Paylaş
Şu ve bu nedenden herkes dönmüştü ve benim Londra’yla başbaşa kalma parantezim açılmıştı. Niye bilmiyorum, aramızda bir bağlantı var. Orada kendimi tek başınayken hiç yalnız hissetmiyorum. Hadi artık güneş batsın da otel odama döneyim diye, Soho’da gereksizce turlar attığım zamanlarda bile. Ruhumun ağzı açılıyor orda. Kaşık kaşık bir tür ruh gıdası yiyorum. Belki de kimse beni tanımıyor, dilimi konuşmuyor falanken adımlarım yavaşlıyor diyedir bilmiyorum. Bundan daha önce bahsetmiştim.
İşte bu yaz, o yalnız kaldığım günlerden bir gün başıma daha önce hiç gelmemiş olan tuhaf bir şey geldi. Nasıl bu duruma düştüm bilmiyorum ama yalnız kaldığımda sarıldığım iki şey yanımda değildi. Cep telefonum ve kitabım. Diyeceksiniz ki, aman biz de gerçek bir mahrumiyet sanmıştık. Öyle demeyin. En son ne zaman, tam anlamıyla hiçbir şey yapmadan, sokakta bir yere oturup durdunuz? Benimki o gündü işte. Bu yaz, bir temmuz akşamüstü.
Gidip kocaman, aslında kocamandan da büyük mavi bir şapka almıştım. Uzun uzun konuşmuştuk kasadaki işini bilir kadınla. Efendim bu kadar büyük bir şapkayı, kutuya koyup kargoyla götürsem daha iyi olabilirmiş. Uçakta kabine koyamayabilirmişim. Neyse, sonunda iki tane birleştirip tuhaf, ağzı açık bir heybe yaparak, şapkayı yarısı dışarıda kalıcak şekilde sırtıma astık. Tabi şapka yürürken, arkamdakilere hatta bazen yanımdakilere çarpıp takılıyordu. Şapkanın büyüklüğü bana iki kişiymişiz izlenimi veriyordu. Yalnızlığımı almıştı biraz bu dev mavi şapka.
Derken karnım acıktı. Onu yan sandalyeye oturtup, sokakta masaları olan bir yere oturdum. Buraya kadar her şey normal.
Menüye baktım ve bir hamburger ısmarladım. İşte ne olduysa o zaman oldu. Garsonla olan diyalog da bitince... Dev mavi şapka, ben ve biraz su ve ekmek başbaşa kaldık. Önce bu durumu önemsemedim. Yan masaya baktım, birbirine sürekli hak veren iki kadın öğle yemeğinde. Arka masaya kulak kabarttım biraz... Biraz karşıdaki mağazaların neler sattığına baktım. Bunlar bir kaç dakika sonra bitti. Sonra, bugün her yalnız kalan insanın yaptığını yapıp, elimi çantamın içine sokup, telefonuma uzandım. O da ne? Telefonumun şarjı yok. Yanımda şarj yok. Hmm olabilir. Kitap ve dergi aradım çantamda, yok. Çok yürüyeceğim için hafif bir çanta yapmıştım. Menüyü de, daha detaylı okuyamazdım çünkü garson kız alıp gitmişti. Durdum ben de. Sağa sola baktım, şapkaya ve yanda sürekli birbirine hak veren kadınlara baktım. Sonra niye bir şey yazıp çizmiyorum diye düşünüp, kağıt kalem istedim. (Peki dendi ama hiç gelmedi.)
İşte hamburgerim gelene kadarki, o sanki bin yıllık bekleyişim böyle başladı.
Şunu farkettim: Daha önce hiç böyle boş durmamışım. Öyle durup sokağa bakmamışım. Böyle bir durumda kalmadığım için, bu yeni durum beni korkunç rahatsız etti. Meditasyon falan yapsam, belki bu fikre biraz alışkın olurdum. Belki o zaman iç denizlerim bir anda bu kadar dalgalanmaz, sakin dururdu.
Ama yok, elinden meşgalesi alınmış insandım ve kendimi hayatın gelip geçişine bakarak meşgul edemiyordum.
Halbuki tek yapmam gereken buydu: Hayatın geçişine kısa bir bakış. Nasılsa boşluk hemen dolucaktı. Hamburger gelicekti en azından. Ve aslında hiç de uzun olamayan bu bekleyişi durup bakmak yerine, aramakla geçirdim.
Derken bu hallerimi farkeden bir kuş masanın yanına kondu. Sanki: tamam anladım derdini, oyalanmak istiyorsun, al benimle oyalan dedi. Hayatımı kurtardı o kuş. Masadaki nerdeyse tüm ekmeği ona attım yavaş yavaş. Hemen gitmesin diye, çok yavaş. Ve her seferinde, biraz daha bana yakına. Korku yoktu kuşta. Tam ayağımın dibine kadar geldi. Beni, kendimle ve hayatla başbaşa kalmaktan kurtardı.
Sonra da hamburgerim geldi zaten.
Paylaş