Nil Karaibrahimgil

Pazar günü ‘no cep’ günü olsun

29 Kasım 2010
Hatta, ‘no laptop, no ipad, no ipod, no zart ve de zurt’ günü olsun. ‘no diji’. Full analog yaşanacak, tamamen unplugged duyulacak bir gün. Tıpkı, 15 sene önceki bir pazar günü gibi.

Bir gün için, internete bağlanmadan, birbirimize bağlanmayı deneyelim. Eskiden birbirimizi nasıl buluyorsak, öyle bulalım. Sözleştiğimiz saatte orda olalım. Bu kadar çok iletişmeyelim, itişmeyelim, bakalım nolucak?
Ben size söyleyeyim, ben bu uygulamaya başladım ve memnunum. Dijitalden boşalan yer, daha fazla müzik, sohbet, arkadaş, aşk, gitar, film ve kitapla doldu. Bir şeyim azalmadı.
Birini görmemezlik etmediğim gibi, bir cahillik ya da bir can sıkıntısı içine de düşmedim.
Kendimi eğlendirecek şeylerin sayısında bir azalma olunca, başka eğlendirici ve oyalayıcı şeyler derinleşti.
Sağ elimin içinde, gitgide bir yaşam formu haline gelen cep telefonumun evdeki yeri bile unutuluyor pazar günü.
Bunu hep böyle yaşayan insanlara imreniyorum. Cebinin numarasını bilmeyen var.
Bense, bana yazılan bir soru mesajına, karşı taraf henüz bir soru işareti bile koymamışken, cevap yazıyorum.

Yazının Devamını Oku

Sahra Çölü’nde bir gece

22 Kasım 2010
Aslında kendisi gibi, yolu da masal. Önce 5 saat Casablanca’ya uçuyorsun.

Sonra karadan Marakeş’e 3 saat; sonra 2 saat yine havalan, kon. Seni cipler alıp götürüyor biraz da. Dağ, taş, toz, toprak demeden gidiyorlar 2,5 saat. Ve seni develerin ayaklarının dibinde bırakıyorlar. Bir 20 dakika da develerle yol alıyorsun. Yorgunsun, çok yorgunsun ama kafanı bir kaldırıyorsun: Sahra Çölü!
Bir derginin küçük bir parçasını yırtıp, avucuma koymuştum yıllar önce. Namibia’da, bir çöl otelinin resmiydi. Yerden hafif yüksek, verandalı odaları vardı, bomboş çöle bakan. O gün bugündür, çöle gitmek istiyordum. Merak ediyordum, bir deniz kadar büyük ve kumdan yapılmış bu büyüklüğün içinde, küçücük olmak istiyordum. Doğanın görkeminde ufalmak güzel bir şey. Yıldızlarla konuşursan sana, ‘evrende tozsun, zamanda ansın’ derler. Büyük denizler derinliklerini saklarken sana, ‘baktığın her şeyi göremezsin, ama üzerinde gezinebilirsin’ der. Dağlar, adını bilmez, ‘ufaklık’ diye çağırırlar seni. Gerçek bir maceracıysan, sırtlarına tırmanabilirsin. Peki çöl, çöl bana ne diyecek?
Hayvanlar için de geçerli bu küçülme kuralı. Onlar bizi pembe, az tüylü, iki ayaklı bir tür olarak görüyordur herhalde. Benim deve de, ‘hoş geldin’ dedi bana, ‘adımlarım sana çok yavaş geliyor ama düşünsene atalarım aylarca böyle baharat, ipek ve daha neler neler taşıdılar çöllerde’. Tümseklerden inerken, bizim gibi kayıyordu ayakları ve ödüm koptuğu için tek bir kare fotoğraf çekemedim. Derken, 15 dakikalık uzun yol bitti ve indim, çadırlarımızı görünce de küçük dilimi yuttum.
Çöl geceleri çok soğuk. Ateşin başına koştuk hemen. Gnoau müziği çalan adamlar karşıladı bizi. Niye bilmem, sanki yıllardır hep yaptığımız bir şeymiş gibi ateşin etrafında dans etmeye başladık o kadar yolun üstüne. Çöl işte. İnsanın pusulası şaşıyor.
Sonra ay doğdu. Çöl beyaz bir ışıkla aydınlandı. Güzel bir kadın gibi, bütün kıvrımlarını gördüm. Kendimi tutamadım ve kum tepelerinden birine tırmandım koşarak. İçimde şükürler, huzurlar, kusurlar vardı. Hepsini hepsini taşıdım kum tepesine. Sonra orda durup, yattım kumuna. Çocuklar gibi kendimi aşağı bıraktım, yuvarlandım yuvarlandım yine tırmandım.
Yuvarlandım, koşup bir başkasına tırmandım. Öptüm kumu ve kumun içine ellerimi soktum. Ta ki, nefes nefese kalana kadar. Gözüme ve ağzıma kumlar girene kadar. Öyle güzeldi ki çölde yüzmek.
Onunla yaşadığım anları rüya gibi hatırlayacağımı bilerek, bir çadırda uyudum. Hiç bu kadar kalın bir battaniyem olmamıştı. Dört parmak kalınlığında filan. Başucumda da hiç fener olmamıştı. Elektrik yok ki. İyi ki yok. Cep de çekmiyor oh. Oh ne güzel! Başa dönmüş gibi.

Yazının Devamını Oku

Ah Beyrut!

15 Kasım 2010
Zenginim ben.

Bir ‘Arap’ tarafım var benim. Darbukayı, zili, udu duysun kalkar oynar hemen. Omuzları titretir, kalçasıyla sekiz yapar, elleri istemsizce kıvrıla kıvrıla yukarı kalkar. Bilmez miyim ben onu... En ufak nağme duysa, ruhunda girilmedik sokak bırakmaz. Derindir derin. O kadar abartabilir ki herhangi bir şeyi. Dili kıvrak. Net değildir kafası, her şey olabilir ona göre. Ona her şey yakın. Duygulardan korkmaz, üzerine ‘düşünce suyu’ döküp söndürmez. Havalandırır alevini. Yanar cayır cayır. Hayat nedir. Bir içimlik şerbet, gitgide dumanlanan rakıdır. Alt göz kapağının içine çeker kalemi. Çekinmez hiçbir şeyden.
Bir de ‘Anglo’ tarafım var benim. Bana dışımdan bakınca, ilk o görünür. Göz yanılması. Benimle bile bazen İngilizce konuşur. Ben teenager’ken çok yakındık. Odaya kapanır, saatlerce rock dinler, kafa sallardık. Onun vücudu başka hareket eder. Saçını başka türlü toplar. Başka kitaplar okur. Düşünür, bulur. İnceltmeye çalışır beni, törpüler aklımı. Bana medeniyet öğretir. Avrupa’yı, Amerika’yı öğretir bana. Japon kağıtlarına sarar. Onun yanında kendimi rahat bırakamam. Hep saate bakar. Yine de havalı olurum onunla. ‘Cool’ kelimesi daha çok onun için sarf edilir. Alaturka şarkılarıma tahammülü yoktur. Bu iki tarafım benim zenginliğimdir. İstanbul onların evidir.
İkisini tuttum ellerinden, Beyrut’a götürdüm. Delirdiler, delirdiler. Biri koşarak camilere, kebaplara giderken, öbürü lounge çalan gece kulüplerine attı kendini. Beyrut, büyüledi beni. Bütün zenginliğimi ve fakirliğimi gördüm onda. ‘Şükür ki yıllardır barış var’ dedi, Paris’teki Colette’e benzer butikteki çocuk. Oradan çıkıp, göğsüne kurşunlar, füzeler yemiş binaların yanından geçerken fotoğraf çektim. Niye çektim ki? İnsan hastanede, yaralıların fotoğraflarını çeker mi... Ne kadar acı, ne kadar neşe, ne kadar eski, ne kadar genç... Neresi burası, sarhoş etti beni! Music Hall’da yan masamızdakiler gibi Arapça şarkılar söylemek istedim Beyrut’a, Fairuz’dan söylemek istedim, arak içmek istedim sabahlarına kadar. Korniş’te güneş doğana kadar dağlarından.
Ben kimim ki onun yaralarını anlayacak, saracak? O yedi bin yıldır buradaydı, ben en fazla yetmiş yıl. Onun, zamandaki bir anını gördüm diye, onu anladığımı mı sandım? Tam tersi, içimdeki her hali, burada serbest bırakabileceğimi hissettim. Eski bir ud sanatçısının oğlu, babasının eşyalarından ‘Falamanke’ diye bir yer açmış. Bahçesinde kahvaltı yaparken, bu esmer insanların benim dişimi değil de içimi, içimdeki o koca Arap’ı görmesini isterdim. Turist değilim, ben burayı biliyorum demek isterdim.
Seni görmeyeceğinden emin olarak baktığın, çok güzel bir canlıya benziyordu Beyrut. Umurunda değil, gözlerini dikip bakman. Öyle alışık ki. Öyle çok hayat söndü ki kucağında, öyle çok aşk başladı ki Eşrefiye’de... ‘Sen sadece buradan geçen birisisin’ dedi bana rüzgarı. ‘Savaş görmedin, hiç sen evinde yemek verirken, karşıdaki bina bir bombayla dizlerinin üzerine çökmedi’... ‘Sen biliyor musun’ dedi ‘sıfırdan başlamak nedir? Bir sevgiliden ayrılıp, saç boyatmaya benzemez, ölüp dirilmeye benzer.’
Kimse benimle daha önce böyle konuşmadı. Ben daha önce hiçbir şehirde bu kadar eskiye giden bakış, bu kadar yorgunluğa böyle dirilik görmedim. Beyrut başımı döndürdün gecelerinle, yine gelicem sana. Yine Arap olucam, yine Anglo.

Yazının Devamını Oku

Heyecanım var

1 Kasım 2010
Yağmurlar geldi ve hemen arkasından çamurlar tabi. Tişörtleri sağa sola itip, pardon pardon, kalın bir şeyler arama vakti bu. Hiç zamanında kışlıkları çıkarmış olmam.

 Tıpkı herkes yazın sandalet giydiğinde, benim ayaklarımın hâlâ çoraplı olması gibi.
Hayata ‘yakalanan’ biriyim daha çok. Hazırlıklı olamıyorum bir türlü. Yakalanıyorum. Bugün sarı yapraklardan gördüm yerde. Ses çıkaramıyacak kadar ıslaktılar.
Martılar da ne kadar büyükmüş meğer, Karaköy balıkçısının penceresinden gördüm.
 İstanbul çok güzel, gidin bir de oradan bakın derim. Beşinci kat.
Şiir kitapları aldım, Osmanlıca sözlük aldım. Mevsim alışverişi. En önemlisi, sesler ve kelimelerden çıkarmaya başladım yine.
Hayat tuttu da diyebiliriz. Böyle yazıyorum şarkılarımı. Hayat yolculuğu bir noktada tutuyor ve çıkarıyorsun. Sevdim bu benzetmeyi. İyi anlattı durumu.
Lafları, melodilere ilikleyip, kafiyelere davet ediyorum. Her zaman olmuyor. Bu zamanlar garip, insan uyuyamıyor falan. Kafasında yarım şarkılar çalıyor. Cümleler devam etmiyor.

Yazının Devamını Oku

Altı çizilesi cümleler bunlar

25 Ekim 2010
Londra’da bir kitapçının kafeteryasında, aldığı kitapları masaya üst üste koymuş, mutlu mutlu kahve içen bir adam görmüştüm.

Seçtiği kitapları ve kendisinin halini tavrını beğendim. Kitaplarının ismini, uzaktan bir dikizci gibi not edip, aynılarını aldım.
O günü çok net hatırlıyorum, birkaç yıl önceydi ve düşüncem tam olarak şuydu: Ne kadar farklı olabiliriz ki? Bir başkasının özene bezene seçtiği bu kitaplar, benden ne kadar uzak olabilir?
Aynı zamanda, kendi tercihlerimi tatlı bir oyunla değiştirmekten ne zarar gelir?
Çok da yanılmadım. Hatta Nietzsche’yle ilgili kitabıyla, oldukça fosforlu saatler geçirdim.
Okuduğum kitaplarla ilişkim çok tutkulu. Onlar bana ne yapıyorsa, aynılarını onlara yapıyorum.
Çoğu ben okuduktan sonra, okunmaz hale geliyor. Çünkü kendimle dolduruyorum onları. Çizimler, notlar, resimler... Beni yırttığı gibi yırtıyor, kıvırıyor, işaretliyorum.
Benim içimde feneriyle ışık tuttuğu cümlelere, ben de ışık tutup, fosforlu kalemlerle boyuyorum.

Yazının Devamını Oku

Her hayırda bir hayır var

18 Ekim 2010
‘Hayır’ dedi. Yok referandumdan falan bahsetmiyorum. Maira Kalman’a mektup yazmıştım ya, Kelebek kitabımın kapağını yapar mısınız diye, o hayır dedi. Yani çok kibar ve çok güzel cümlelerin arasına sandviç yapmış cevabını ama, hayır demiş işte. Son zamanlarda bu kelimeyi böyle net bir şekilde duymadığımdan herhalde, önce bir üzüldüm.
Niye hayır dediniz? A... b... c... diye şıklar vererek araştırayım dedim. Ama sonra bunun beni, o güzel cümlelerden de mahrum edeceğini düşünerek vazgeçtim. Yani, ‘aldık başımıza belayı’ denilecek tiplerden olmak istemem. Ki tamamiyle öyleyim çoğu zaman.
Hayır cevabını, şımararak falan ‘evet’e çeviremeyeceğin bir duruma düştüğünde, ilk merak ettiğin soru, ‘peki neden?’ oluyor. Niye hayır? Sonra çok trajik bir film akıyor kafanda. Kendinle ilgili deliklerin hepsine giriyorsun.
Kendini delik bir çorap gibi algılıyorsun doğal olarak. Güveninin ibresi gözünün önünde, dereceler gibi iniyor. “Tabi ki ‘hayır’” diyorsun.
Öyle dandiksin ki çünkü! Maira Kalman çok büyük, ben çok küçüğüm...
Sonra direksiyon ters yöne çevriliyor, herhalde bir tür psikolojik savunma yöntemi. Aslında olduğundan daha büyük olduğuna dair, tatlı bir özgüven zerk ediyor beyin.
“Daha güzel kapak fikirlerim var zaten” diyorsun. Maira Kalman küçülürken, sen büyüyorsun.
Sonra, daha da acayip bir şey oldu. Hayır kelimesini yutmaya çalışırken bir şey fark ettim. Hayır, aynı zamanda güzel bir anlama geliyor Türkçe’de, ne tuhaf! Birinin kökü Arapça, biri Türkçe ama en azından okunuşları neredeyse aynı. Sözlüğü açtım hemen. İşte karşınızda, tüm karanlık ve aydınlık yüzüyle, hayır:
Hayır I, sf. İyi, hayırlı, yararlı, faydalı... II. ‘Yok, öyle değil, olmaz’ anlamlarında onamama, inkar bildiren bir söz.
Bu bir işaret! Bu şu demek, ‘her hayırda bir hayır var!’. İyi ki hayır demiş, demek ki, hayırlara vesile bir ret bu. Bundan sonra, hayırı duyan arkasını çevirsin.
Maira’yla ben eşitlendik, rahatladım.
Yazının Devamını Oku

Harekete övgü

11 Ekim 2010
Normalde ne yapardım onu mu söyliyeyim yoksa yeni kararımdan sonrakini mi?... Normalde, içeri doğru sarmallanan bir şekile sahip olduğum için, ruhen tabi, hayır derdim. Hayır teşekkür ederim, olduğum yerden kıpırdamak istemiyorum. Burada iyiyim ve ne olacağını kesinlikle bilmediğim, muhtemelen de beğenmeyeceğim olaylar zincirinin içinde yer almaya niyetli değilim. Kendime ait bir ritimde ve iklimde yayılmış, kök salmış vaziyetteyim, kaslarım gevşek. Hemen her şey kontrolüm altında ve sürprizsiz. Tekliflerinizden bazıları çekici gibi duyulmakla birlikte, geçmiş tecrübelerimden biliyorum ki yüzde doksandokuz sıkıntı ya da pişmanlıkla son bulacaktır. Kıpırdatmayın beni olduğum yerden. Derdim. Ta ki, sadece ‘hareket etme’nin, beni götürebileceği yerleri görene dek.
Her şey bir deniz seyahatinde aydınladı.
Tembel bir günde, tembel bir koyda, tembel kahvaltımdan yapacaktım ki, Çağla “Hadi gel şu tepenin oradaki köy kahvesinde kahvaltı edelim” dedi. Sonra sustu. Birazdan vazgeçer diye, duymazlıktan geldim. O barış ve sessizlik ortamındaki, güzel oda müziğimde akıyordum. Bir atak lüzumsuzdu. O da durduğu yerde dursundu. Derken birkaç defa daha söyledi. Bir şey birkaç defa söylenince, kümülatif bir etki yapıyor insan üzerinde. Seni çağıran bir ses oluyor sanki. Hiç hoşuma gitmedi tabi ama, tamam dedim, tamam hareket edelim, kalk gidelim (ne varsa o tepede). Azıcık bir merakla, ayaklarımı ağırlaştırıp çıktım kıyıya. Tırmanınca bir baktık, kahve kapalı. Ama manzarası ne kadar güzel. Allahım, bu kadar güzel bir yerde miyiz? İnsanın nerede durduğunu anlaması için, kamerayı illa yukarı koyması gerek, yoksa olmuyor.
Ne? Buranın sahibi bize bir Türk kahvesi bile vermiyor mu?! O kadar tırmandık? Neyse parası verelim beni tanımadılar mı adam amma inatçı. Çok gıcık olmadık ama duruma. Sandalyelerinde biraz oturup gözlerimizle güzel kayıtlar alıp, sahile geri indik. İnince, küçük kayıklarında gözlemeden kahveye çeşitli şeyler satan, köylü karı kocayla tanıştık.
Dizlerimize kadar suya girip, ‘amaan onun kahvesine mi kaldık burada daha iyisini içiyoruz’dan, ‘demek iki kızınız da gelin oldu’ya kadar her şeyden bahsediyorduk ki, kadın büyük bir heyecanla ‘bakın şurada soğuk su kaynağı var, orada su çelik gibi’ dedi.
Tam nerede filan derken, kendimizi oraya doğru yüzer bulduk. O girintiye yaklaştıkça su soğumaya başladı. Kaynağın oraya vardığımızda, küçük bir havuzla denizden ayrılmış olan kaynağı gördük. Küçücük bir dar boğazı vardı denize bağlandığı. Oranın içine yüzdük. Öyle soğuk ki, insanın elleri ve ayakları anında uyuşuyor. Fakat suyun dibinden kaynağa doğru giderken, inanılmaz bir görüntü var. Koca bir musluk açılmış gibi bir akıntı size doğru geliyor ve bu suda büyüleyici görünüyor.
Ayrıca, hayatımda hiç bu kadar berrak bir su görmedim. Defalarca, soğuk su havuzundan, denizin sıcaklığına koca tankerler gibi geçip durduk.
Sonra da, bizi almaya gelen botun ipine tutunup çocuklar gibi suda sürüklendik.
Kararımız bu küçük yaz hikayesiyle belli oldu: Bundan sonra harekete her zaman evet! Aradan geçen iki saatte olanlara bakılırsa, seyretmesi çok sıkıcı olucaktı durduğu yerde duran hayatımızı.
Harekette bereket de var, sürprizler de. Bundan böyle, yapsam mı gitsem mi diye sorunca kendinize, ne diyeceğinizi biliyorsunuz. Kaynaklara varmanın, yukarıdaki koyu cümlelere varmanın tek yolu bu.
Sevgiler
Yazının Devamını Oku

Maira Kalman’a mektup

4 Ekim 2010
Sevgili Maira Kalman,

Bu sabah, ... ‘Various Illuminations of a Crazy Woman’ (Çılgın Bir Kadının Aydınlanmaları) kitabınıza bakıyordum. Resimler ve kelimeler arasında gezinirken, size ne kadar benzediğimi düşündüm. Sizden bir ricada bulunacağım, ama ondan önce, benzeşmelerimizden bahsetmek ve bu vesileyle size kendimi tanıtmak isterim. Aşağıdaki liste (evet ben de listeleri basamak olarak kullanmazsam yürüyemiyorum), ikimizde de ortak olanlar:

‘How can i tell you everything that is in my heart?’ (Size kalbimdeki her şeyi nasıl söyleyebilirim?) sorusu. Sizin bu sorunuz, benim de sorum. Tek sorunum. Ne yapıyorsam, bu soruyu noktalamak için yapıyorum ve tahmin ediyorum ki siz de benim gibi sadece virgüllere kavuşabiliyorsunuz.
 
Bir blogum yok. Ama olsaydı adı, tıpkı sizinki gibi ‘belirsizliğin prensipleri’ ve ‘mutluluğun peşinde’ olabilirdi. Yazdığım çoğu şey bu başlıkların altında toplanabilir. 

Tasarım üzerine hiçbir eğitim almamışsınız. İşlerinizdeki çocuksu saflığı buna borçlu olduğunuzu yazmışlar. Bir şeyin kurallarını bilmemek, insanı kendi kurallarıyla oynamakta serbest bırakıyor. Makinayı çalıştırmak için, sadece içgüdülerinle hareket ediyorsun çünkü elinde bir kullanım kılavuzu yok. Bunun insanı daha yaratıcı kıldığına katılıyorum. Ben de şarkılar yazıyorum ve hiç müzik eğitimi almadım. Gitarımın ve sesimin izin verdiği yerlerde gezinerek, her şeyi anlatabiliyorum.

Yazının Devamını Oku