2 Ağustos 2010
Gorillaz grubunun solisti, işte böyle tanımlamış son 10 yılı. Daha güzel anlatılamazdı. Hepimiz, internet cep mep derken, birbirimizi dikizleyerek ve sürekli yazışarak eğlenir olduk. Facebook, başkalarının hayatını gönüllü dikizlemenin cenneti. Nüfusuna bakılırsa, ‘facebookland’ dünyanın en büyük üçüncü ülkesi.
Televizyonda da bir dönem ve hâlâ en sevilen şey, bir eve kapatılmış insanları izlemek. Evimizin özelinde, başkalarının hayatına kapı deliğinden bakmaktan çok zevk alıyoruz. Onlar nasıl sahi? Onlar napar? Tepkileri nasıl? Kavgaları nasıl? Aşkları nasıl? Nasıl nasıl nasıl? Diğerlerinin giydikleri çıkardıkları, lafları, tatilleri, sevgilileri nasıl?
Sevgilimizin, eski sevgilimizin e-mail ve facebook şifrelerini biliyoruz. Yanımızda bile otursalar, dünyalarına sızmaktan ayrı bir zevk alıyoruz. Gözlerimizi dikmiş herkese bakıyoruz. Niye bakmayalım ki, bakmak serbest! Hem, ne güzel demiş Walker Evans:
“Gözünü dikip bak. Bu, gözünü eğitmek ve daha fazlası demek. Gözünü dikip bak, kulak kabart, dinle, gizlice dikizle. Birşeyler bilerek öl. Burada çok uzun zamanın yok.”
Katılıyorum, utanılacak bir şey görmüyorum gözünü dikip bakmakta. Herşeyin kabuğunu soymaya çalışmakta. Yıllar önce web sitemi de, bunun üzerine kurgulamıştık. Madem paparazzileri sevmiyordum, alt benliğime kendimi dikizlettirecektim. Niltakipte.com’da, Nil Nil’i kimsenin göremeyeceği kadar dikizleyecekti. Üstelik onu yüceltmeyecek, dalgamı geçicektim.
Bunun kişiliğimde yaratacağı tüm şizoid çatlamaları da göze aldım. Twitter’a da daldım. Kendimi seyredaldım. Pay ettim. Pay etmeden duramıyorum. Yarın bir gün saçlarımızı paylaşacağımız bir yer olsa, her gün bir tel bırakabilirim. Dünyaya bunun için geldiğimi düşünüyorum. Kendimi üleştirmek için. Lafımı, hissimi, sesimi, neşemi, hüznümü ulaştırmak için. Mümkün olduğu kadar çok insana, kendimi bulaştırmak istiyorum.
Bulaştırıyorum da belli ki. Dün bir arkadaşım internette bulduğu bir şeyi yolladı bana. Beni ilaç olarak tasarlamış biri, bir tür jel. Mutsuz olduğunda, acıyan yerine sürüyomuşsun. Seni neşeli ve enerjik yapıyormuş. Belki de bugüne kadar aldığım en güzel iltifat. Yapana çok teşekkürler. Böyle bir şeye ilham olmak yeter. İşte karşınızda, jel karaibramgyl!
Daktilocu olduğumuz da doğru. Sürekli yazıp duruyoruz. Gitgide hızlanıyoruz. Saniyeden daha az bir zamanda ‘ok’ yazıp yolluyoruz. Mesajlaşıyoruz, chatleşiyoruz.
Sessizce ne çok şey söylüyoruz. Yazarken daha cesuruz, daha netiz, daha samimiyiz. Bana öyle geliyor. Kelimemiz sonsuza dek okunuyor. Uçup gitmiyor. Tarihin bir sayfasına saklanıyor, belki de sonsuza dek.
Zamanın ruhu, dikiz aynalarından ve yazıdan siniyorsa üzerimize, silkelenmeden teslim olmalı belki.
Evet ben de sevmiyorum hiç, haberim yokken haber olmayı. 1959’da, dünya ilk defa bir uydudan gizlice fotoğraflandığında, o da rahatsız olmuştu belki. 2008’de, duvardan ve kumaştan geçerek kayıt yapabilen Thruvision T5000 diye bir kamera çıktı. İçimizin içine, için de içine bakınca ne göreceğiz sizce?
Bence boşluğu, bence ufaltılamaz büyüklüğü. Hayatın şakası bu. Haha.
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2010
Geçen hafta nilfm’de: TED konferansına giden Nil, bir sürü şey öğrenir. Bunları okurlarıyla paylaşmak ister. Yeni bölüm: Su adna yzaımı oyukaılıboyr onmala şıraşıyurom! Cmadribge üervinsietsnide yıpaaln bir arrıtşama gtersöimş ki, isnan ilk ve son hraf drğou oduğlu sücere kemileyi tyaanıbiloyir! Ynai giseri tam bir kmaşara obilailr! İmanaınlz diğel mi? Ve cok zvelki! Biz kleremilei büütn oaralk györüuroz. Hemelece hsataı ytaapmakn kmaorkyılam!
***
Marcel Dicke, ekolojik entomolojist, dedi ki: İLERİDE HEPİMİZ MECBUREN BÖCEK YİYECEĞİZ, HAZIR MISINIZ?! Dünyadaki canlı ağırlığının yüzde 80’i, meğer altı bacaklılara aitmiş! Yani, dünya insanlardan çok, böceklerin gezegeni. Böcekler, doğanın dengesini koruyor. Bir sürü zararlı şeyi yok ederek, türümüzün devamını sağlıyorlar. Onlar olmazsa, biz yok oluyoruz; biz olmazsak onlara hiçbir şey olmuyor.
Elli yıla kalmaz yiyip durduğumuz hayvanların sonu gelir dedi Marcel. Öyle hızlı tüketiyoruz ki. Öyle hızlı çoğalıyoruz ki. Mecbur kalıcağız böcek yemeye ve iyi de olacak yememiz. Böcekler protein dolu ve artıkları doğada hızla çözülüyor. Zaten dünyanın yarısı da yiyor uzak doğuda. şöyle düşünün: Karanın karidesi, çekirge! Üstelik, rengi kırmızıya çalan her yiyecek, salam sosis, böceklerin parçalarıyla boyanıyor. Doğal boya dedikleri o.
***
Sugata Mitra, eğitim araştırmacısı, dedi ki: HİNDİSTAN’IN EN FAKİR MAHALLESİNDE, SOKAĞA BİLGİSAYAR KOYDUM. ÇOCUKLAR ÜÇ GÜN SONRA ŞARKI SÖYLEYİP KAYDETTİLER! Eğer ilgisini uyandırmayı başarırsan, her çocuğu eğitirmişsin. Dünyanın en fakir yerlerine, en iyi öğretmenleri götürmek imkansız. Sugata, oradaki çocuklara, başlarına kimseyi koymadan, sadece bilgisayarla ıngilizce öğretmiş. Sokaklardaki duvarlara delik açıp, bilgisayar koymuş. Hatta, sıcaklık da katmak için, ‘büyükanne motivasyonu’ denen unsuru da katmış. Dünyanın çeşitli yerlerindeki teyzelere, akşamüstü bir saat çocuklara skype’la bağlanıp, neler öğrendiklerini sordurtmuş. Biliyorum inanılmaz uzaktan kumanda gibi geliyor ama adamın mottosu ‘ben gidiyorum’! Onları her seferinde bilgisayarla baş başa bırakıp, gidiyor. Sonra dönüp, ödevlerini yapabilmişler mi bakıyor. Biz izledik sonuçları. Göz yaşartıcıydı. ıki yıl içinde ıngilizce konuşuyorlardı. ıtalyanca sorulan bir soruyu bile, google’dan Hintçeye çevirip cevapladılar. Öğretmeni makineyle değiştirebiliyorsan, neden yapmayasın?
***
Maz Jobrani, komedyen, dedi ki: İNANMAYACAKSINIZ AMA BÜTÜN İRANLILAR TERÖRİST DEĞİL. BÜTÜN ORTADOĞU DA TERÖRİST DEĞİL. Maz, yarı İranlı, yarı Amerikalı. Konulu komedyen. Konusu, Ortadoğu ve İran’la ilgili önyargıları kırmak. Bunu bu kadar kahkahalar attırarak anlatacak birine, daha önce hiç rastlamadım. Yazarak hiç olmıcak ama anlatıyım: Maz, show’unu yapmak için Dubai’ye gider. Kendisine ayarlanan şoförle buluşmak için, lobiye iner. Lobide, gözlerini dikmiş ona bakan esmer tenli adamın yanına gider ve sorar: Siz benim şoförüm müsünüz? Adam cevap verir: Hayır, ben bu otelin sahibiyim! Peki neden öyle, gözlerinizi dikmiş bana bakıyordunuz? der Maz. Adam da cevap verir: Sizi şoförüm sandım!
Maz’ın hayali, ülkesinin insanını öcü gibi değil de, tıpkı bizim gibi gösteren bir televizyon programı yapmak. Tıpkı Cosby Show gibi dedi. Bill Cosby, beyaz Amerika’nın kalbinde, siyah ailesiyle taht kurdu. Ben de Mazby show yapayım, benim ailemi de görün, bizimle de gülün dedi. Türkiye’yi düşündüm: uuuu u, ne show’lar lazım buraya. Ne kadar ihtiyacımız var buna. Farklılarımızdan korkmak yerine, benzerliklerimize gülmeye.
İyi haftalar Türkiye.
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2010
- Sen TED fellow musun? - Yok hayır, ben dinleyiciyim. Şarkıcıyım. İstanbul’dan geliyorum.
- Bir defasında ben de İsveçli bir gruba menajerlik yapmıştım.
- Ah, öyle mi? Peki şimdi neyle meşgulsünüz?
- Eskimo doktoruyum.
- !!....?.....:).... Peki, Eskimoların sağlığı nası?
İnsan bazen donakalır, şaşakalır. ‘Kalır’ lafın gelişi. Böyle durumlar insanı hep ‘ilerletir’ aslında. Hayatımın dört gününü bu sene de, Oxford’daki TED konferansına ayırdım. Geçen seneki gelişimde, ‘insanın kendine hediye edebileceği en güzel dört günden biri’ demiştim. Bu sene de aynısını diyorum. Kafamda ve ruhumda, ampulü patlak ne kadar çok abajur, masa lambası, avize, sokak lambası, spot varmış. Kimi hiç yanmamış, kimi patlamış. TED’deki konuşmacılar 18’er dakika konuştukça, teker teker hepsi yandı. İçim aydınlandı, karanlıklarıma güneş girdi. Bu yazıyı okuduktan sonra www.ted.com’a girin ve siz de yaşayın bütün bunları. Bu seneki bütün konuşmaları, dilerseniz Türkçe altyazıyla, beş ay içinde online izleyebileceksiniz. Fakat benim o kadar sabrım yok, anlatmak istiyorum. Ben kim oluyorum bilmiyorum ama teker teker, içinizdeki sokaklara, evlere girmek ve ışık taşımak istiyorum. Arsızım ve paylaşmazsam azalıyorum. Neyse şiirsellikle vakit kaybetmeyelim... Neredeyse yetmiş konuşma dinledim. Ve henüz bazılarını hiç anlamadım. Anladıklarımdan bazıları sizindir.
Matt Ridley, bilim yazarı, dedi ki: DÜNYADAKİ HİÇ BİR İNSAN, TEK BAŞINA KURŞUN KALEM YAPMAYI BİLMEZ. Bilgisayar mouse’u yapmayı da bilmez. Onun tamamını değil, bir kısmını yapmayı bilebilir. İnsan ırkının güzelliği burdadır. Fikirlerini seviştirir, çeşitli şeyleri alır verir ve uzmanlaşırlar. Böylece kendilerinin ötesine taşarlar. Potansiyelleri göz alıcı olur.
Ethan Zuckerman, blogcu ve dijital vizyoner, dedi ki: İNTERNET, GLOBAL DEĞİL! Domestik. Herkesin benzerleriyle sosyalleştiği ve onlar hakkında bilgilendiği bir yer. Yapılan araştırmalarda, twitter’ın çoğunluğunu kaplayan Afro Amerikalılardan haberimiz yok. Dünyadan değil, dünyamızdan haberdarız. Bunu kırmamız gerek.
David McCandless, data muhabiri, dedi ki: Datayı görünür hale getirmek lazım. SAVAŞA HARCANAN PARA İŞTE BU KADAR ÇOK! Onun basitleştirilmiş grafik dünyasında, her şey daha anlaşılır, her şey daha net. Her konuda ispatlı görsel bilgi var. Mesela, ayrılıklar en çok, ilkbahar ve yeni yıl öncesi oluyormuş. Kitabı çok güzel, adı da güzel. Information is Beautiful (Bilgi Güzeldir).
Sheena Iyengar, psiko-ekonomist, dedi ki: SEÇİM YAPMA ÖZGÜRLÜĞÜNE ASLA HAYIR DEME! Başkalarının senin adına seçim yaptığı her an, sana ıstırap olarak dönücek. Buna izin verme. Kendi hayatınla ilgili seçimleri, sadece ve sadece kendin yap.
EBEN BAYER, çevreci tasarımcı, dedi ki: PAKETLEMEDE KULLANILAN O BEYAZ KÖPÜK, ZEHİR. O köpük, hiç yok olmuyomuş. Dünyaya aç ağzını diyip, zehir içiriyoruz onu her kullanışımızda. Onun yerine, yine eşyaları koruyan doğada çözünür bir şey icat etmiş.
DEREK SIVERS dedi ki: HAYALLERİNİ İNSANLARA ANLATIRSAN, GERÇEKLEŞME İHTİMALİ AZALIR! Tam tersi bilirdik di mi? Meğer beyin, söylediğin şeyi yaşamış gibi olurmuş. Hedefin hakkında konuştukça, onu gerçekleştirmiş gibi bir tatmin yaşıyorsun. Ve tabi bu seni, onu iteleme konusunda tembelleştiriyor.
Yerim bitti, lafım bitmedi. Haftaya devam edicem. Elif’le bitiricem. Elif Şafak da, konuşmacılardan biriydi bu sene. Ne güzel yayılıyor sesi onun. Dedi ki: KENDİNE BENZER BİR ÇEMBERLE ÇEVRELENİRSEN, KURURSUN. Başkalarının hikayeleri çemberlerde delik açar, hayallere sızar. Ben matkabım, kurumam dedi. Beni çevrelemeyin, bırakın
kalemimin peşinden koşayım dedi. Aslında en çok, insanları kefelere koyup tartanlaraydı lafı. Şiir gibi konuştu. Ayakta alkışlandı. Biz de gurur duyduk. Siz de duyardınız. (Elif’in konuşması TED’in sitesinde var).
İçimi açsan nar, ama yerim dar. Şimdilik bu kadar.
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2010
Hayalleriniz aklınızda kelebek misali uçuşuyor ve siz onları yakalayamıyor musunuz? Kelebekler gözünüze dev gibi mi görünüyor? Sayıları çok ve seçmekte zorlanıyor musunuz? Yoksa adları üstünde tek günlük mü ömürleri? Hayal oburu ve fakat aksiyon diyetindekilere bugünkü yazımız. Kağıt kaleminizi hazır ediniz.
Ne zaman ‘yapacaklarım’ gözümde netleşse, yapmaktan çok ‘acaklar’a odaklanıyorum. İşe, bir defterle başlıyorum. Evet yeni bir defter, herşeyi oldurabilmemin ilk koşulu bana göre. Hepsini alt alta yazmak, sanki bana verilmiş bir fetva gibi kafatasıma asılacak ve sonra büyük harekat başlıyacak sanıyorum. Sadece ben değilmişim böyle sanan. Meğer listeler dururmuş insan.
Geçenlerde %99 diye bir site keşfettim. Hani ‘birşey yapmanın yüzde biri ilham, yüzde doksan dokuzu alınteri’ demiş ya Edison, adını ordan alıyor bu site. Birşey yapmanın ve verimli olmanın önündeki 10 engeli şöyle belirlemişler:
1. Aksiyona geçmekte önyargı. Bu tanıdığım, ben dahil, çok insanda var. Bunlar sonsuza dek planlar dururlar. Halbuki, yapmaya başlama anında büyülü bilgiler gelmeye, yapıcı gelişmeler olmaya başlıyor. Bu önyargı, bugün bunlardan mahrum bırakıyor bizi.
2. BÜYÜK DÜŞÜNME FELCİ!(Bu isimleri ben uyduruyorum) Allahım bende çok var bu! Rüyalarımda sık sık koca dalgalarla boğuşmam da bundan olsa gerek. Başlamak üzere olduğum şey öyle büyük geliyor ki, baş laaaaa yaaaaaa mııııı yoooo ruuuum. Halbuki, ufak ufak parçalara bölün, küçük küçük başlayın diyor. Çok doğru. Hadi, parçacıklara ayıralım onları.
3. Prototip yapmak.Deneme yanılma kadar muhteşem bir yol yok. Herşeyin ilk hali berbat. Herşey zamanla, üzerinde oynadıkça inceliyor.
4. GENİŞ AÇI ŞAŞILIĞI!Bu bende had safhada. Nice albümüm, aklıma gelen yeni melodileri şarkıların bir yerlerine ekleme sevdamdan, uzadıkça uzadı. Bu uyarı diyor ki, hop fazla genişleme. Hedefini en basit haliyle yaz. Yaz ve ona rutin olarak bak. İlk fikrine, sürekli yenilerini ekleyip durursan, o kadar açılırsın ki, kaybolursun.
5. MOMENTUM! Çok mühim. Her gün her gün, ufak ufak da olsa, hedefin için çalışmalısın. Sormalıyız her gün: bugün onun için ne yaptın? Ne yaptıysan iyi yaptın. Beynini onunla meşgul tuttun, biraz daha kolaylaştırdın. Günde 30 dakika hayalin için değmez mi?
6. Rutin geliştirmek. İyidir iyi. Saat gibi kurar insanı. Bak ben o konuda fena değilim.
7. BÖL VE YÖNET. Hedefini, hedefçiklere böl. Böylece her hafta ya da ay, hedefçikler başarmış olursun. Ve damlaya damlaya göl olur.
8. Lüzumsuz toplantılardan kaçın.Ben bugüne kadar, lüzumlu çok az toplantı gördüm. Genellikle, bla bla ve bla, çay kek ve bisküvi. Buna çözüm olarak, ‘ayakta toplantı’yı bulmuşlar, ki bence harika birşey. ‘Gerekli’ insanlar ayakta buluşup, fazla uzatmadan anlaşır ve eyleme doğru dağılırlar.
9. HAYIRIN GÜCÜ.İnsanın hali hazırda aldığı ivmeye, tümsek çok çünkü. İnsan uygulama anında, onu hedefinden şaşırtıcak şeylere hayır demesini bilmeli. Bakın bu konuda da, kendime puanlar verebilirim. O kadar çok şeye hayır diyorum ki, nası yol aldığıma şaşıyorum bazen.
10. Rutini bozmak.Bu da, en az rutin geliştirmek kadar iyi. Rutini bozunca, yeni şeyler biraraya gelir. Yenilik olur. İnsan arada, başka yoldan yürümeli, yolculuğa çıkmalı, kendinden beklenmez şeyler yapmalı. Her rutin, çalıştığı sürece varolsun.
Şimdi dönüp, kelebeklere bir daha bakma zamanı.
Hepimize kolay gelsin, daha doğrusu kolay kolay gelsin.
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2010
Bilgisayar oyunlarında var hani. Hikayeyi bir yerinde durdurup, sana kutucuk çıkartıyor. Diyor ki: Seç! Çekmeceden bıçağı alıcak mısın, almıycak mısın? Kapıyı çalıcak mısın, çalmıycak mısın? Bu adama inanıcak mısın, inanmıycak mısın?
Bence hayat da böyle. Arada, salisenin de küçüğü anlarda, duruyor aslında ve bize bir seçenek sunuyor. Biz sürekli seçiyoruz. Sürekli, sürekli, sürekli seçiyoruz. Ama o kadar tatlı, serseri ve naifiz ki, seçmiyoruz sanıyoruz. Her şeyi, gül kokan kollarına kendimizi bırakıverdiğimiz, kader teyzeden biliyoruz.
Bunu böyle bilmenin, kuş tüyü yastıklarına kafayı gömmek yerine, kutucuklara da baksak biraz, belki bu hikayeyi ören bayanın biz olduğumuzu görürüz.
Evet hikayemiz var, paragraf paragraf yazılıyor. Üzerimize onu giyip geziyoruz. Bize yakışıyor. Bizi biz yapıyor. Beni romantik, seni macera, onu komedi yapıyor. Hayatı da okuyoruz. Trajikomik buluyoruz onu. Her şey örülü. Her şey, her an dikiliyor üstümüze. Ve biziz terziye siparişi veren.
Bu düşünce bana konduğundan beri, şemsiyeli ya da şemsiyesiz sokağa çıkma seçeneğinin bile, beni başka hikayeye konu ettiğini gördüm. Hayatı zincir bir kolyeye benzettim. Her an, başka bir zincirin koluna girmek mümkün. Gitmek istemediğin bir yere gitmek, merhaba demeyeceğin birine demek, kaybettiğin bir şeyi bulmak falan hepsi, güzel bir virgül ve hafif meltemli bir virajla seni taşıyıveriyor yeni devamına.
Peki bu kutularla, kutu kutu pense nasıl oynanır?
Bazen, tebessümlü sonlara bağlamanın ihtimali görünür. Misal, geçenlerde şiddet karşıtı bir reklamda bunu yapmışlardı. Londra polis teşkilatı, gençlerin sokağa bıçak taşımadan çıkması için, çoktan seçmeli bir reklam kampanyası başlattı internette.
Kampanyanın adı: choose a different ending. (Başka bir son seç.)
Sen, hikayenin kahramanının gözünden olayları yaşıyorsun. Evden çıkarken, bıçağı al ya da alma seçeneği var. Aldın ve bir çeteyle karşılaştın, kavgaya katılıp katılmama (tabi burada, çıkarken bıçağı alıp almadığının önemi var), orda birini yaralayıp yaralamama, hatta yanlışlıkla ya da bilerek öldürüp öldürmeme gibi, seni yürüme yolundan ömür boyu hapislere bağlayan hikaye sonların var.
Soyağacı gibi görünüyor senaryolar. Her biri, dallanıp başka bir kutuda çiçekleniyor. İzleyince diyorsun ki, benim bu kutuları görmem lazım, benim hayatın güzel dallarına, meyva veren dallarına konmam lazım.
Aç gözünü Kazım.
Merak edene bahsettiğim reklamın linki: http://www.canneslions.com/work/media/entry.cfm?entryid=19794
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2010
Kim bu içimdeki fısıltı, beni sadece sesiyle sarıp sarmalayan?
Savaşlara ve barışlara yollayan... Saçların güzel merak etme diyen... Geceleri sorularla uyutup, sabahları cevaplarla uyandıran. Seviyorum onu. Onsuz bir iç diyaloğum, bir iç annem olmazdı. Hiç olurdum. Matruşka olamazdım onsuz. Ne kadar renkli de olsam, içi boş bir tahta kadar süs olurdum.
Nereye gitsem benimle gelen, o susuk ses kimin? Demin yolda yürürken, bana su içen kuşu gösterdi, sonra inciler takmış o yaşlı kadını, sonra o bankta uyuya kalmak üzere kafasının ağırlığını hafifçe omzuna düşüren kızı... Aslında çoğu şeyi bana o gösterdi diyebilirim. İçimde kocaman resmini çizip, gözüme soktu bazen bazı şeyleri. Sırf anlayabileyim diye... O da benimle sınırlı naapsın? O benim ta kendim değilse tabi.
O fısıltı benim gerçek sesim aslında. Size duyurduğum sesime pek benzemediğini söyleyebilirim. Daha yumuşak, daha şakacı bir ses. Ses demek bile sesini fazla açmak olurdu, bir sesin sureti gibi daha ziyade. Başka yerlerden gelen bir haber gibi... Bilemem, belki de hayatın göbeğiyle kırmızı hattı olan biri. İyi biri. Benden iyi. Beni iyi yapıyor, bana iyi geliyor, iyilikler yaptırıyor bana. Öfkelendiğimde onun sesini duymamak için çok bağırmam gerek. Belki de herkesin öfkelenince bağırması bundandır. ‘Saçmalıyorsun’ der çünkü öyle zamanlarda. ‘Nefes al ver’ der.
Belki de o ses, benim ruhumdur. Belki de ruh, o. Beyinden gelse hissederdim, ses yukardan gelmiyor eminim. Karın taraflarından geliyor bu ses. Ve içimde ışıklı bir tüye binip, seyahat ediyor. Her yerimi bilir. Derin nefeslerle büyüyen ciğerlerimi, korkularla şimşeklenen beynimin arka sokaklarını, isteyince çıtlattığım ayak baş parmağımın gürültüsünü. Benim hakkımda en çok bilgiye, o sahip.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2010
Kim derdi ki, Jean Paul Sartre’ın meşhur ‘cehennem başkalarıdır’ lafının üzerine, bir araştırma yapılsın ve başkaları ‘cennet’ çıksın?
Nicholas Christakis ve James Fowler, beyindeki mutluluk ışıklanmalarını MRI sistemiyle ölçerek, başkalarının bizim için ne ifade ettiğini ölçmeye kalkıştıklarında, beklenmedik bir sonuca vardılar. Bizi mutlu eden -hazır mısınız?- başkalarının mutluluğu! Peki kim bu başkaları? Bize sigarayı bıraktıran, hayatımızın aşkıyla tanıştıran, obez yapan, sağlıklı yapan, mutlu eden bu insanlar kim? Arkadaşlarımız, arkadaşlarımızın arkadaşları ve de arkadaşlarımızın arkadaşlarının arkadaşları! Hiç tanımasak bile!
Farkında olarak ya da olmayarak girdiğimiz ve parçası olduğumuz sosyal ağ, her şeyimizi belirliyor. O sosyal ağın kimlerden oluştuğu, kaç kişi olduğu ve bizim bu ağın neresinde durduğumuzun hayati önemi var. Ne kadar çok arkadaşın varsa, mutlu olma ihtimalin o kadar yüksek. Bu arkadaşlar ve onların arkadaşları ne kadar mutluysa, mutlu olma ihtimalin yine yüksek. Arkadaşlarının birbirini tanıması da iyi. Bu seni sosyal ağda orta noktalara getiriyor.
Kısaca: Çok arkadaşın olsun ve o insanlar mutlu olsun ve mutlu insanlarla arkadaşlık etsin. Arkadaşın ‘yalnız’ biriyse, senin de yalnız olma ihtimalini yüzde 52 artırıyor. Arkadaşının arkadaşı yalnızsa, senin yalnızlık ihtimalin yüzde 25, arkadaşının arkadaşının arkadaşı yalnızsa, bu ihtimal yüzde 15! Yalnızlık da, sağlık da, zenginlik de, mutluluk da bulaşıcı. Duygular bulaşıcı.
Bu araştırmayı okurken, duyguları kokuya benzettim. Ve bana inanması güç gelen bu uzak etkileşimleri anlayabilmek için, görsel bir resim uydurdum. Bütün tanıdıklarım ve onların tanıdıklarıyla bir odada olduğumu ve duyguların da kokulara benzediğini düşündüm. Herkese yayılıyorlar! Birinin mutsuzluğu herkesin mutsuzluğu oluveriyor. Tıpkı bir sürüdeki hayvanlar gibi, birinin yön değiştirmesiyle hepsi o yöne gidiyor. Delice bir bağ var aramızda. Bu bağa kadeh kaldırıyorum, saygı duruşuna geçiyorum.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2010
Ben çocukken, dantel örtülü televizyonunun üzerinde duran bebekleri bana vermeyen uzak tanıdığımızı, dün gibi hatırlıyorum. Karanlık bir evi vardı. Çalınmayan piyanosu olan evlerden. Çocuk sevmez insanlar, o küçük yaratıkların evlerine saçılıp, sağı solu çekiştirmesinden çok rahatsız olurlar. Kendilerini diktatörlükle yönetirler çoğu. Ve dışarıya renk vermezler. Çocukları olursa, o da o sanal çitleri geçemeden büyür. İleride, içine ya da dışına doğru bir yolculuk yapmak istediğinde, bir yerleri kanar. İlk kez varlığını hisseder, o şeffaf çitlerin. Ve sonra, uzanır bir terapistin deri koltuğuna sessizce. Annesinden ve babasından bahsetmek üzere.
Yasak olan şeyin hayali, baldan tatlı. Bence. Bugün, üzüm yemek yasaklansın, üzüm rüyaları görmeye başlar, sırf üzüm yiyebilmek için seyahat bile ederiz. Yasaklar, sadece yasakladıkları şeyin altını çizer. Sınırla, sansür arasında fark var. Sınır güzel bir şey olabilir. Zaten hiçbir şey sınırsız değil. Hayat ve nefes en başta. Ama sansür? İnsan yapımı şey sansür. Halbuki sınır tabi. Doğada da sınırlar var. Kokuyla ayrılmış, suyla karayla ayrılmış. Balık, suyun izin verdiği kadar yaklaşabilir karaya. Ama balığa uygulanan bir sansür olduğunu zannetmiyorum.
Sansür diyince aklıma ilk gelen şey, gözüne siyah çizgi çekilmiş insanlar. İkinci aklıma gelen şeyse, youtube. Ne yazık ki youtube. ‘Sen youtube’a girebiliyor musun?’ sorusu, bugün dünya üzerinde kaç memlekette soruluyor? Türkiye dışında yaşayan arkadaşlarımın, hevesle gönderdikleri linkleri görememek, beni utandırıyor. Taipei’deki Shih’e şu satırları yazdım geçenlerde:
‘Dear Shih, i cant watch the link you posted, coz youtube is banned in our country.’ (Sevgili Shih, göndermiş olduğun linke bakamıyorum, çünkü bizim ülkemizde youtube kapalı.) Bunu twitter’a da yazdım. Sağolsunlar, hemen dns ayarları için yeni kodları göndermeye başladılar. Ama nereye kadar bilgisayarımı ayarlıycam ve delikten kaçıcam? Niye delik arayalım? Böyle insanlar mı olalım? Çocuklar böyle mi büyüsün? Yasak delmeyi öğrenerek, gerekli kodu girerek.
Burası, çalınmayan piyanolu, oyuncakları biblo yapmış, o karanlık evlerden mi?
Shhh diye cısss diye mi eser burda rüzgar?
Yazının Devamını Oku