Nil Karaibrahimgil

Mecburuz öğreneceğiz

27 Eylül 2010
Birbirimizin ağzına biber sürmeden, odalarına biber gazı atmadan geçinmeyi.

Aynı şeye bakıp, aynı sokakta oturup, farklı şeyler yaşamanın mümkün olduğunu. Ayrı fikirde olsak da, ayrı düşmemeyi. Başka şeyleri sevmenin, birbirimizi sevmemek anlamına gelmediğini. Selamın önemini. Gülmenin önemini. Toleransın, esnekliğin önemini.

Hani yıllar önce, deprem olmuştu. Hepimiz çok korkmuştuk, bazılarımız yakınlarını kaybetmişti. Böyle bir felaketin karşısında, bir anda ‘hepimiz’ olmuştuk, ‘bazılarımız’ olmuştuk. Öznemiz değişivermişti. Elif Şafak, TED konuşmasında deprem sabahı gördüğü bir sahneyi anlattı. Canhıraş bir şekilde kendini sokağa atan bir travestiyle, hacı bakkalın buluşmasını. Birisi sigarasını yakmak için, bir diğerinden ateş istemiş. İkisi yan yana kaldırımda oturup, en sevdikleri insanlar için endişelenmişler. Belki o anda, ne kadar benzer duygulara sahip olduklarına ilk kez şaşırdılar.

Böyle felaketler olmadığında da, yan yana renk olmayı öğreneceğiz. Öğrenmezsek yaşayamayız ki. O zaman hepimizin, kendimize benzerlerle bir mahalle kurması ve o mahalleden çıkmaması gerekir. Böyle bir hayatta, her yeri ayrı güzel İstanbul’a, her yeri ayrı güzel Türkiye’ye yazık etmiş olmaz mıyız? Dapdar alanlarda, havasızlıktan boğulmaz mıyız?

Benim, İstanbul’u karış karış yürüyen bir babam var. İstanbul’un elleri nerede bilir, boynu nerede, saçları nerede, gözleri nerede hepsini bilir. Hepsinin en güzel saatini bilir.

Yazının Devamını Oku

Kelimelere dikkat etme haftası

20 Eylül 2010
Kelimelerle çok dikkatli olmalıyız.

Mesela, bir cümleyi hiç, emir kipiyle sonlandırmamalıyız.
Karşıdaki kim olursa olsun. Bir çalışan ya da bir çocuk. ‘Şunu getir, bunu yap’ dememeliyiz. Bu cümleler, bıçak gibi sivridir. Elden ele yavaşça verilse bile, kesebilir, tehlikelidir. Getirir misin, yapar mısın yeterlidir mesela. İşimiz görülür. Kimse kipinden, tipinden rahatsız olmaz. Bir rica gibidir. Yapan, iyilik etme peşine düşer. Bize iyisi döner.
Kelimeleriyle bile bile dikkatsiz olanlar vardır. Onlardan en çok ben korkarım. Korkarım çünkü kelimelerin isterlerse, piranalardan daha parçalayıcı ve kont drakuladan daha ölümsüz olduğunu biliyorum. Biliyorum çünkü bir keresinde, sekseninde Alzheimer’la yatağına uzanan birinin, eşine, altmış yıl önce ona söylediği bir cümleyi hatırlattığını duydum. İçinde geziniyordu hâlâ o cümle, ölüme bu kadar yakınken ve her şey artık yavaş yavaş silinirken bile. Sevmem o yüzden, cümle sakarı insanları. Uzak dururum onlardan.
Kelimeleri zekayla bileyip, akupunktur yapar gibi ruhuna batırırlar. Sen ‘aaah!’ diyene kadar rahat etmezler. Seni, gözlerinden acı bir su çıkarana kadar sıkarlar. Ellerinde değildir. Var olduklarını ancak böyle anlarlar. Kırdıkları kalplerin kırıkları üzerinde, usta bir cambaz gibi tek kesik almadan yürüyebilirler. Showları budur. İçimi soğutur o halleri.
Hepimiz, gören gözlerden kolay kolay kaçamayan delikler ve yaralarla doluyuzdur. Onları en güzel şeylerimizle örtmeye çalışırız. İnsan olmak böyledir. Bu çabadır. Bunun sessiz kabulündedir insanlık. Kusursuzluk üzerimize hiç olmaz. Yine de onun için diyet yapar, uzar kısalır, halden hale gireriz. İnsanlık hali denir buna. Bir sakıncası da yoktur.
Kağıttan küçük boruları ve iğneleriyle gezen ve her fırsatta bir tanesini üfleyiverenler canımı sıkar benim.
İş midir yani yaptıkları? Kusursuzluk onların üstlerine oturuyor mudur ki? Nedir bu rahatlıkları? Geri laf işitmekten, kelimeleri birbirine düşürmekten çekinmezler mi? Dillerinin saldığını, kulaklarından nasıl saklarlar? Aynaya bakmazken, sadece sesini duyabildikleri ‘kendi’leri, böyle biri mi olsun isterler?

Yazının Devamını Oku

Yoshitomo Nara ve çocukları

13 Eylül 2010
Birisine gerçekten çok öfkelenirsem, Yoshitomo Nara’nın çocuk çizimlerini kendime hatırlatmamda fayda var. O kişinin, içinde herkes kadar kimsesiz, sorgulu sualli olduğunu bana en çok o düşündürür çünkü. Karşımdakini çocuk olarak görmek ya da çocukluğunu görmek, onu daha ziyade ‘yanımdaki’ yapar. Deneyin görüceksiniz, herkes ufaltılabiliniyor.
Yoshitomo Nara’yla tanıştığım günü çok net hatırlıyorum. Güneşli bir sabah, yaptığı dev kültablasını görmüştüm. Kültablasının içinde, çocuklardan biri duruyordu. Sigara içiyordu ve bize ‘too young to die’ (ölmek için fazla erken) diyordu. Tuhaf olan, bu kadar tatlı çizilmiş bir Japon kız çocuğunun, bu kadar fütursuzca tiryaki olması ve bizim gibi konuşmasıydı. Büyümüş de küçülmüş değildi, tam tersiydi. Küçülmüş de büyümüştü. Önce o kültablasını, sonra bulabildiğim kitaplarını aldım. Sonra bir gün abarttım. Evimin koca bir duvarını onunla kapladım. Bir kaç tane boş konuşma balonu çıkaran küçük kızla... ‘Ne desem boş duvarı’ adını koydum Nara kaplı duvarıma.
Derken bir süre onu unuttum. Çok aşina olunan şeylere olduğu gibi, onu görmedim. Ona bakmadım. Düşündüğümde de, çocukça bulmaya başladım. Fakat peşimi bırakmıyordu. Yıllar sonra, ilk kez geçenlerde bir müzenin dükkanında karşılaştık ‘little wanderer’la (küçük gezgin). Gözleri kapalı küçük bir heykelcik bu. Tabi ki çocuk. Uykuda. Altında tekerlekler var. Biraz geri çekip bırakırsan, uykusunda gezdirebiliyorsun. Öyle tatlıydı ki, dayanamadım ve aldım onu. Aramızdaki bağ yeniden kuruldu.
New York’ta, ‘Asia Society’de sergisi olduğunu öğrenince gittim onu görmeye. Daha da güzelleşmiş, daha da içlenmiş. Çoluk çocuk doldurmuşlar her yeri. Bize bağırıyor, dalga geçiyor, sevmemizi istiyor ama en çok da birşey istemiyorlar bizden. Rahat bırakılmak isteyen çok güzel şeyler rahat bırakılmaz ama. Sergideki sayısız çocuk resminde en çok bakışlar aklımda kalan. İnsanın gözü, ruhuna açılan kapı. Bunu kesin ilk kez ben söylememişimdir. O gözler, yakamoz dolu.
Sanattan pek anlamam, ama benim anladığım sanat insanın yerini değiştirmeli. Aynı insan değil, biraz daha başka bir insan olarak ayrılmalısın yanından. Eksilmeli, çoğalmalı, soru edinmeli, cevabı bulmalı, şaşırıp kalmalısın. Tabi ki günün sonunda hiç şaşırmaman da gerekiyor. Çünkü sanat seni sana, hayatı sana tercüme edip duruyor. Yoshitomo da, bana herkesin çooo-cuk çooo-cuk olduğunu hatırlatıyor. Bunu zaten bilmeseydim, onu anlamazdım. Çocuklaştırma yöntemiyle anlama, derslerin en kazık olanlarından. Ben kendime, herkesi böyle açıklıyorum artık. Kendimi de. İçindeki çocuk edebi olabilir ama içerdeki çocuk ebedi...
Bunun en güzel örneklerinden biri, ‘MJ’ adlı eseri. Michael Jackson bu resimdeki çocuk değil de kim? O şatafatlı vatkalı pırıltılı rengi soluk burnu düşük adam, bunun kabuğu.
Kabuğunu soymadan görünür mu hiç insan?
Yazının Devamını Oku

En güzel şeyler neler?

6 Eylül 2010
En güzel şeylerden biri, bir şey yapmak.

Canım ne olursa olsun. İşe yaradığını hissetmek, paslanmamak demek. Parlamak demek. Sen yokken, bir şey eksik olucak demek. O yüzden insan listenin en tepesine yazmalı: bir şey yap. Ve öyle bir yap ki, bir tek senin yapabileceğin bir şey haline gelsin. Kolay gelsin.
En güzel şeylerden biri, birini sevmek. Öyle kuru kuru değil ama. Öyle bir seveceksin ki, sensizken bile mutlu olsun isteyeceksin. Kolay ulaşılır bir sevgi değil bu. Birine sarılmak bile dışarısı, ben içine kıvrılmaktan bahsediyorum. Gözünü kapatınca, ‘iyi ki var’ın ılık banyosuna girecek kadar. Artık hesabı kitabı yok bunun. Sevmişsin. Soru işaretinin çengeli gitmiş, noktası kalmış.
En en güzel şeylerden biri, ki ben yapamıyorum henüz, her şeyi sevmek. Kötüyü de, karanlığı da, sen kötü ol isteyeni de. O öyle bir güç ki, her türlü tersliği koca bir düzlüğe çıkarabiliyor. Superman’inki gibi bir güçten bahsediyorum. Evet baktığın karanlık bir şey, gördüğün kör edici bir şey ama her yerinden baktığında sevecek bir yanı elbet var. Oraya gözünü diktiğinde, ışık çıkmaya başlıyor her yerinden. Dönüştürüyorsun onu. O nasıl bir güçtür Allahım! Ve çok sık unutuyorum, böyle başedileceğini her şeyle.
En güzel şeylerden biri, doğayla bir olmak. Mesela derine dalmak, ağaç koklamak, kayalara basmak. Hayvanlara bakmak filan. Unutmak yani, dağ gibi alışveriş merkezlerini, ve kalabalıkları, ve gazeteleri. Küçük bir holden, büyük bir bahçeye çıkar gibi. Oh demek. Hâlâ dağlardan aşağı atlayan sular, hep beraber bir anda yön değiştiren balık sürüleri ve tepede ölüsü bile parıldayan yıldızlar var. Şükür ki, çok küçüğüm. Şükür ki, her şey benim etrafımda olan bitenden çok daha büyük.
En güzel şeylerden biri, öğrenmek. Merak çok güzel. Okumak harika bir şey. Kağıdın ölümüne üzülüyorum. Ama istediğim şeye kolayca ulaşabilmeyi de seviyorum. Bilgi ne kadar yakın. Ne kadar çok. Bazı şiirler, ve şarkı sözleri ne muazzam. Yanlarına yaklaşamam onların. Bu da beni büyülüyor. Keşke dilim öyle güzel dönse demeyi çok seviyorum. Fosforlu kalemlerle bazı şeyleri çok önemsemeyi biliyorum. Şanslıyım.
En güzel şeylerden biri unutmak. Unuttum gitti lafı vardır. Unutulan şey gider hakikaten. Solar, üzerine su serpilmemiş sebzeler gibi porsur. Çocuk gibi kalırsın. Bugünü bilirsin. Bazı şeyleri hatırlayamıyorum, en azından duygusunu. Temize çekmişim defterleri. Temizim. Herkes unutsa, hep yeniden başlansa. Çünkü her şey değişiyor zaten. Unutmamak demode oluyor bir şekilde.
En en güzeli de yaşamak. Kendine dokun bak sıcaksın. Sıcak olduğun sürece de, yukarıdakilerin hepsini yapabilirsin. İnsan sıcak olmanın gücünü bilmiyor çoğu zaman. Halbuki içinde telaş olan, ritim olan, elektrik olan bir beden neleri yerinden oynatır...

Yazının Devamını Oku

En son ne zaman hiçbir şey yapmadan durdunuz?

30 Ağustos 2010
Bunu anlatmamış olabilirim. Bir keresinde, Londra’da üç gün tek başıma kaldım.

Şu ve bu nedenden herkes dönmüştü ve benim Londra’yla başbaşa kalma parantezim açılmıştı. Niye bilmiyorum, aramızda bir bağlantı var. Orada kendimi tek başınayken hiç yalnız hissetmiyorum. Hadi artık güneş batsın da otel odama döneyim diye, Soho’da gereksizce turlar attığım zamanlarda bile. Ruhumun ağzı açılıyor orda. Kaşık kaşık bir tür ruh gıdası yiyorum. Belki de kimse beni tanımıyor, dilimi konuşmuyor falanken adımlarım yavaşlıyor diyedir bilmiyorum. Bundan daha önce bahsetmiştim.
İşte bu yaz, o yalnız kaldığım günlerden bir gün başıma daha önce hiç gelmemiş olan tuhaf bir şey geldi. Nasıl bu duruma düştüm bilmiyorum ama yalnız kaldığımda sarıldığım iki şey yanımda değildi. Cep telefonum ve kitabım. Diyeceksiniz ki, aman biz de gerçek bir mahrumiyet sanmıştık. Öyle demeyin. En son ne zaman, tam anlamıyla hiçbir şey yapmadan, sokakta bir yere oturup durdunuz? Benimki o gündü işte. Bu yaz, bir temmuz akşamüstü.
Gidip kocaman, aslında kocamandan da büyük mavi bir şapka almıştım. Uzun uzun konuşmuştuk kasadaki işini bilir kadınla. Efendim bu kadar büyük bir şapkayı, kutuya koyup kargoyla götürsem daha iyi olabilirmiş. Uçakta kabine koyamayabilirmişim. Neyse, sonunda iki tane birleştirip tuhaf, ağzı açık bir heybe yaparak, şapkayı yarısı dışarıda kalıcak şekilde sırtıma astık. Tabi şapka yürürken, arkamdakilere hatta bazen yanımdakilere çarpıp takılıyordu. Şapkanın büyüklüğü bana iki kişiymişiz izlenimi veriyordu. Yalnızlığımı almıştı biraz bu dev mavi şapka.
Derken karnım acıktı. Onu yan sandalyeye oturtup, sokakta masaları olan bir yere oturdum. Buraya kadar her şey normal.
Menüye baktım ve bir hamburger ısmarladım. İşte ne olduysa o zaman oldu. Garsonla olan diyalog da bitince... Dev mavi şapka, ben ve biraz su ve ekmek başbaşa kaldık. Önce bu durumu önemsemedim. Yan masaya baktım, birbirine sürekli hak veren iki kadın öğle yemeğinde. Arka masaya kulak kabarttım biraz... Biraz karşıdaki mağazaların neler sattığına baktım. Bunlar bir kaç dakika sonra bitti. Sonra, bugün her yalnız kalan insanın yaptığını yapıp, elimi çantamın içine sokup, telefonuma uzandım. O da ne? Telefonumun şarjı yok. Yanımda şarj yok. Hmm olabilir. Kitap ve dergi aradım çantamda, yok. Çok yürüyeceğim için hafif bir çanta yapmıştım. Menüyü de, daha detaylı okuyamazdım çünkü garson kız alıp gitmişti. Durdum ben de. Sağa sola baktım, şapkaya ve yanda sürekli birbirine hak veren kadınlara baktım. Sonra niye bir şey yazıp çizmiyorum diye düşünüp, kağıt kalem istedim. (Peki dendi ama hiç gelmedi.)
İşte hamburgerim gelene kadarki, o sanki bin yıllık bekleyişim böyle başladı.
Şunu farkettim: Daha önce hiç böyle boş durmamışım. Öyle durup sokağa bakmamışım. Böyle bir durumda kalmadığım için, bu yeni durum beni korkunç rahatsız etti. Meditasyon falan yapsam, belki bu fikre biraz alışkın olurdum. Belki o zaman iç denizlerim bir anda bu kadar dalgalanmaz, sakin dururdu.

Yazının Devamını Oku

Ünlüyüm, ünlüsün, ünlü

23 Ağustos 2010
Ben twitledim twitleyeli, tanımadığım, ama beni anladığından da hiç şüphemin olmadığı, onbinlerce kişiye mesaj yollar oldum.

Yine de bazen çok şaşırıyorum, birisi evime girmiş gibi, ‘o yeni aldığın fincan şeklinde yüzük ne güzel’ falan dediğinde. Kimdi bu? Nereden biliyor ki? Derken, aklıma geliyor...twitlemiştim ben bunu. Hatta, parmağıma takılı fotoğrafıyla birlikte!
Ya da niltakipte.com’a koymuşumdur. Niye böyle olduğumu sormuyorum kendime. Çünkü biliyorum cevabı. Defalarca söyledim. Paylaşmazsam azalıyorum ben. Mitoz bölünüp durmazsa ölen canlılar gibiyim. O yüzden hep şarkılar, şarkı yokken jingle’lar, o yokken bu köşe, köşe yokken internet.
Kendimce, yazdığım şeylerin sadece benden bahsetmemesi, bir hayat güzelliği ya da zerresi taşımasına dikkat ediyorum. Yani benim twitlerimde, dizilerden ya da dedikodulardan parçalar bulamazsınız. Hayatımda televizyona yer yok. Yine de sohbet alanı çok, merak etmeyin.
Paylaşıp, gösterip, anlatıp dururken ara ara kendime sormadan edemiyorum. Acaba dalgalar gibi kıyılardan çekilmek daha mı iyi? Ben beğenip, takip etmek istediğim, sorulara boğmak istediğim çoğu insanla ilgili hep karanlıkta kaldım.
Bazıları ölüydüler ve zaten böyle bir şansım yoktu. Bazılarıysa, kocaman şemsiyelerinin altında yaşıyor. Hep bir parçaları gölgede kalıyor. Ve ben bayılıyorum onların eksik parçalarını kafamda tamamlamaya. Tabii ki, bu esrarlı havalar civalar, iki sıfır bir sıfır yılında zor. Çok zor.
‘Bu çağda, ses çıkarmazsan ölürsün, unutulur gidersin’, diyordu New York Times’daki yazı. Greta Garbo’nun kocaman bir resmi vardı. Yazar, benim gibi, eski günlerde hüküm süren esrarengiz havalara hayran. 1985 yılında, bir kış akşamüstü, Madison Avenue’da, Greta Garbo’yu gördüğü günü unutamıyor. O zamanlar hakkında hiçbir şey bilinmeyen bu esrarlı kadını nasıl gördüğünü, aylarca arkadaşlarına anlatmış. İnanmayanlar olmuş. Bir kürk palto, yün bir bere ve kocaman güneş gözlükleri takan bu kadın, herhangi biri olup, hiç dikkat çekmeyebilirdi diyor. Ama giydiği bir şey daha varmış, kimsede olmayan: Altmış yıllık sessizlik!
İşte bugün bu olağanüstü şeyi bir ünlünün giymesi, imkansıza yakın. Bugün herkes ünlü. Us dergisinin, ‘Stars, they are just like us!’ (Ünlüler de tıpkı bizim gibi!) sloganı, bugün değişti: ‘Us, We’re just like stars!’ (Bizler de tıpkı ünlüler gibiyiz!) oldu.

Yazının Devamını Oku

Derken... O da ne?

16 Ağustos 2010
Kalimnos adasında her şey sakin. Deniz süt liman. Bir vadinin arasında demirliyiz biz de. Denizde geçen bir yazdan, sarı bir sayfa daha. Derken... O da ne?! Karşımızdaki tepede iki küçük binacık, öyle hiç bir yerin ortasına gelip, basitçe kurulmuşlar. Dikkatle bakınca, birinin kapısında, hatta bahçesinde de, haç olduğunu gördük. Hatta bir küçük çan kulesi de.
Peki kim yaşar orda? Bir keşiş! Bir keşişten başkası yaşıyor olamaz orda. Yaşasın hayatımda hiç keşiş görmedim! Belki gelir... Maviye boyalı kepenkleri kapalı bu ev, sonsuza kadar nefesini tutamaz ya canım. Elbet biri gelicek, bizim merdivensiz dediğimiz o tepeye evine gider gibi tırmanıcak, kapısını açıcak ve bir ışık yakıcak. Elbet. Derken... O da ne?!
Bir motor, küçük bir makas gibi keserek denizi, yaklaşmasın mı kıyısına karşı tepenin? Dürbünü aldık hemen.
Allahım kimdir, / nasıl biridir bir tepeciğin elektriksiz susuz ama inançlı bu orta yerine gelen? /Tabi ki bizim gibi etten kemikten. / İşte tam da bu zaten garibimize giden!
İşte sonunda biri çıktı kıyıya. Elinde torbalar var. Demek erzak getirmiş. Güneş battı artık, ama adamı görüyoruz hayal meyal. Uzun siyah bir elbise giymiş, saçları beline kadar örülü. Elinde bir gaz lambası, yukarı doğru evine gider gibi tırmanıyor. Bir kaç kere indi çıktı, tüm erzakları yukarı taşıyabilmek için.
Sonra gecenin karanlığında, fakir bir ışık taştı dışarı penceresinden. Gaz lambasıyla yemek mi pişiriyor? Yoksa, yüz metre karşımızda iki yüz yıl öncesini yaşayan bu adam, yemek de mi yemez? Dua mı okuyacak sabaha kadar? Derken... O da ne?! Rahip ve ben, uyuyakaldık karşılıklı...
Böyle şeyler filmlerde olur normalde. Bu yüzden sabah uyanır uyanmaz ilk işim, dürbüne sarılıp, o mavi kapıya bakmak oldu. Kapı kapalı ama yukardaki küçük binada bir hareket var! ‘Nolur, giderken şu karşı koya yaklaşalım, yakından bakmak istiyorum’ dedim. Aslında dememeli miyim bilmiyorum. Sanki karşımdaki bir setti, adam kostümünü giymiş ve yüzyıllar öncesine gitmişti. Birkaç kulaç ötesi, başka bir yıldı. Başka bir tür nefesti. İpad’le falan ilgilenmeyen. Dünyadan istediği bir çukurdu, derine inmeye gelmişti. Yakından bakıcaktım işte. İyice yaklaştık. Dürbünü gözüme götürdüm. Derken o da ne?!
O bir kadın! Kadın mı?!!! Emin misiniz? Belki adamın karısı?! Belki içerde uyuyor adam. Ne?!! Kadın kayada ahtapot mu dövüyor? O haçlarla çerçeveli resimde, çoktan ölmüş bir ahtapot, kayalara vurularak akşama salata mı oluyor? Bari o olmasın... Derken, yavaş yavaş uzaklaştık.
Elimdeki rüya, bir illüzyon oldu. Avucumdaki kelebek, kum olup döküldü parmaklarımdan... Keşiş yok mu, uzun siyah rahip elbisesi yok mu, tokluğu yok mu onun? Aklımdan resmini çıkarıp son bir kez baktım, sonra silip yerine siyah kolsuz bir entariyle ahtapot döven kadını koydum. Niye inceledim ki sanki? Niye illa yakından baktım? Gizemin sisiyle yaşayamadım mı ben? Bundan sonra sözüm olsun. Hiç bir şeye çok yakından bakmıycam. Her şeye biraz miyop kalıcam. Uyanıkken hayal böyle görülürmüş.
Yazının Devamını Oku

Bir pazartesi hikayesi

9 Ağustos 2010
Mahatma Gandhi’nin dediği gibi, dünya ihtiyacımızı doyurucak kadarını bize verir, açgözlülüğümüzü doyuracak kadarını değil.

Bugünlerde bunu düşünüyorum biraz. Nedir yeterli? Ne yeter bize? Ne olsa bu bana yeter deriz? Twitter’a da yazdım geçen hafta: Tüketimin bedeli, ağırlık!
Bir şeyler alıp durunca insan, daha fazlasını istedikçe, elleri kolları onu aşağı çeken, yavaşlatan, yoran torbalarla doluyor. Hafif olamıyorsun kesinlikle. Mesela elinde torbalar varken, koşabilir misin? Hayır tam tersi, enerjin düşer. Tüketmek, taşımakla kolkola gezer.
Tüketmek azaltıyor insanı, çoğaltır sanırken. Sadece ama sadece üretmek fazlalaştırıyor. Çoğu zaman bir şey aldığımda, onun kum olup avuçlarımdan döküldüğünü görüyorum. Bir şey kazanmıyorum onu kendime ekleyerek. Başkalarına bir şey eklemek, evet evet, kesinlikle bu insanın kurtuluşu!
Her düşünceyi, anekdotlarla örneklemek gibi bir huyu olan hayat, karşıma bu küçük hikayeyi çıkarıverdi benim. Buyurun, siz de kulak verin:
Bir bankacı, Nikaragua’nın küçük bir köyünde, güneşin batışını seyretmektedir. Bir balıkçının, teknesiyle sahile yanaştığını görür.
Teknede birkaç büyük tuna balığı vardır. Balıkçıyı övgülere boğar ve sorar; “Bunları tutmak ne kadar zamanınızı aldı?” “Çok az bir zaman” der balıkçı. Bankacı, neden daha fazla zaman harcayıp, daha çok balık tutmadığını sorar hemen. “Bu tuttuklarım ailemi doyurmaya ve arkadaşlarımla paylaşmaya yeter de artar bile!” der balıkçı.
“Peki...” der bankacı, “geri kalan zamanında ne yaparsın?” “Geç saate kadar uyurum, biraz balık tutarım, çocuklarımla oynarım, karımla siesta yapar, akşama doğru köye iner biraz şarap içip arkadaşlarımla gitar çalarım. Çok meşgul bir adamım ben senyor! Hayatım doludur.”

Yazının Devamını Oku