyorduk, ‘bunlar beraber mi?!’, ‘bu buraya mı gitmiş?’, ‘bunlar ayrılmış mı?’, ‘bu bunu mu demiş?!’... Hepsine de inanıyorduk. Derken, bizimle ilgili haberler görmeye başladık ilerleyen sayfalarda. Kahkahalarla güldük! Hahah, kim uydurmuş bunları diyip geçtik. Hepsi palavraydı. Peki ya önceki sayfadaki arkadaşlar? Onlarınkine niye inanmıştık? Bizimki deli saçmasıydı da, onlar niye gerçeğin ta kendisiydi? Asıl gülünecek olan buydu. O dergilerin varoluş sebebi, hayatı renkli diye düşündüklerimizin hayat dramlarını paylaşarak, kendini kötü hissedenlere teselli olmaktı. Bir keresinde bana bir gazeteci, pat diye söyleyivermişti: Kötü haber, haberdir.
Bir fıkra var ya Papa’yla ilgili. Papa, uçaktan iner. İner inmez bir gazeteci sorar, “Şehrimizdeki geneleve gittiniz mi?”, Papa şaşkın sorar: “Yoo, burada genelev mi var?”. Ve alın size manşet: PAPA ŞEHRE İNER İNMEZ GENELEV VAR MI DİYE SORDU! Yalan mı? Değil. Gerçek mi? Değil. İşte başlıklar diyarı, ne yazık ki, çoğu zaman böyle bir yer.
Kendimden örnek vereyim...
İki hafta önce, babamla beraber ilk defa bir röportaj yaptık. Güzel güzel sohbet ettik. Fakat, takdir edersiniz ki, pek sansasyonel değiliz. Sizin için sıkıcı sayılabiliriz yani. Her şeyin yolunda olduğu bir aile hayatı işte. Derken soru geldi: Kızınızın evlenmesini ister misiniz? Babam: “İsterim tabi ama Nil’e bu konuda baskı yapmayız. O ister evlenir, ister evlenmez kendine kalmış.” Parantez açayım, babam hayatında bir gün bile bana, ya da anneme, Nil evlense dememiş biridir. Beni kendine saklar, hepsini o hesaplar :) şaka bir yana, bu konu böyle geçti. Nurtopu gibi bir başlığımız oldu: NİL EVLENSİN İSTİYORUM! Okuyunca, babam ne diyecek bu başlığa diye düşündüm. Röportajı yapan tatlı bir insandı ve bize başlığı kendisinin atmadığını ve üzgün olduğunu belirten, çok düşünceli bir mesaj attı. Ama çok geçti. Çok geçmeden, bir tane daha geldi...
Hafta sonu, Numberone’da “Nil haftasonu”ydu. Güzel bir röportaj yaptık. Derken, şu soru geldi: Siz her zaman böyle mutlu musunuz?
Cevap verdim: Her zaman mutlu değilim. Herkes gibiyim. Hatta sakin ve hüzünlü bir yanım var, pek dışarıya çıkmayan. Alın size kırmızı başlıklı kızımız: MUTLU DEĞİLİM!
Arayanlar soranlar, nooldu diyenler... Bir de koymuşlar, loş bir resmimi. Tadından yenmiyor haber. Neyse canım, benim mutsuzluğum birilerini mutlu ediyorsa, feda olsun. Ben değil miydim, insanları mutlu etmeye ve ilham vermeye geldim diyen... Başlığa dikkat :)
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2009
Henüz uyandığım rüyamda, şişman bir çocuk, öbür limanda unuttuğum laptopumu almak üzere, o tuhaf tekneye geri bindi. (Liman diyince gözünüzde, güneşli bir seyahat canlanmasın. Geceyarısı. Kaybolmuştum. Bu çocuk ve o Japon’a benzeyen adam, beni tekneleriyle ıstanbul’a yakın bir yere bırakmayı kabul etmişti.) O çocuk geri gelene kadar, size yeni bulduğum ruhani kas çalışmasını anlatayım.
Geçenlerde, karşıma bir soru çıktı. Soru da, aslında sonunda n’si var. Asabımı bozmaya meyilli bir şey. Fakat benim asabımı bozmaya niyetim yok. Bahar yeni gelmiş bir defa, her şeye cıvıldayarak tepki veresim var... Derken, bu soru böyle balon gibi şişti birinin ağzında. Her zamanki gibi ilk tepkimi verdim. Haşin ve acımasız ve gamlı ve suçlayıcı ve bol tükürüklü olan bu cevabı kendi ağzımdan duymak, havamı hemen kararttı. Mevsimim değişti. şimdi bu dediğim şeyi daha da güçlendirmek ve ona göre davranmak zorundaydım. Kelimelerle oyunda kuraldır bu. Bir soru ve bir cevap insanı bu hale getirebilir. Cıvıldarken, gıcırdar oldum.
Sonra, biraz vakti bıraktım geçsin.... O sırada, şu olan bitene başka bir tepkim var mıydı ona bakındım. ışte o sırada keşfettim ‘derdinle arana hendek açmak’ı. şöyle bir şey: Eğer iki adım geri gitmeyi başarabilirseniz, soruyla aranıza bir küçük hendek açılıyor ve önünüze nakış gibi işlenmiş bir ‘alternatif tepkiler mönüsü’ çıkıyor. Tıpkı, bir bilgisayar oyunu gibi. Sonra, iştah sizin. Hafif bir şeyler istiyorsanız, et yemezsiniz olur biter!
ıki adım geri gidebilmem için araya koyduğum vakit, işe yaradı. Soru baloncuğunun, üstümdeki çekim gücünün azaldığını fırsat bilip, hemen iki geri adım attım. Bir baktım, seçtiğim şey, mönüdeki en ağır, en mideye oturan şey! Onu yemekten vazgeçtim. Onun yerine, tatlı ekşi soslu hafif olanı seçtim. Söyledim.
Söyledikten sonra, baharım hiç değişmedi. Sorular, cevaplarını yiyerek uzaklaşan şeyler. Gönlünden, şöyle tebessümlü bir şey koparıp verirsen, geriye koydukları şeyse....
O da başka rüyaya :)
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2009
Keşke: Gerçekten, bir zaman önce ‘keşke’lerin hepsine biber sürdüm. Ne zaman, o kelime ağzımda birleşmeye çalışsa, üzerine ‘bir hayır vardır’ basıyorum, hemen çözülüveriyor. Zamanın geri sarılamayacağı bir dünyada, bir elimizin dişini öbür elimizin içine çarpan bu gereksiz kelime, kaslarımızı da ortadan havaya kaldırır. Girilmeyesi ruh halleri bunlar... Keşke sussaydım, keşke öyle yapmasaydı, keşke böyle olmasaydı. Susmadın, o öyle yaptı ve böyle oldu! İyi ki oldu, oh oldu. Keşkeleme, ilerle.
Peki: Güler yüzüne rağmen, kalbi kırık olan! Razı oluşların en gönülsüzü! Sinirli bir kabulleniş! Bu pekiler, mutlaka bumerang gibi geri gelir, hem de ne kalabalık laflarla... Kimseyi peki kıvamına getirmemek ve pekide karar kılmamak lazım. Hem böyle sitemli konuşmak, bizi hep yokuşa götürür. Kelimelerin, yol işaretleri olduğuna ve bizi yolculuk ettirdiğine inanıyorum. Peki yok. Tamamsa, babalar gibi tamam, değilse babalar gibi tamam değil. Ara sıcakların hepsi, dünden kalma.
Bu olmaz: Bu yapılamaz, burada yapılamaz, Türkçesi ‘ben tarafından yapılamaz’ olan. Bu kelimeyi o kadar çok duyuyorum ki, kendimi olurunu ararken yakalıyorum sürekli. Bu olmaz’cılar, her şeyi alıştıkları gibi yapmazlarsa keyifleri kaçar. Etraflarına güzel ve güvenli bir çit çizer, senden onun dışında deneyler yapmanı istemezler. Hele bir de bunu onlardan istemeni, hiç istemezler. Halbuki bu sahte bir fren. Şu anda, bir bilimadamı, bilgisayar ekranına bakarak 11. boyutu nasıl ortaya çıkarabileceğini hesaplarken, senin olmaz’ın ne olabilir ki? Her şeyin olabildiği, her şeyin her şeyle olabildiği, her şeyin her zaman olabildiği hatta ‘bal gibi de olduğu’ bir yerde, hemen herkes evinin önündeki olmaz’cıları süpürsün. Hoşgelsin olduranlar...
Yanlış: Yanlış kalkarsa, bir sürü beyin ve kalp diktatörü işsiz kalır. ‘Doğru’ da, eşi ölen muhabbet kuşları gibi bir süre sonra ölür... İnsan büyüdükçe, boyu uzadıkça, kafası yukarı doğru çıkıp da sağı solu, ileriyi geriyi daha geniş gördükçe anlamalı ki, bu kelime elimize vurulan aptal bir plastik cetvel. Kuralları koyan birileri, bu kelimeyle bizi yargılayıp cezalandırır. Halbuki en adil düzen, insanın içindeki medeniyette zamanla kurulur. O kelimeyi kullanmadan, pusulanı iyiye çevirebilirsin. Yanlış diye bir şey yok. Doğru da kim? Biz karşıdan karşıya, bay doğru olmadan da geçeriz.
‘Bence’ konuşalım, ‘sence’ konuşalım... Ne güzel diller onlar.
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2009
Bu yazıyı, Peter Bjorn and John’dan ‘Nothing to Worry About’ dinlerken okursanız, daha fazla nüfuz eder.
Wake ari, Japonca ‘as is’, yani ‘olduğu gibi’ demekmiş. Hayatımda ilk defa, bir dövmem olabilirmiş gibi geldi. Wake ari dövmem. Ama yok, o da kolumun bacağımın ‘olduğu gibi’liğini bozar diye düşündüm. Aklıma yazdım. Hatta içimdeki, hayatla ilgili arama motoruna,‘wake ari’ adını verdim. Kelimeler, gerçekten büyü. Ve bu kelime, onunla ilk karşılaşmamda, altındaki sebze resmiyle beraber, anne gibi geldi bana. Saçlarımdan okşayıp, beni her şeyle ilgili teselli etti. Hayatın, mütevazı bir pazarda geçtiğini fısıldadı bana.
Bu lafı ezber bilsek, soluk ve mükemmel olmayan şeylere karşı olan tahammülümüz genişler. Kendimizi tırmalamayı bırakabiliriz. Kişiliğimizi ve bedenimizi çekiştirip durmayız. Wake ari deriz, bizi eksik bulanlara. ‘Ben böyleyim, bu sepetteki turp kadar yamuk, bu havuç kadar kesik, bu limon kadar lekeliyim.’ Ben böyle bir şeyim işte. Ve kendimi son derece vitaminli hissediyorum.
İnsan ruhuna en kötü gelen bakteriler, hayattan, kendinden ve sevdiklerinden mükemmellik bekleme virüsü. Onları, görmek istediğimiz hale getirene kadar rahat etmemek. Ama o hâl gelmez ve kimse o hale de gelmez. Mesela, yine sepete dönelim... Buradaki turptan düzgün bir turp elde etmeye çalışalım. Başımıza gelecek şey, ona kendi rengi olmayan mor bir boya sürmek, düzleştirmek maksadıyla kırmak olur. Havucun kesiğini görmemek için, onu bayağı bir rendelememiz gerekir. Ki bu onu küçültecektir. Limonun lekesini almaya kalksak, orda o leke yerine koca bir beyaz oyuk kalır. Böyle küçücük bir sepette bunlar oluyorsa, düşünün ki hayatta neler olur bu çabalarla. Ne yaralar alınır, ne küçücük kalınır.
Değiştirme çabasının sonunda, elinde bıçak, hayali kırık bir sürü insan kalır. Ve sepettekiler de, mutlaka bir gün onu katil olmakla suçlar. E, bıçakta onun parmak izi yok mu?
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2009
Gelmiyceksiniz sandık bir an. Hapşurduğumda anladım geldiğinizi...malum, görünmeyen polenlerinizi salıyorsunuz gelmeden. Alerjim olduğundan, hemen fark ediyorum.
Burnumda bir kaşıntı. Tamam diyorum, vardı yine. ınsanın baharları da sayılı ne de olsa. Ben alerjimi idare ediyorum, yeter ki sizi göreyim.
Saçlarınıza taktığınız çiçeklerden göreyim dallarda. Kopardım geçenlerde bir tanesini, fark etmişsinizdir. Kulağımın arkasına yerleştirdim.
Üzerimdeki mor elbiseyle aynı renkti, belki gördünüz. Lafı uzatmayayım, çıplak kollarımı boynunuza dolamak için sabırsızlanıyorum.
Aklıma hemen, hayaller düşmeye başladı. Ah, sizin o insanı sarhoş eden davetleriniz yok mu! Sokağa çağırıyolar beni. Kabuğumda ne varsa, dışarı çıkarmamı istiyolar. ‘Çıkar hadi’ diye fısıldıyolar herşeyi. ‘Alan alsın. Satan satsın. Kalan kalsın. Hepsi havalansın.’ Çılgınca geliyo bana bu kafiyeleri. şubattan sonra martın çıkagelmesi. Sonra birdenbire nisan! Hele o nisan yok mu o nisan. Bütün saçı bukleli hislerin doğum ayı.
Yürüyüşümde, hafif seksekler görüyorum. Havada fazlaca kalıyo adımlarım. R’lerim falan hep düştü, görüyosunuz. Ayıplanmak istiyo insan siz gelince. Bir kahkaha kopardı ya da bir şeyi fazla abarttı diye. Ne var yani, yolundan kıvrıldı diye. Herkesin gözünde, yatılı trenler görüyorum. Alelacele gönderiyolar kendilerini biryerlere. Doğru düzgün bavul bile yapmadan. ‘Aman aman aman’ geçen şarkılar çalıyor vagonlarda. Ama müzik tabii ki bunun tersini söylüyo. Tüm baştan çıkaran şarkılarda olduğu gibi.
Geçenlerde, bir stüdyoda içimden geçen tüm melodileri söyledim. Ard arda güzel duyulup duyulmadıkları, hiç umurumda değildi. Ne zaman birşeyler ‘hiç umurumda olmasa’, ortaya güzel şeyler çıkıyor. Bence siz, insanın kurdelalarını açıyorsunuz. Gerçekten.
Bir su parkındayım sanki. Kollarımı yukarı, ayaklarımı aşağı bırakmışım. Kıvrak kaydıraklarınıza teslim olmuşum...Bu ifadelerimi abartılı bulacaksınız. Ama ben de değişiyorum. Geçen defa bıraktığınızda böyle miydim? Evet aramızda geçen diyaloğu gayet net hatırlıyorum.
‘Hazır mısın?’ demiştiniz. ‘Hazırım’ demiştim. Bu defa sizi kapıda karşıladım.
Ah bahar hanım, kendinizi özlettiniz. Nasıl ciddiydik siz yokken, bir görseniz.
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2009
Aslanlar gibi kükredi gök. Öyle içinde ne varsa bağırdı. Çaktı ışığı gözümüze.
‘Ben varım bir kere’ dedi, ‘hepinizden önce!’. İçine çok şeyi atmış olacak, bayağı bir zaman ağladı. Şemsiyelerle koşturduk altında. Şemsiyesi olmayanlar yakalarını kaldırıp, sırtlarını kambur yaptılar. ‘Aman’ dedik, ‘nereye gideceksek gidelim, şunun gözüne gözükmeyelim’. ‘Bize yıldırım çarpmasın’ dedim, ‘can alıcak gibi bu?’.
‘Yok’ dediler, ‘etrafta senden yüksek şeyler var’. Tabi ya, burası İstanbul, burada her zaman, senden yüksek şeyler olur.
Şehrin tavanlarına bayraklar astılar, yaprak gibi uçuşuyorlar rüzgarda. Sokaklarda, bize güven vermek isteyen yüzler, ‘beni seç’ diyor, ‘be ni seç! Ben sokakları süpürürüm, evini ısıtırım, yüzünü güldürürüm’. Çoğunu tanımıyorum. Birbirlerine bakıyorlar geceleri biz yatınca. Bir ipe dizili, hepsi birbirine bağlı. Meydan meydan. Geri geri sayiıyorlar duyuyorum. Burası ıstanbul, burada sadece, geri sayılır.
‘Hepiniz siyah giyin’ dedi Sinan. ‘Hep olmak istediğiniz film kahramanı gibi giyinin!’. Sevdiğim herkese aynı mesajdan attım. Uzuuuuun bir mesaj, kısaca şunu diyor: Sizi seviyorum, ilginç bir pazar geçirmeye ne dersiniz? Kabul ettiler tabi. Bazı teklifleri geri çevirmesi zor. ‘Kırık’ kod adlı şarkıma, küçük bir film çekicez. Herkesin yüzünden bir an çalıcaz. Her kalp, illaki kırılmış, bir parçacık da fırlayıp yüzü çizmiştir... O izin peşine düşücez. Buranın adı İstanbul. ‘is’ de var, ‘tan’ da, ‘bul’mak da.
Birine çok kızdığın zaman, onun yüzünü sevdiğin bir başkasını yüzüyle değiştir dedi kitapta. Tamam, ben bunu zaten yapıyorum. Hatta kendiminkini bile koyuyorum. İşe yarıyor bazen.
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2009
Hayatımın birkaç senesi, ‘Mavi ay’ dedektiflik bürosunda, David Addison’un Maddie Hayes’i öpmesini beklemekle geçti. Allahım, hep çok yaklaşıp yaklaşıp öpüşmezlerdi. Gece geç saatlerde, ileride dedektif olacağımdan ve saten gibi görüneceğimden emin, dizinin sonunda çalan, o gece lambası bol şarkıyı ninni yapar, uyurdum. “Some walk by night, some fly by day...” ne demekti merak bile etmezdim. 80’lerdeydik ve İngilizcem yoktu. Ayrıca, bu olağanüstü dizinin mesleğime ilham vermesi şerefine, köpeğimin adını Bayan Topesto koyacaktım.
Kırmızı bir kaykayım vardı. En büyük dertlerimden biri, yan sokaktaki o ince ve keskin virajı alabilmekti. Dizimde türlü yaralar ve izler taşıyordum bu çabamı taçlandıran. Bir süre sonra, dönmeye başladım orayı, fakat döner dönmez ya kaykay park etmiş arabaların oraya fırlıyordu ya da ben. Olsun. Döneyim de ben.
Şu an, bu anılara geri dönüp de bakmamın tek sebebi, hayatın yavaş ve o anda ne ise ondan ibaret olduğu günlere duyduğum özlem. Her şey ‘fastforward’ geliyor bana bugün. Yine diziler var, yine dönmeye çalıştığım virajlar var ama farklı. Onlar da koşturuyor. Eskiden dururlardı. Suya bırakılmış bir şey kadar dinlenirlerdi oldukları yerde. Saat, bir türlü ‘Mavi ay’a gelmezdi; ve annem ‘Niiiiil’ diye bağırdığında ben çoktan yüz kere virajımı almış olurdum. Doyardım vakte. Vakit de bana.
Herkese diyorum ki, “Kendinizi hızlı trende gibi hissetmiyor musunuz?”... Beni duyduklarından emin değilim gerçi, yüzlerinde hızla bir yere sürüklenen insanlardaki dalgalanmalardan var. Herkes, bir öncekinin suçluluğuyla bir sonrakinin telaşı arasında gidip gelir gibi. Yetişemiyorum, yetişemedin, yetiştiremediniz!
Mesela Ömer dedi ki: İnsan evrimi, bu hıza ayarlı değil henüz. Bize çok geliyor bu bilgi çağı hızı. Onca frekans uykumuzu bozuyor. Radyolar, wirelesslar, wiresızlar, cepten dalgalar kaçırmış keyfimizi. Bizi ne topraklayacak peki? Kim basıcak frenimize?
Karşımdakinin o anda olmadığından o kadar eminim ki, beni asla suçlayamaz o sırada orda olmadığım için.
Acaba büyüdükçe mi çıkılıyor bu hızlı atmosfer katmanlarına? Büyümekten kastım, hem yaş boy pos, hem de kapladığın alan. Bir bakıyorum, kimseden bir şeyin cevabını alamamışım. Çünkü ya mesaj bıpbıplamış, ya nette savrulmuşum, ya telefon çalmış ya da akıl kayması olmuş bende. Geçenlerde korktum mesela. ‘Sen o gün...’ yazdım mesaj... Tam devam edecektim, Nihat bir şey dedi. Ona cevap verdim. Sonra mesaja geri döndüm, ne cümlenin devamını hatırlıyordum, ne de kime göndereceğimi! Birkaç saniye sonra bağlantı tekrar kuruldu ve ben hmm dedim, hatırladım.
Biliyorum, tatile çık yazacaksınız. Meditasyon yap diyeceksiniz. Ama ben gelecekteki şu ilanı bekliyorum:
MODERN HAYATIN HIZINA DUR DEMEK Mİ İSTİYORSUNUZ? RADYO, TELSİZ, UYDU, GSM, INTERNET, TELEVİZYON VE BENZERİ İLETİŞİM DALGALARINDAN TAMAMEN ARINDIRILMIŞ, CENNET ADA ‘MAVİ AY’ DA BULUŞALIM!
Bayan Topesto’yu ve kablolu telefonunu özledim.
Yazının Devamını Oku