Kolay değildi yaşamak. Ciddiye alsak mı, almasak mı her gün düşünür dururduk. Dururduk derken, lafın gelişi canım, aslında öyle bir koştururduk ki... Her şeyin bir derecesi, bir ayarı vardı, onu bulmaya çalışıyorduk sanırım. Bir yandan da savaşıp duruyorduk. Laboratuvarlarda canlı hücre yapabiliyorduk, savaşı bitirmiyorduk. Aradığımız insana cebimizden görüntülü bağlanıyorduk, savaşmayı kesmiyorduk. AIDS olan insanı bile kurtarabiliyorduk, savaştakini hayır.
Yanardağın öfkesi azaldı. Dünyayı babamızın malı gibi kullanmamıza feci içerlemiş, eski zamanlarda kükrediği gibi kükremişti. Birkaç saat suskun kaldık.
Hiçbir ders çıkarmadık, uçaklarımız kalkar kalkmaz, biricik koşturmacalarımıza döndük. Adının telaffuzuyla ilgili çok şaka yapıldı. Ben de yaptım. Eyvah fokul fokul.
Yanardağlar sönüyordu ama insanların, kendilerine benzemeyene duydukları yüzbin yıllık öfke sönmüyordu. şu dünyanın üç günlük olduğunu ve giderken sadece tozla başbaşa kalacağımızı unutuyorduk. Halbuki Jim Jarmusch’un son filmindeki ıspanyolca şarkıda, Carmen Linares bas bas bağırıyordu: Kendini diğerlerinden büyük gören kim varsa, mezarlığa gitmeli/ orda görücek hayatın gerçekte ne olduğunu/ bir avuç kir ve bir avuç toz!
Kiri gördük, tozu gördük, sözü gördük. Yine de birbirimizi birbirimizden, pirinç ayıklar gibi ayıklamaya devam ettik. Ayıkladıkça, kendimizi özel hissettik. Çünkü insan bir yere ait olmak için, ölmeye hazırdı. Varlığını hiçbir zaman, bir kelebeğinkine benzetmedi. Bir günlük bir seyahat gibi görmedi. Kanatlarını açmaktansa, ‘diğer’inin kanadını kırmayı iş edindi. Halbuki, mevsimler vardı, aşk vardı, ölmeyen çocukların olduğu yerler de vardı.
Geçen hafta bir çocuğun, ‘baba savaş mı çıkacak?’ diye sorduğunu duyup, üzüldüm. Kendi çocukluğumu düşündüm. Hiçbir yanardağı bu kadar kızdırmamış, hiç böyle bir soru sormamıştım. Ne şanslıymışım.
Ben böyle bir kutlamayı, mesela Boğaziçi Üniversitesi’ne girdiğimde yaşamıştım. Fakat, bir anaokuluna kabul edilmekte bu kadar heyecanlanılıcak ne var? ‘Aa, olur mu?’ dediler. “Eğer bu anaokuluna girerse, en güzel okullara devam edicek. Eğer buna kabul edilmeseydi, hiç o okullara gidemeyecekti.” Hmm, ilginç diye düşündüm, demek üç yaşa kadar geri çekmişler o ‘çizgi’yi. Hani, ‘hayatta önce şu olur, sonra bu, sooonra o’ çizgisini. Sanki hayat lineer gibi yapan çizgi. Bize her şeyin bir sırası olduğunu ve birini bitirmeden öbürüne başlayamayacağımızı salık veren çizgi. Ted’de, Ken Robinson’un konuşmasını izlediğimde, aynı örneği vermesine çok şaşırdım. O da, ‘anaokulu kolej demektir’ sloganlı yeni dünyaya karşı. Üç yaşındakiler sıraya girip, görüşmeye alınıyorlarmış. Evet ÜÇ! Adam, müthiş dalga geçiyo tabi... Diyo ki üç yaşındaki bir insanın cv’sine bakıp ne diyebilirsin şunu mu?: Hmmm, tam 36 aydır hayattasın, VE BU MU YANİ SADECE YAPTIĞIN? Bir şey başaramamışsın! Üstelik ilk 6 ay sadece süt emmişsin!
Oysa ki hayat lineer değil. Hiç olmadı. Olmuş, boylu boyunca yatan geçmişler bile düz değil. Zaman, hiç öyle gitmedi. Bir basamaktan öbürüne doğru, gide gide bir yere varılmadı. Bir yere varıldıysa, hep beklenmedik yerlere basmaktan oldu. Hayat organik. Birbiri içine geçik, iç bükey, dış bükey, kare kare... Ama asla düz değil! ‘Anaokulu anaokulu demektir! 3 yaş, 6 yaşın yarısı değildir.’ diyo Ken Robinson. Eğitim sistemi eskidi. Bugünkü dünya çok değişik ve dünyanın bütün eğitim sistemleri, tabi ki Türkiye’deki de, eski bir mantrayı tekrarlıyor. Artık lafı edilmez cümleler, hiçbir yeri aydınlatmaz ışıklar, hiçbir kapıyı açmaz ağır anahtarlar taşıyor ceplerinde.
Tıpkı, bugün bir teenager’in saat takmaması gibi, değişen birçok mental aksesuvar ve yeni oyuncaklarla donatılmalı eğitim. (bugün teenager olan biri, saat denilen ve kola takılan şeyi fazla ‘tek fonksiyonlu’ buluyor. Sadece zamanı gösteren bir şey, çok sıkıcı ona göre!) Aynılaştırmadan. Üniformalaştırmadan. Herkese her şeyi aynı hızda öğretip, aynı derecelerle, aynı kolejlere sürmeden. Hayalleri, hayalet avcıları filmindeki gibi, bir kutuya yakalamadan. Ama en önemlisi, yaratıcılığı öldürmeden. Ken diyor ki: Bugünkü eğitim yaratıcılığı öldürüyor! Çünkü doğru ve yanlışı empoze ediyor. Çocuğun yaptığı, kimseye zarar vermeyen bir şey, nasıl ‘yanlış’ diye damgalanabilir? Konu uzun, çok yazabilirim, ama küçük bir örnekle bitireyim, oradan ne demek istediğimi anlarsınız:
Beş yaşındaki küçük kız, kağıda resim çizmektedir. Öğretmen yanına sevecenlikle gelir ve sorar:
Uykusuzuz, hangi şehirde olduğumuzu ve oda numaramızı unutabiliyoruz. Güneşlerde yanıyoruz, rüzgarlarda uçuyoruz. Hep aynı enerjide, duyguda ve teslimiyette kalmaya çabalıyoruz. Spotlar... Ah o spotlar, kimisini parlatır, kimisini kör eder. Biz nerdeyse her gece, bir şehirde, o saatte en aydınlık olan yerdeyiz.
Pervaneler gibi ışığa uçuyoruz. Güzel mi? Çok. Yorucu mu? Çok. Peki nedir bizim benzinimiz?
Kendi adıma konuşayım. Benim benzinim, çalıştığım insanlardır. Bir kaç yıl önce iyice farkettim ki, benim bu işi -ya da herhangi bir işi- severek yapmamın tek koşulu: beraber çalıştığım insanı sevmek. Sahnedeki müzisyenlerden, ışıkları yakan, sesi çıkartan, otobüsü park eden insanlara kadar. Aklınıza gelen herkes, bir turuncu çemberin içinde olmalı. O zaman işte, iş yaptığını unutuyorsun ve o senin eğlencen oluyor. Otel odanda, sahneyi beklemek zorunda değilsin, çünkü o şehri keşfedip, o yörenin zararlı herşeyini mideye indirebileceğin ‘arkadaşların’ da yanıbaşında. (-Buranın nesi meşhur? -Mıhlaması. -Hm, nerde yenirmiş? -şurası diye duydum.) Dilinden anlayan, şakandan anlayan, egosunun kepenklerini birbiri karşısında indiren. Beraber uykusuz kalıp, beraber hapşuran.
Bence insanın göz mesafesinde tuttuğu herkes, onun gözünün önünde olmasını isteyeceği insan olmalı. Bu kolay değil. Ne onlarla buluşmak ne de onlarla kalmak kolay. Ama işte bence çabaların en büyüğü buna harcanmalı. ışini çok iyi yapan sevimsiz bulduğun biri mi, işini iyi yapan seveceğin biri mi? Benim cevabım uzun zamandır b. Ha, ikisi bir arada oluyor mu? şükür ki, oluyor.
Okumaya başladıkça farkettim ki, bu -düpedüz- benim yazdığım bir yazı! Yine de hemen sahiplenmeyeyim diye internetten baktım. Komik değil mi, internetten aynaya baktım, benimmiş gerçekten. Başka bir arkadaşım, ‘iyi işte yazın recycle olmuş oldu!’ dedi. Yani yazı, bir nevi yeniden doğmuş. Kelimeleri çok seviyorum. Ne kadar da kimsenin değiller, ağızdan döküldüğü, kağıda işlediği anda herkesinler. Demek vakti gelmiş diyerek, tekrarımdan dolayı da affınıza sığınarak, yeniden ‘iki sıfır sıfır dokuz duası’ ya da ‘üç çingene kadının hıdırellez duası şahane’:
* * *
Bu yeni zamanda sevdiğim kim varsa, kendim de dahil, sevebileceğim herkes de dahil...
Sağlığı iyi olsun.
Mutluluk mu? Mutlu olmak için mi seyahat ederiz? Daha doğrusu, ne yapıp edersek mutlu olmak için mi?
Daniel Gilbert* bilgisiyle ve araştırmalarıyla geçen hafta içime sular serpti. Mutluluğu arama, mutsuzluktan da çok korkma konusunda sakin olmakta fayda var. Bizi yerler, gökler, denizler, Santoriniler değil, arkadaşlar mutlu ediyormuş. şanslıyım ki, başımı sağa çevirdiğimde uzaktan kahkahalarını ve ateşli tartışmalarını duyduğum bir grup insan benim arkadaşlarım. Mutluysam sebebi, buralar değil, onlar. Mış.
Daniel Gilbert’e göre, insanların ileriki mutluluk veya mutsuzluklarını büyütme eğilimi var. Kim buna yok diyebilir? Çoğu zaman, alınca bizi çok mutlu edeceğini düşündüğümüz bir şey, bizi mutluluksuz bırakınca şaşakalmıyor muyuz? Ya da, başımıza gelse felaketin en büyüğünü yaşayacağımızı düşündüğümüz bir şey oluverince, bir tümsek gibi geçmiyor muyuz üstünden? Büyük dramlarda, ‘psikolojik bağışıklık sistemi’ denilen şey harekete geçiyor. ınsanın bağrına taş mı, tuz mu, süt mü bir şey basıp onu iyileştiriyor.
Asıl başa çıkılması daha zahmetli olan, bu sistemi devreye sokmayan küçük rahatsızlıklar. Çünkü adı üstünde küçük olduğu için, onları düzeltmeyi erteliyoruz. Ve aslında, uzun vadede onlardan daha fazla zarar görüyoruz. Örneğin: ayağını kırarsan bu konuda bir şey yaparsın. Evet canın acır ama hastaneye gidip, gereğini yapar, iyileşmeyi beklersin. Ama dizindeki bir sızıyı önemsemez, yaşlandıkça böyle şeyler olur dersin. Ve sonuç olarak, sonsuza kadar canını yakar. Yani, küçük dramlarda, psikolojik bağışıklık sistemi devreye girmemiş olur. Seçeneksizlik, bir duruma saplanıp kalma, bu manada iyi.
Peki para? Parayla mutluluk olur mu? ışte yüzyıllardır aranan sorunun cevabı: olmaz.
Mutluluk, yoksulluktan orta sınıfa çıkıyorsan satın alınıyor. Ama eğer orta sınıftan üst sınıfa çıkıyorsan, mutluluğu satın alamıyorsun.
Servetinin neden seni daha mutlu etmediğinle başbaşa kalarak hayal kırıklığına uğruyorsun. Peki nedir bu işin sırrı: ilişkiler.
Bunu ona söylemek yerine, daha sinsice bir çözüm bulurlar. Tulla’yı hem oyuna alıcak, hem de dışında bırakacak rolü ona verirler: ‘Sen daha doğmamış olan erkek kardeşsin!’ ışte bu, sadece bir kadının aklına gelebilir! Hiç bir hır gür çıkmadan, hatta Tulla bile tam olarak ne olduğunu anlamadan, oyundan kapı dışarı edilmiş oldu.
Aynı durumda erkek çocuklarına bakalım.
Nick, başka bir arkadaşının oynadığı oyun hamurunu, elindeki plastik bıçakla kesmek istemektedir. Çocuğun yanına gider ve bağırır: BENİM KESMEM LAZIM! BEN ONU KESMEK İSTİYORUM! O BENİM! Yani asil amacını asla saklamaz. Ve gerekirse fiziksel güç kullanır.
Scientific American Mind dergisinde yer alan bu iki örnek, yine de bize genellemelerden kaçınmamız gerektiğini söylüyor. Tabi ki erkeklerin uzlaşmak, kadınların sataşmak istedikleri durumlar da var.