Nil Karaibrahimgil

Bir psikopatın beyninden haberler

9 Nisan 2012
Geçen gün Adana’da 6 yaşındaki Aliş, karakola gelmiş.

Bedeninde sigara yanıkları, yara berelerle. Belli ki işkence görmüş. Ağlıyor. Eğer biz o sırada o karakolda polis olsaydık, Aliş’i görünce canımız yanacaktı. O ağladıkça, biz de ağlayacaktık. Sigara yanıklarını görünce, bir kolumuz bir sırtımız sızlayacaktı. İçimizde öfke, acıma, kalbimizde hızlanma, avucumuzda ter olacaktı. Biz istemesek de olacaktı bütün bunlar. Çünkü insanın, başkalarındaki duyguları kendine de yaşatan ‘ayna nöronları’ var.

Biz ayna nöronlarımız sayesinde, birimiz gülünce güler, esneyince esner, ağlayınca ağlarız. Hatta beyin taramaları göstermiş ki, gözümüzün önünde birisinin sağ koluna odun düşse, bizim de sağ kolumuz aynı acıyı duyuyor. Eğer odunun düşmek üzere olduğunu görürsek, kolumuzu gayri ihtiyari geri çekiyoruz. Bu kadar aynalıyoruz birbirimizi. Bu bizim birbirimize empati geliştirmemizi sağlıyor. İnsanlık, “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” diyemeseydi bugünlere gelmezdi. Evrimde birbirini yer, yok olur giderdi. Öyle olmadı, gruplar oldu, aileler oldu, topluluklar oldu. Birbirlerine yemek veren, soğukta mağarasına alan, çocuğuna bakan atalarımız sayesinde bugündeyiz. Biz birbirimizi aynalamadan var olamazdık. Peki diyeceksiniz, madem öyle, neden Türkiye’de her gün kadın cinayetleri işlenir, neden Aliş acılar içinde karakollara gelir?

Cevap şu: Bazı insanlar, başkalarının duyguları karşısında bir buzdolabı kadar soğuk olabiliyor. Bu insanların beyin taramalarına bakıldığında, karşısındakinin acısını, sevincini kopyalamadığı görülüyor. İşte katiller, caniler, Aliş’te sigara söndürenler bu sınıfa giriyor. Bu insanlar, karşısındakine verdikleri acıyı duyamıyorlar. Duymadıkları için devam edebiliyorlar. Ne elleri titriyor, ne kalpleri hızlanıyor ne de gözleri yaşarıyor onların, acıları dağıtırken. Hatta bir araştırma göstermiş ki, kadını döven çoğu erkek, saldırganlaştıkça kan basıncı ve nabzı düşüyor. Bilim bu insanlara bir isim de koymuş: Psikopat.

Peki psikopatlara ne yapmalı? Biz psikopat olmadığımız için, onlara onların yaptığı gibi acı veremeyiz. Ayna nöronlarımız, onlar gibi zalim olmamızı engeller. Peki onlar, bir gün kendilerini bilimin ışığına tutup, “Bakın benim beynimde acı kopyalanmıyor napayım, kendimi böyle savunuyorum” derler mi? Derlerse onlara ne denir? Cezaları ne olur? Dövdükçe kalp atışları düşüp sakinleşen bir adam, fişi çekilmiş bir ruha sahip olmaktan dolayı mağdur sayılır mı?

Aslında en üzücüsü psikopatın ta kendisi olmak. 6 yaşında bir çocuğun bedeninde sigara söndürebiliyorsan, şu an ağaçların karnını tekmeleyen bahar çiçeklerinden, birisi gülünce gülmenin freni olmayan lunaparkından, “Ben senim sen de bensin”lerden hiç haberin yok demektir.

Fişi çekilmiş bir buzdolabı gibiysen, sende hayatın tazeliği barınmaz. Hurdalıktır senin vatanın. Başka psikopatların yanıdır senin adaletin.

Yazının Devamını Oku

Nil baharı

26 Mart 2012
Bahar geldiyse eğer, yavaş yavaş aklıma olur olmaz şeyler getireceğim.

Kurduğunuz cümleleri bana birkaç kere tekrar etmeniz gerekecek, zira aklım havada gezeceğim. Nerede olduğumun ve nereye gittiğimin bir önemi olmayacak. Mona Hatoum’un üzerinde “Hâlâ buradasın” yazan aynası bana yetecek. “Hâlâ burada” olmaktan daha mühim bir şey olmayacak. Karnımda kozada bekleyen kelebekler nihayet kanat çırpmaya ve beni gıdıklamaya çalışacak. Aslına bakarsanız sürekli bir şey beni gıdıklıyormuş da dışarıya belli etmemeye çalışıyormuş gibi bir halim olucak. Şayet bahar geldiyse, buna hazır olun.

Mevsim dönüşlerinde elime kalem alıp, mevsimin nasıl da değiştiğini anlattığım bir yazı yazacağım. Nitekim bu yazı o yazı olacak. Yaz bile gelecek ama daha değil. Bahar zaten bunu demez mi? Evimize güzel haberler getiren alacalı bulacalı, parfümü, neşesi yerinde bir komşu gibi yazın dedikodusunu yapmaya başlamaz mı? En iyi kız arkadaş gibi. Bütün sırlarımı vereceğim ona, doğum günü gelmeden de hediyeler alacağım. Çiçekleri koklarken burnum tozlarına değecek. Yaptığım her şeye değecek. Ah bahar geldiyse haber verin, bunların hepsi olacak. Dediklerim çıkacak.

Hayal dünyalarının kapıları ardına kadar açılacak. Ha, herkes girebilecek mi? Girebilecek. Günlük turlar olucak. Hayallere dalıp çıkılan. Ama biz hiç çıkmıycaz o kapıdan. Hayalleri gerçek yapmak için yola çıkıcaz biz. Ne derseniz deyin siz, ne derse desinler onlar! Cevabı verir bahar... Kalbin ritmiyle başımız sağa sola sallanmaya, adımlarımız eteklerimizin altında koşturmaya başlayacak. İçimiz şaşacak dışımıza. Bak uyarıyorum.

Eğer şakalarıma daha sık gülmeye başladıysam, anlayın ki bahar geldi. Çiçekli elbiselerimin hepsi yine önüme serilecek; kavga edecekler önümde “Beni giy beni giy, geçen sene onu giydin” diyerek. Ben vicdanlı anneler gibi, hepsine sırayla şans tanıycam. Bir günde birden fazla şey giyer, ortalarda salınırsam, sorumlusu Orhan Veli’nin bahsettiği ‘güzel havalar’. Tıpkı o şiirdeki gibi mahvolup, istifa edip, eve ekmekle tuz götürmeyi unutacağım. Suçu şiirlere atacağım. Benim hiçbir konuda hiçbir suçum olmuş olmayacak.

Aşık olduğuma daha aşık, arkadaşlarıma daha arkadaş, aileme daha aile, periye daha peri olacağım. Kimse görmezken yaptığım şeylerden yapacağım habire. Soluklara boya kalemlerimden, sönüklere kızıl alevlerimden teklif edeceğim. Alan alır. Baharda işler böyledir. Sona kalan dona kalmaz. Bişey olmaaaaz.

Valla bir şey olmaz.

Yazının Devamını Oku

Yüzde yüz emin olabileceğimiz 20 şey!

19 Mart 2012
Son yüzyılın en etkili kadınlarından Oprah Winfrey’e sormuşlar: Doğruluğuna emin olduğun şeyler neler?

O da oturup, emin olduğu 20 şeyi yazmış. Liste öyle güzeldi ki, oturup kendi dilimle bir daha yazmak, unutmamak istedim.
İşte ‘eminim top 20’:

1. Ektiğin kadarını biçersin. Emeğin sana mutlaka aynı oranda geri döner.

2. Kendi hikayeni kendin yaz. Kimse senin senaryonu yazmasın.

3. Geçmişte birinin sana yaptığı bir kötülüğün, bugün hiçbir gücü yoktur. Ancak sen o gücü verirsen olur.

4. İnsanlar sana kendilerini nasıl tanıtıyorlarsa, önce öyle kabul et.

5. Endişelenmek vakit kaybıdır. Öyle yapacağına, endişelendiğin şeyle ilgili bir şey yapmaya harca o zamanını.

6. Neye inandığın, hayallerinden, isteklerinden ve beklentilerinden çok daha güçlüdür. Sonunda her zaman, inandığın şey oluyorsun.

Yazının Devamını Oku

1 dakika 16 saniyede okunan yazı

12 Mart 2012
Albümün kalp atışlarını duymaya başlayalı çok oldu. Artık tekmeliyor kaburgalarımı. Dönüp duruyor içimde. Dışarı çıkmak istiyor. Haklı. Onu gereğinden fazla zamandır taşıyorum karnımda. Her şey istediğim gibi olana dek, sabır istiyorum her bir şarkıdan teker teker. Özürler diliyorum.
“Bir de bu haline bakmak istiyorum nolur” diyorum. Geceleri uyumadan “Benim de klibim olacak mı? İlk kim çıkacak? İkinci kim gidecek?” gibi yüzlerce soru soruyorlar.
Bense onları sizinle tanıştırmanın yeni yollarını arıyorum.
Her sabah bir fikirle uyanıyorum. Akşama kalmadan çürütüyorum ya da çürütüyorlar. Akılsızlığına, deliliğine güvendiğim bir avuç insan. Onlarsız olacak olanlar olamazdı. Alın size, bilimkurgu bir geleceğe dair geçmiş cümlesi: Hayalden hep olmuş gibi bahsetmek iyidir.
Bütün bu boğuşmalar içinde savaştığım şeyi buldum: Zaman. Sayın yolcular! Hiçbirimizin hiçbir şeye sabır göstermediği bir hız treninde yolculuk etmekteyiz.
Buna ben de dahilim. Geçenlerde harikulade bir videoya, “Tamam, anladım” dediğimde 28’inci saniyesindeydi. Çoğu şarkıyı sevip sevmediğime ilk 10 saniyede karar veriyorum. İnternette neredeyse hiçbir videoyu sonuna kadar seyretmiyorum.
Allah’ım, o zaman ben size nasıl dinleteceğim şarkılarımı? Nasıl yapacağım güzel videolar? Ya benim gibi tahammül göstermezseniz? “Bütün şarkılarımı dinleteceğim bir video yapmam lazım.
Hepsiyle gurur duyuyorum ve hepsini duyurmak istiyorum” dediğimde, “İnternette kimseye üç dakikadan fazla bir şey izletemezsin” dediler. !?!?!?!!?!?? Niye şaşırıyorum ki!
Doğru. İnsanların bir Apple uygulamasını indirip indirmemeye karar verme süreleri tahmin edin neymiş? Üç saniyeymiş üç!
Bunu okuyunca New York’ta bu işe baş koymuş, yeni iPhone oyununu çıkarmaya hazırlanan kardeşime, “Bol şans, üç saniyen var” diye mesaj yolladım! Onun üç saniyesi var, benim üç dakikam yok...
Mesela bu hafta çok heyecan veren bir iş teklifi geldi. Çizgi dizi müziği. “Bir bölüm kaç dakika?” diye sordum: Beş dakika!
Beş dakika mı? “Bizim zamanımızda çizgi filmler yarım saatti” dedim hayal kırıklığıyla... “Şirinler kaç dakikaydı? Clementine kaç dakikaydı? Ya Red Kid?” diye söylendim eve dönerken.
Sonra arkadaşlarım dedi ki “O kadar da ümitsiz değil canım durum.
Roman okuyoruz, film izliyoruz, dizi izliyoruz...”
Yok ben yine de dikkatimi eskisi kadar çabuk toplayıp, bir şeyin üzerinde tutamıyorum.
Bu kesin. Ve böyle bir şey görülmüyor pencereden. Sis. Hız. Ben bir hızlı trende, hayat karşı yönden gelen hızlı trende.
Birbirimizin yanından büyük gürültüyle geçiyoruz.
Halimize bak Nihal.
(Aranızdan bazılarının adı bu olmalı.)
Hep beraber hızlı trene binmiş gider gibiyiz. Endişeleniyorum, şarkılarıma benim verdiğim vaktin binde birini ya vermezsen diye.
Yazının Devamını Oku

Her şeyin her şeyle bağlantısı üstüne

5 Mart 2012
Aramızda, kendini görünmez kurdeleler, lastikler, ağlarla ‘diğerlerine’ ve ‘diğer bütün şeyler’e bağlı hissetmeyen var mı?

Birkaç kere, yolda yürürken yanımdan ağlayarak geçen insanlar gördüm.
Ben de birkaç kez birilerinin yanından öyle geçtim. Onları ne zaman gördüysem, içimde hıçkırıkları yankılandı. Durdurup sormak, ya da susup sarılmak, omuz olmak, “Merak etme, geçecek” diyen olmak istedim.
Ama modern zamanlarda bunu yapamazsın. Tanımadıklarından şeker almaz ve onlara şeker uzatmazsın.
Ben de hiç peşlerinden gitmedim. Ama hapşırdığını duyduğum herkese içimden “Çok yaşa” dedim.
Benden çook uzaklarda iki uçak, iki gökdelene çarptığında, okyanusun en dibindeki balık ve ben aynı ürpertiyle yanımızdakine baktık.
Şahit olmadığımız ama haberdar olduğumuz bin bir acı, gözlerimizi kapamak istesek, yok saymak istesek de bazen, bize dokunmayan yılanın bin yıl yaşamadığını hatırlattı bize.
Şimdi bilim de ispatladı ki,

BİZE DOKUNMAYAN YILAN YOK!

Yazının Devamını Oku

Terk edilenlerden misin seçilenlerden mi?

27 Şubat 2012
Beyin tuhaf bir alet. Biz rüyadayken bile yanıp sönen bir şey. Bizi yöneten yüksek makam. Fakat yetkili kim bilinmiyor. “Pardon bu düşündüğümün sorumlusu kim acaba?” diye telefon ettiğinde, karşında kimseyi bulamazsın. Daha doğrusu hat tekrar sana geri dönüyor. Sen oluyorsun işte düşünen! Yok, içinden çıkılmaz bir ilişki. Şimdi bir de sinir bilimciler, “Beyin bizden saliseler önce zaten ne yapacağımızı biliyor” demeye başladı. Kafatasının içinde yılbaşı ağacı gibi yanıp sönen bir nevi lamba bu. Aklına bir şey gelenlere karikatürlerde koyulan, yanan ampul isabetli olmuş. Şimdi bu satırları okuyan kendine tepeden bak, sonra sen küçücük olana kadar yukarı çık. Çıktın mı? Tamam şimdi, gece yap burayı. Sakın bir maymun düşünme. (Düşündün bile:) Şimdi etraftaki mahallelerin, evlerin, ana caddelerin ışıklarını yakıp söndür. Kimi uzun, kimi kısa patikalar aydınlansın, sönsün. Bir anda, kuzey doğundaki evlerin ışıkları cayır cayır yansın. Sönsün. İşte düşünce böyle bir şey. Demin maymunu düşündüğünde mesela, beyninde buna benzer ışık yolları oluştu.
Herkesin düşünme şekilleri var. Hiç düşünmediği şeyler var. Tıpkı hiç yürümeyeceğimiz mahalleler, hiç gitmeyeceğimiz yerler olacağı gibi. Şimdilerde beynin terbiye edilmesinden bahsediyorlar. ‘Brain plasticity’ diyorlar buna. (Diyorlar yazınca beynindeki öfke lambalarını yakanlara bir küçük mola). Kendine düşünme biçimi öğretebiliyorsun. Taşındığını düşün, başka yere gidiyorsun, mahallen ve dolayısıyla gördüğün ışıklı yollar değişiyor. Bu kendini çıkmazda sananlara büyük müjde değil de nedir? “Bir de şuradan bak, bir de böyle düşün, işin bir de bu tarafı var” dediğimiz alternatif yollar bunlar işte. Biz fare değiliz, labirentin sonunda peynir yerine neyin konduğunu gayet iyi biliyoruz. Labirentin kendisinin yaşamaya değer hale gelmesi için çalışması gereken şaşkın memelileriz. Bunu kabul edelim.
Yaşadığımız her an binbir şeyden korkacak olmamız, hayatı çekilmez yapmamalı. Düşüncelerimizde korkuları büyütüp küçültebiliyorsak, ki yapabildiğini biliyorsun, bu müthiş gücümüzü niye kullanmayalım ki? Şöyle düşün: Bir arkadaşına gitmek istiyorsun. O arkadaş senin başarmak istediğin herhangi bir şey olsun. A yolundan gitmeye kalkıyorsun, karşına dev bir tavşan çıkıyor. Böyle kırmızı gözlü dev bir tavşan. (Şu an çay içiyorum, kafam böyle çalışıyor benim napim hahha!) Bu tavşandan korkundan, amacına hiç gidemiyorsun. Sonra bir keşfediyorsun ki, bir de B yolu var. Orada da tavşan var, ama küçücük. Minnacık bir tavşancık. Korkun yine var, ama amacına ulaşmana engel olamayacak kadar küçülttün onu. Büyüyen küçülen tavşanlar diyarı burası.
Geçenlerde bir cümle okudum. Diyor ki: Kaderimiz, kendimize ne hikaye yazdığımızdır. Bir romanda gibiyiz. Kendimizi bir roman kahramanı gibi tanımlıyoruz. En başta kendimize. Sıfatlar sıralanıyor. Güzelim, çirkinim, akıllıyım, aptalım, iyiyim, kötüyüm, zavallıyım, başarılıyım, kaybetmiş biriyim, seviliyorum, kimse beni sevmez, yalnızım, yalnız değilim. Yüzlerce sıfat. Sonra başımıza gelenleri, kendimize ve etrafımıza anlatışımız var. Hikaye anlatıcıları olan şaşkın memelileriz. Başıma şu yaşımda şu geldi, ondan sonra böyle oldum, bana şöyle dedi, sonra bu oldu. Gibi. Sürekli yazma halindeyiz. Ve ne yazdığımız, ne düşündüğümüz, işte hepsi o ışıklı yolları besliyor. Zaman içinde öyle sık kullanıyoruz ki bazı yolları. O yollar avucumuzun içindeki çizgiler gibi derinleşip kader oluyor. Akarsu yolu gibi derinleşip, coğrafyamız oluyor. O yüzden kendimize anlattığımız hikayeye dikkat edelim.
Komşunun çocuğu bir gün Steve Jobs’a der ki: “Biliyor musun, sen evlatlıksın! Annenle baban, gerçek annenle baban değil! Onlar seni terk etti! Sen terk edilmiş birisin.” Steve gözyaşları içinde, onu sevgiyle büyütmüş olan ailesine koşar ve sorar: “Bu doğru mu?” Onlar da derler ki, “Sen terk edilmiş olan değilsin. Sen seçilmiş olansın! Seni biz, onlarca çocuğun arasından seçtik.”
Steve biraz önce hikayesine yazdığı, “Ben ailem tarafından terk edilmiştim”i siler ve yerine “Ben ailem tarafından seçilmiştim”i yazar. Ve kendine kendini, şu sıfatla tanımlamayı uygun görür: Seçilmiş olanım.
Hikayelere dönüp bir bakmanın zamanı geldi. Sonuçta her şeyi baştan yazan şaşkın memelileriz.
Yazının Devamını Oku

Tekerlekli sandalyeye özgürlük!

20 Şubat 2012
Soğuk bir Londra sabahı annemle koşar adım David Hockney’nin Royal Academy of Arts’daki sergisine doğru gidiyoruz.

Biletimiz yok. Bir bakıyoruz upuzun bir sıra. Görevliye soruyorum: “Sizce ne kadar zamanda içeri girebiliriz?” “Bir buçuk saat” diyor. David Hockney’yi göremeden gidemem. Anneme göstermeden de edemem. (Siz de internete girip, ‘hockney bigger picture’ yazıp, onun olağanüstü tabiat resimlerini görmeden pazartesiyi salı yapmayın.) O halde, bir buçuk saat buradayız. Önümüzdeki kısa boylu, kızıl saçlı, sırt çantalı tatlı kadın, kitabını açtı okuyor. Akıllı tabii. Sırayı tahmin edip, bir buçuk saat havalara bakacağına, düşüncelerinin çukurlarına düşüp çıkacağına, bir hikayede geziniyor. Ah keşke kitap olsaydı...
Sohbet ederek, üşüyerek, kahve alıp gelerek geçen bir saatin sonunda, kapıya bayağı yaklaşmıştık. Derken, bir taksi durdu yanımızda.
Taksinin şoförü indi. Arabasının kapısını açtı ve elinde taşıdığı küçük metal bir şeyi dayadı yere. O ne diye bakarken, onun tekerlekli bir şeyi indirmeye yarayan bir küçük yokuş olduğunu gördük. Arabadan, düğmelere basarak rahatça kullandığı tekerlekli sandalyesiyle 40 yaşlarında güzel bir kadın indi. Taksi küçük yokuşunu aldı, kapıyı kapadı ve gitti. Kadın, müzenin kendisi gibi engelliler için yapılmış olan girişinden kolayca içeri süzüldü. Bileti vardı onun.
Ve görünüşe bakılırsa, tek başına müzeye gelmesine de bir engel yoktu.
O kadar etkilendik ki, fotoğrafını çekmek istedim bu anın.
Ama yapmadım.
Sadece anneme dönüp “Anne gördün mü bak, bizde olsa bırak arabasıyla taksiye binmeyi, (şimdi anlıyordum Londra’da niye taksilerin küçük bir oda şeklinde olduğunu) müzeye gitmeyi, tek başına kaldırımlarda bile gezemez” dedim.

Yazının Devamını Oku

Korkuyu def et

6 Şubat 2012
Alex, biliyo musun eğer bir gün dövme yaptıracak olsaydım, bir kız var onunkinden yaptırırdım... Kız dövmeyi orta parmağının kenarına yaptırmış. Bak tam buraya.
- ...
- İşte tam buraya ne yazmış biliyo musun? ‘F..K FEAR’ yazmış! (Korkuyu def et olsun hadi çevirisi) Süper değil mi?
Anladın di mi espriyi, kız orta parmağını kaldırıyor yani korkuya. Hemen bir kalem alıp yazdım ben de parmağıma. Ama silindi tabii. Neyse yine yazarım.
- Hadiii board’unun burnunu aşağı doğru çevir ne bekliyorsun?!
- Burası çok dik, şuraya kadar frenle gideyim, orada kaymaya başlarım?
- Olmaz! Burası dik değil! Daha önce kaydığımız yerlerden daha az dik üstelik! Hadi Nil, hepsi kafanda! Fiziksel olarak bu kadar rahat yaptığın bir şeyi niye düşüncenle, korkularınla bozuyorsun?
- Bugün hava -30 amma soğuk burnum donuyo, pistlerde de buzlanma vardır değil mi?
- Yoo, pistler iyi, bir şey yok, hadi board’unun burnunu çevir artık aşağı...
- Daha önce hiç bu kadar dik olmamıştı ama hatırlamıyorum.
- Nil hadi, Allah aşkına!

Mecburen board’umun burnunu yokuştan aşağı çevirdim. Çevirmemle hızlıca yokuş aşağı gitmem bir oldu.
Alex 24 yaşında, şakası yok ve benimle ilgili tek bildiği şey, ismim.
Başka bir şey bilse de, tavrının değişeceğini sanmıyorum. Beni bir hafta içinde, s’ler çize çize aşağı inen bir snowboard’cu yapmadan yakamdan düşmiycek.
Her gece, ama her gece, düşüp kalkmaktan, karlarda taklalar atarak sürüklenmekten bezgin düşmüş bir halde, kendi kendime diyorum ki: ‘Bir yerini kırmadan bırak bu işi! Git gitarını çal, beste yap, söz yaz. Kitap oku.
Bildiğin şeyleri yap.’ Sonra her sabah içimde şu sesle uyanıyorum:
‘Sakın bırakma! Giyin kuşan çık o tepeye! O tepenin ucuna gelip, rüzgara karşı dur ve sal kendini aşağı. Bunu yapmazsan kendini berbat hissedeceksin. Çünkü o dağ seni bekliyor olucak ve sen buluşma yerine gelmemiş olucaksın. Kahkahalar atıcak. O kahkahalar başka dağlara çarpa çarpa kulağına gelicek. Korku kazanıcak.’

Snowboard öğrenmek önemli değil. Konu o değil. Ben ayağıma bir daha hiç board takmayabilirim. Ama şu an bırakırsam yenilirim. Bırakan olurum. Vaz geçen olurum. Yenilen olurum. Yolun yarısına kadar giden olurum. Kendimi kötü hissetmemek için bahanelerle flört ederim ama sonra berbat hissederim. Çünkü başkasını inandırsam da kendimi hiçbirine inandıramam. Gerekirse bütün kemiklerim kırılacak. Ben bunu öğrenicem. Bir daha hiç yapmasam da, ömür boyu yapsam da öğrenicem. Madem ki ayaklarımı bağladım buna gideceğim o halde. Götürdüğü yere kadar hem de.
Tıpkı üç yaşında çocukların rahatça yaptığı gibi. Kollarımı açıp bırakacağım kendimi, dağın o koca göğsünde oyun oynayan yavrusu olacağım ben de.
‘Çocuklarda korku yok’ dedi Alex. ‘Tam tersi hızla aşağı inip düşmek ya da birbirlerine çarpmak için kayıyorlar. Onların da içine korku koyamıyorsun!’
Kim ya da ne siliyor acaba o minnacık orta parmakların kenarındaki görünmez ‘fuck fear’ yazısını?
Yazının Devamını Oku