Nil Karaibrahimgil

Herkesin adının ‘insan’ olduğu yazı

24 Ocak 2011
Dünyada bugün aynı anda nefesini alıp bırakan, teni hâlâ sıcak insanlar aslında kardeştir.

En fazla, insanlık ağacının bir ömürlük yaşayıp kırılacak dalıdır.

Bunların kimileri kadın, kimileri erkek, kimileri çocuk, genç, yaşlıdır. Bu kategoriler bile tartışılır. Çünkü siz de biliyorsunuz ki, erkek gibi kadınlar, kadın gibi erkekler, çocuk gibi yetişkinler de vardır.

Zengindir insanoğlu. Ve bu saydıklarımdan hangisine ait oldukları tamamen tesadüftür. Nasıl ve ne şekilde olurlarsa olsunlar, bunu mutlu tesadüften saysınlar. Çünkü hayat ağacını çatlatıp da, tepesinde göğü gören dal olmak, bir hediyedir.

Hangi cinsten doğacağımızı bilmediğimiz gibi, hangi toprakta, hangi ailenin yavrusu olacağımızı da bilemeyiz. Moğolistan’da fakir bir ailenin oğlu ya da San Francisco’da lezbiyen bir çiftin kızı olarak doğabiliriz. Bizim ilk yuvamızı ve bir süre gideceğimiz yolu o insanlar ve içine doğduğumuz o coğrafya, o kültür vs. belirler.

Yazının Devamını Oku

Herkesin adının ‘insan’ olduğu yazı

24 Ocak 2011
Dünyada bugün aynı anda nefesini alıp bırakan, teni hâlâ sıcak insanlar aslında kardeştir.

En fazla, insanlık ağacının bir ömürlük yaşayıp kırılacak dalıdır.
Bunların kimileri kadın, kimileri erkek, kimileri çocuk, genç, yaşlıdır. Bu kategoriler bile tartışılır. Çünkü siz de biliyorsunuz ki, erkek gibi kadınlar, kadın gibi erkekler, çocuk gibi yetişkinler de vardır.
Zengindir insanoğlu. Ve bu saydıklarımdan hangisine ait oldukları tamamen tesadüftür. Nasıl ve ne şekilde olurlarsa olsunlar, bunu mutlu tesadüften saysınlar. Çünkü hayat ağacını çatlatıp da, tepesinde göğü gören dal olmak, bir hediyedir.
Hangi cinsten doğacağımızı bilmediğimiz gibi, hangi toprakta, hangi ailenin yavrusu olacağımızı da bilemeyiz. Moğolistan’da fakir bir ailenin oğlu ya da San Francisco’da lezbiyen bir çiftin kızı olarak doğabiliriz. Bizim ilk yuvamızı ve bir süre gideceğimiz yolu o insanlar ve içine doğduğumuz o coğrafya, o kültür vs. belirler.
Ne bileyim, vaftiz mi edileceğiz, sünnet mi? Okula gidecek miyiz, gitmeyecek miyiz? PlayStation’la mı oynayacağız, Kalaşnikof’la mı?... Yşte bunlar o tesadüf paketinden çıkarlar. Ve bizi yutarlar. Öyle bir yutarlar ki, ondan başkayı hiç bilmeyiz.
Ben nasıl boynuma halkalar dizmemişsem, Afrikalı bir yaşıtım da günbatımının fotoğrafını çekmeyecek. Yşin güzel yanı, hep berabere kalınıyor olması. Kimse kimsenin mutluluğunu ölçemez. Kaybını da.
Bir kızın tesadüfen kız doğdu diye, tesadüfen kız doğmamış babası tarafından okula layık görülmemesi ne kadar iç burkucuysa; bir adamın da belli bir coğrafyada doğdu diye, tesadüfen o coğrafyada doğmamış biri tarafından yok edilmek istenmesi o kadar yazıktır. Her dinde ve her dilde, günahtır.

Yazının Devamını Oku

Gerisi tangırdino!

17 Ocak 2011
Sevdiğiniz müziği açın ve çikolatayı ağzınıza atın.

Sonra gidip yüzünüzün güneş alacağı bir yere uzanın.
Çikolatayı ağzınızda erimeye bırakın.
Sonra burnunuzu güzel bir kokuya dayayın. (Sevgiliniz, çiçek ya da çocuğunuz gibi.)
Gözlerinizi kapatın ve göz kapaklarınızda oynaşan ışıklar altında hayallere dalın.
Bugün yaptım ben, hiç öyle okunduğu gibi ‘az’ olmuyor, çok güzel oluyor. Şahane oluyor. Sanki beş duyunla hayata bağlı bir ünitesin de, hepsini eğliyormuşsun gibi.
Var oluşunun içinde, şımarıkça eriyik haline geçiyorsun. Sıcak asfalta düşüp eriyen dondurma gibi oluyorsun.
Kafandaki bütün o ‘ideal’ senler, teneffüse çıkıyor. Koridorlar, sınıflar, kara tahtalar, dolaplar hepsi sakince duruyor. Nasıllarsa öyle. Ne yazıyorsa, nasıl bırakılmışsa, neyle doldurulmuşlarsa öyle.

Yazının Devamını Oku

Bir hatırlatma: Lunapark

10 Ocak 2011
Çocukken, zinciri uzun olan salıncakları daha çok severdim. Onlar insanı daha yükseklere fırlatırdı. Sen o yükseklerde, aşağıdaki büyüklerin bilmedikleri uzaklıklara bakabilirdin. Olduğun yerde sallanarak parktan çıkar, simitçileri, sahil yolunu, arabaları görürdün. Kuş gibi tepeden bakardın hayatına.
Annen, baban ve diğer büyükler sen sallandıkça küçülüp küçülüp büyürdü. Salıncağın büyüsü çoktu. Derken, ellerin onun zincirlerini bıraktı.
Büyümek, eğlenceli birçok şeyden gurur duyarak uzaklaşmak demek. Ne saçma.
Yeni yıla, Edinburgh’da bir lunaparkta girdim. Upuzun zincirli dönen salıncaklara bindim önce. Ne kadar özlemişim o duyguyu!
Ağaçların dallarından yollara, şatonun duvarlarından parklara dönüp durdum. Deli gibi vals yapan bir kadının eteklerindeki bir böcek gibi, eğlencem çoktu. Yükseldikçe çığlık atarak, bacaklarımı sallayarak, yaşadığımı damarlarımda hissederek... Çalan müziğin sınırlarına giderek. Kollarımı da açtım, ne gelicekse gelsin gibi hislerle.
Sonra trene, sonra birden bizi aşağı bırakan koltuklara, sonra içine girip suda yuvarlandığın büyük balonlara ve tabi tramboline! Teneke kutuları hızla top fırlatarak devirmeye çalıştığım oyun da unutulmasın.
Terden yanakları kırmızı olup, montsuz gezen bir kız çocuğuna dönüşene kadar oynadım. Sesim de afacanlar gibi kısıldı.
Sonra o kadar kahkaha ve eğlence sonrası büyüklerin dünyasına geri döndük. Edinburgh’da yeni yıla ‘hogmanay’ diyorlar. Büyük çok büyük bir sokak festivaliyle kutluyorlar hogmanayı.
Bilet alıp, sokaklara giriyorsun ve kalabalığın içinde yeni yıla ulaşana kadar savruluyorsun. Peki, tam olarak noluyor? Bana sorarsanız, doğasında lunapark misali eğlence olmayan bir şeyi eğlence haline dönüştürebilmek için bol bol içiyorlar.
Kafalar iyi olunca, sokakta manasızca bir arkadaşı arar gibi yürümek çekilir hale geliyor. Yeni yıla girerkenki havai fişeklere kadar, üzerlerindeki ‘ne yapıp yapıp eğlenmem lazım’ duygusunu, kah katıldıkları şarkılarda kah kalabalığın sıcaklığında arıyorlar.
Buluyorlar belki ne biliyim. Bol bol resim çekiyor herkes.
Belgelemenin, yaşamaktan daha önemli olduğu bir çağda yaşadığımızı unutmayalım. Ben de kocaman bir pembe tavşan şapkası vardı ve açıkçası en büyük eğlencem o oldu.
Kaybolan arkadaşlarımızı, benim şapkayı havaya kaldırarak bulduk birkaç kez. O iyiydi. İşe yaradı filan. Yanımızdaki çocuklar tabi ki, büyüklerin cüce dünyasında sıkıntıdan patladılar.
Ve ben onlara hak verdim. En güzeli lunaparktı. Eğlenmek tanımlandığından beri tadı tuzu kalmadı bu işin. Yeni yılda, çocukça eğlenmeniz dileğiyle, ladies and gentlemen: Welcome to 2011!
Yazının Devamını Oku

2010’a sevgiyle

27 Aralık 2010
Bir rivayete göre, insan dönüp de geçmiş zamana bakmamalı. Şayet bakarsa, hayat yolculuğunun onu biraz tutacağı söylenir. Tıpkı anne babalarımızın, araba seyahatlerinde bize içeri değil dışarı bakmamızı söylediği gibi, hayat üzerine edilmiş cümleler bize ileriye bakmamızı tembihler. Hep geleceğe. Geçmişi, alelacele eskiciye verin derler. Bense bugün, tam tersi yöne bir bakış yaptım. Beni, yeni zamanların terminalinde bekleyen 2011’e doğru kollarımı açmadan önce, boynumu çevirip 2010’a baktım. Hızlı hızlı saçlarımı tarar gibi, bir seneyi taradım ve işte bunlar çıktı karşıma:
Bir sabah Nil Nehri’nde, sevdiğim herkesle ‘Nile Adventurer’ adlı gemide uyanıp, ismimin üzerinde yüzerek, Serdar’a varmak...
Rebeka’nın burnuma uzattığı o pembe gülün kokusu...
Perinin hâlâ küçücük oluşu, hâlâ peri gibi oluşu ve gülüşü...
Kardeşimin, hayallerinin peşinden cesurca gidip, başka bir kıtada başlattığı yeni hayatı...
Yine yağmurlu Oxford sokaklarında elimde defterlerle koşuşturduğum TED konferansında öğrendiklerim... Ve orada yılın adamı Julian Assange’ı görmek...
Fairouz, Beyrut, o küçük Ermeni restoranındaki vişneli kebap...
Hiçbir yere gitmeyen, hep seven, sarılan, kabul eden arkadaşlarımla geçen tüm zamanlar...
Kirildim.com’da kalp kırıklıkları toplamaya başlamam...
Yeni albümüme yazdığım şarkılar ama ondan önce ilk defa istikrar gösterdiğim gitar derslerim...
Klasikleri yeniden keşfetmem, mesela Beatles, mesela Gönülçelen, mesela As Time Goes By...
Sahara Çölü’ndeki kum tepelerinden aşağı yuvarlanmak...
Yüzümü panda gibi boyamak...
Heykel parkında bisikletle gezmek ve yıllar sonra ilk kez buluştuğum piknik sepeti...
Yanına gidince suyun derinliklerine geri dönen kocaman su kaplumbağası...
Kelebek serası ve kaybolduğum labirent...
Başka bir şehirde kendimi kendimle nadasa bıraktığım o üç gün...
Konya’da ben sahnedeyken çıkan ve bizi indirene kadar dinmeyen o deli rüzgar...
Ankara’da ağzıma attığım nitrojenle dondurulmuş çilek...
Sonunda bale elbisesiyle sahneye çıkmak...
Evimin içinde gezinen, benimle bir yaş daha büyüyen küçük büyük herkes ve her şey...
Anneliğinden, güzelliğinden hiçbir şey gitmeyen annem...
Ama en sürprizi: 30 sene aradan sonra uçağa binip, küçük bir dünya turu yapan babam. İnsanın isterse, 60 yaşında bile korkularını sigara izmariti gibi yere atıp ezebileceğini göstererek, seneyi kapattı.
Dünya bir kez daha güneşin etrafında dönerken, ben de buralarda döndüm. Geçmişe bakmakta insanı tutan bir şey yok, bilakis pek çok şükür var, gördüm.
2011, hadi seni de görelim.
Yazının Devamını Oku

Modern zamanlarda bir kum saati

20 Aralık 2010
Kafamın içini size en azından ritimsel olarak anlatmalıyım. Durmak üzere olan bir pinpon topu düşünün, gitgide hızlanır ya işte öyle düşüncelerimin temposu. Hep bir yere geç kaldım ve her şeye yetişmeliyim hissi. Üstelik henüz çoluk çocuğa bile karışmadım. Tek meşgalem kendimim diyebilirim.
Ah doktor, ateş basıyor zamanı hissedince, sanki havaalanındaki o tuhaf el kurutma makinesinin elimde oluşturduğu dalgalar gibi kırıştırmaya çalışıyor beni, sıkıştırmaya çalışıyor.
Ben çocukken Inspector Gadget diye bir çizgi film vardı. Adamın bedeninden çıkan, biyonik alet edevatları vardı. Mesela bir şapkası vardı.
Benim de böyle bir şapkam olmalı ama kafama kakmak için.
Çeşitli tokmaklar olmalı üzerinde, her bir tokmak bir konu mesela ve arada bana hafifçe vurup hatırlatmalılar.
Örnek vereyim, mesela kafamın sağ arkasından hissedilen tokmak ‘bu iş’, tam alnımın ortası ‘şu iş’ gibi. Bunu kimseye anlatmadım çünkü tuhaf bir düşünce.
Transandantal meditasyon gibi şeyler denemeliyim belki. Nefese odaklanmanın iyi fikir olduğunu düşünüyorum. Çünkü sadece kalbimiz ve nefesimiz şu anın ritmini tutuyor.
Aklımızın içi ve ayaklarımızsa bambaşka vuruşlar peşinde. Neyse, sonunda aklıma bir fikir geldi. Gidip kendime bir kum saati aldım. En ilkel saatlerden biri.
Teknolojik araya giricilerin olmadığı çağlardan gelmiş. Cepti, internetti, sosyal medyaydı tanımıyor.
Ben de ona sarıldım. En azından bir saat, bir şeye odaklansam kârdı. Ve başardım!
Bu kum saati benim, ‘flok’ (akis) dediğim şeye girmemi sağlıyor.
“Hadi Nil şimdi flow”a diyip, kendimi sadece bir şeye odaklıyorum ve dışardaki bütün her şeye kapatıyorum kapılarımı.
Bir memnunum bir memnunum. Ha tabi, kumlara bakıp ne kadar kaldı filan gibi endişeler ve dikkat dağılmaları normal.
Yine de, sevdiğim biriyle, bir kitapla ya da şarkıyla baş başa geçirdiğim kesintisiz bir saat günün hediyesi.
Bunda ilerlersem, kum saatini bir kere daha çevirip bunu iki saate çıkarmaya çalışacağım. Fakat henüz acelem yok.
Zamanla vals yapmak mümkünmüş. Biraz centilmenlik gösterince hemen, ayağına basıp zıplamaktan vazgeçiyor.
ınsanın disiplini de kendi içinde görüyor musun?
Yazının Devamını Oku

Müziğin kaldırma gücü

13 Aralık 2010
Müziğin kaldırma gücü olmasaydı, hayat hepimizi yere yapıştırırdı. Öyle ağır gelirdi ki bazı duygular, melodilerle bas bas dışarı bağırılmasalar...

Şükür ki, şarkılar bize ‘böyle hisseden’in sadece biz olmadığımızı hatırlatırlar.
Yolda yürürken, bize ritim tutar, kulağımıza aşk masalları fısıldayarak bizi avutur, elektrikli gitarlarla bizi isyana çağırırlar.
Ya da mesela Bach gibi bir anda her şeyden bahsederler.
Naparlarsa yapsınlar, mutlaka halimizden anlarlar.
Bazılarını duyunca ağlarız. Bazı albümler, bir sürü anahtarı olan anahtarlıklar gibidir.
O dönemki bütün kilitlerimizi açarlar. Ruhumuzun koridorlarında cirit atarlar. Kimsenin girmediği odalarda, çapkın çapkın dans ederler.
Kimsenin en sevdiği şarkı aynı değildir. Çünkü kimse aynı değil.

Yazının Devamını Oku

Anlat bana Keith baba!

6 Aralık 2010
Doğar doğmaz başlar savaşİyilerde vanayı açıpKötülerde kas çalışmakTamamen sana kalmış

Adam içten. Seninle ve hayatla konuşmasını seviyorsun hemen. Diyorsun ki, ‘bu adam hava yapmıyor’, ‘bana kendini allayıp pullayıp kakalamaya çalışmıyor’. Zaten artık kimsenin öyle tiplere tahammülü kalmadı. Benimle adam gibi gerçekleri konuşucaksan gel. Yoksa zamanımı alma, değil mi ama?
İşte bu adam, sana yaşlı bedeninin gencecik kalbini açmış. Bin sayfalık hayatının iki yüzüncü sayfasındayım ve Keith, Keith oldu bile. Bundan sonrası, şu ana kadar çıkan özeti yaşamasından ibaret. Yani tezim şu: hayatın özeti, ilk iki yüz sayfamızda çıkıyor. Alarm alarm!
Gözünüzde canlandırın. 1945’te doğmuş. Savaş yılları. Yoklukla büyüyor. Hep ‘savaştan önce’ diye başlayan cümleler duyuyor evinde. (Koy cebe, ‘savaş kötü şey’i.)
Tek çocuk. ‘Tek çocuksan, sürekli büyüklerin kendi aralarındaki konuşmalarını dinler durursun’ diyor. Oynayacak kimse yok ki. Hem yalnız oluyorsun hem de yaratıcı olmak zorundasın. Hayallere dalman iyi olabilir sıkılmamak için. Annesi, hep müzik dinleyen, müziği çok seven bir anne. Büyükbabası Gus, piyano çalıyor, gitar çalıyor ve Keith’le çok zaman geçiriyor. Ne yapsın adam sekiz kadınla yaşıyor ;) Biri karısı, yedisi kızı. (Koy cebe müziği.)
Oturdukları mahalle, Londra’nın güney doğusu. Okulunda serseri çok. Çıkışta, genelde dayak yiyor. Canı çok acımış numarası yapıp çok bağırırsa, dayağın daha kısa sürdüğünü keşfediyor ve bu numarayı sık sık yapıyor. Fakat bir gün aklına parlak bir fikir geliyor ve okuldan bir çocuğa, eğer eve onunla yürürse ödevlerini yapacağını söylüyor. O gün, ilk kez onlara kafa tutuyorlar. Bir güzel dövüyorlar serserileri. (Koy cebe, hayat zor ama istersem yenerim.)
Televizyon diye bir şey yok. Radyo var. Radyoyu bir gece odasında gizlice dinlerken (çünkü uyku saati), radyoda Elvis var! Kim bu Elvis? Nereden çıktı? Bu nasıl bir kayıt, nasıl bir şey bu rock’n roll? Nasıl bir şarkı bu ‘Heartbreak Hotel’? (Koy cebe, rock’n roll’u.)
1900’lerden önce, müzik kayıt edilmiyordu. Yani müzik dinlemek istersen, konsere gitmek zorundaydın. Bu da onu bir lüks yapıyordu. Derken, müzik kaydoldu ve herkesin oldu! Evinde koltuğunda otururken, Elvis senin için söylüyordu işte.

Yazının Devamını Oku