Bedeninde sigara yanıkları, yara berelerle. Belli ki işkence görmüş. Ağlıyor. Eğer biz o sırada o karakolda polis olsaydık, Aliş’i görünce canımız yanacaktı. O ağladıkça, biz de ağlayacaktık. Sigara yanıklarını görünce, bir kolumuz bir sırtımız sızlayacaktı. İçimizde öfke, acıma, kalbimizde hızlanma, avucumuzda ter olacaktı. Biz istemesek de olacaktı bütün bunlar. Çünkü insanın, başkalarındaki duyguları kendine de yaşatan ‘ayna nöronları’ var.
Biz ayna nöronlarımız sayesinde, birimiz gülünce güler, esneyince esner, ağlayınca ağlarız. Hatta beyin taramaları göstermiş ki, gözümüzün önünde birisinin sağ koluna odun düşse, bizim de sağ kolumuz aynı acıyı duyuyor. Eğer odunun düşmek üzere olduğunu görürsek, kolumuzu gayri ihtiyari geri çekiyoruz. Bu kadar aynalıyoruz birbirimizi. Bu bizim birbirimize empati geliştirmemizi sağlıyor. İnsanlık, “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” diyemeseydi bugünlere gelmezdi. Evrimde birbirini yer, yok olur giderdi. Öyle olmadı, gruplar oldu, aileler oldu, topluluklar oldu. Birbirlerine yemek veren, soğukta mağarasına alan, çocuğuna bakan atalarımız sayesinde bugündeyiz. Biz birbirimizi aynalamadan var olamazdık. Peki diyeceksiniz, madem öyle, neden Türkiye’de her gün kadın cinayetleri işlenir, neden Aliş acılar içinde karakollara gelir?
Cevap şu: Bazı insanlar, başkalarının duyguları karşısında bir buzdolabı kadar soğuk olabiliyor. Bu insanların beyin taramalarına bakıldığında, karşısındakinin acısını, sevincini kopyalamadığı görülüyor. İşte katiller, caniler, Aliş’te sigara söndürenler bu sınıfa giriyor. Bu insanlar, karşısındakine verdikleri acıyı duyamıyorlar. Duymadıkları için devam edebiliyorlar. Ne elleri titriyor, ne kalpleri hızlanıyor ne de gözleri yaşarıyor onların, acıları dağıtırken. Hatta bir araştırma göstermiş ki, kadını döven çoğu erkek, saldırganlaştıkça kan basıncı ve nabzı düşüyor. Bilim bu insanlara bir isim de koymuş: Psikopat.
Peki psikopatlara ne yapmalı? Biz psikopat olmadığımız için, onlara onların yaptığı gibi acı veremeyiz. Ayna nöronlarımız, onlar gibi zalim olmamızı engeller. Peki onlar, bir gün kendilerini bilimin ışığına tutup, “Bakın benim beynimde acı kopyalanmıyor napayım, kendimi böyle savunuyorum” derler mi? Derlerse onlara ne denir? Cezaları ne olur? Dövdükçe kalp atışları düşüp sakinleşen bir adam, fişi çekilmiş bir ruha sahip olmaktan dolayı mağdur sayılır mı?
Aslında en üzücüsü psikopatın ta kendisi olmak. 6 yaşında bir çocuğun bedeninde sigara söndürebiliyorsan, şu an ağaçların karnını tekmeleyen bahar çiçeklerinden, birisi gülünce gülmenin freni olmayan lunaparkından, “Ben senim sen de bensin”lerden hiç haberin yok demektir.
Fişi çekilmiş bir buzdolabı gibiysen, sende hayatın tazeliği barınmaz. Hurdalıktır senin vatanın. Başka psikopatların yanıdır senin adaletin.
Kurduğunuz cümleleri bana birkaç kere tekrar etmeniz gerekecek, zira aklım havada gezeceğim. Nerede olduğumun ve nereye gittiğimin bir önemi olmayacak. Mona Hatoum’un üzerinde “Hâlâ buradasın” yazan aynası bana yetecek. “Hâlâ burada” olmaktan daha mühim bir şey olmayacak. Karnımda kozada bekleyen kelebekler nihayet kanat çırpmaya ve beni gıdıklamaya çalışacak. Aslına bakarsanız sürekli bir şey beni gıdıklıyormuş da dışarıya belli etmemeye çalışıyormuş gibi bir halim olucak. Şayet bahar geldiyse, buna hazır olun.
Mevsim dönüşlerinde elime kalem alıp, mevsimin nasıl da değiştiğini anlattığım bir yazı yazacağım. Nitekim bu yazı o yazı olacak. Yaz bile gelecek ama daha değil. Bahar zaten bunu demez mi? Evimize güzel haberler getiren alacalı bulacalı, parfümü, neşesi yerinde bir komşu gibi yazın dedikodusunu yapmaya başlamaz mı? En iyi kız arkadaş gibi. Bütün sırlarımı vereceğim ona, doğum günü gelmeden de hediyeler alacağım. Çiçekleri koklarken burnum tozlarına değecek. Yaptığım her şeye değecek. Ah bahar geldiyse haber verin, bunların hepsi olacak. Dediklerim çıkacak.
Hayal dünyalarının kapıları ardına kadar açılacak. Ha, herkes girebilecek mi? Girebilecek. Günlük turlar olucak. Hayallere dalıp çıkılan. Ama biz hiç çıkmıycaz o kapıdan. Hayalleri gerçek yapmak için yola çıkıcaz biz. Ne derseniz deyin siz, ne derse desinler onlar! Cevabı verir bahar... Kalbin ritmiyle başımız sağa sola sallanmaya, adımlarımız eteklerimizin altında koşturmaya başlayacak. İçimiz şaşacak dışımıza. Bak uyarıyorum.
Eğer şakalarıma daha sık gülmeye başladıysam, anlayın ki bahar geldi. Çiçekli elbiselerimin hepsi yine önüme serilecek; kavga edecekler önümde “Beni giy beni giy, geçen sene onu giydin” diyerek. Ben vicdanlı anneler gibi, hepsine sırayla şans tanıycam. Bir günde birden fazla şey giyer, ortalarda salınırsam, sorumlusu Orhan Veli’nin bahsettiği ‘güzel havalar’. Tıpkı o şiirdeki gibi mahvolup, istifa edip, eve ekmekle tuz götürmeyi unutacağım. Suçu şiirlere atacağım. Benim hiçbir konuda hiçbir suçum olmuş olmayacak.
Aşık olduğuma daha aşık, arkadaşlarıma daha arkadaş, aileme daha aile, periye daha peri olacağım. Kimse görmezken yaptığım şeylerden yapacağım habire. Soluklara boya kalemlerimden, sönüklere kızıl alevlerimden teklif edeceğim. Alan alır. Baharda işler böyledir. Sona kalan dona kalmaz. Bişey olmaaaaz.
Valla bir şey olmaz.
O da oturup, emin olduğu 20 şeyi yazmış. Liste öyle güzeldi ki, oturup kendi dilimle bir daha yazmak, unutmamak istedim.
İşte ‘eminim top 20’:
1. Ektiğin kadarını biçersin. Emeğin sana mutlaka aynı oranda geri döner.
2. Kendi hikayeni kendin yaz. Kimse senin senaryonu yazmasın.
3. Geçmişte birinin sana yaptığı bir kötülüğün, bugün hiçbir gücü yoktur. Ancak sen o gücü verirsen olur.
4. İnsanlar sana kendilerini nasıl tanıtıyorlarsa, önce öyle kabul et.
5. Endişelenmek vakit kaybıdır. Öyle yapacağına, endişelendiğin şeyle ilgili bir şey yapmaya harca o zamanını.
6. Neye inandığın, hayallerinden, isteklerinden ve beklentilerinden çok daha güçlüdür. Sonunda her zaman, inandığın şey oluyorsun.
Birkaç kere, yolda yürürken yanımdan ağlayarak geçen insanlar gördüm.
Ben de birkaç kez birilerinin yanından öyle geçtim. Onları ne zaman gördüysem, içimde hıçkırıkları yankılandı. Durdurup sormak, ya da susup sarılmak, omuz olmak, “Merak etme, geçecek” diyen olmak istedim.
Ama modern zamanlarda bunu yapamazsın. Tanımadıklarından şeker almaz ve onlara şeker uzatmazsın.
Ben de hiç peşlerinden gitmedim. Ama hapşırdığını duyduğum herkese içimden “Çok yaşa” dedim.
Benden çook uzaklarda iki uçak, iki gökdelene çarptığında, okyanusun en dibindeki balık ve ben aynı ürpertiyle yanımızdakine baktık.
Şahit olmadığımız ama haberdar olduğumuz bin bir acı, gözlerimizi kapamak istesek, yok saymak istesek de bazen, bize dokunmayan yılanın bin yıl yaşamadığını hatırlattı bize.
Şimdi bilim de ispatladı ki,
BİZE DOKUNMAYAN YILAN YOK!
Biletimiz yok. Bir bakıyoruz upuzun bir sıra. Görevliye soruyorum: “Sizce ne kadar zamanda içeri girebiliriz?” “Bir buçuk saat” diyor. David Hockney’yi göremeden gidemem. Anneme göstermeden de edemem. (Siz de internete girip, ‘hockney bigger picture’ yazıp, onun olağanüstü tabiat resimlerini görmeden pazartesiyi salı yapmayın.) O halde, bir buçuk saat buradayız. Önümüzdeki kısa boylu, kızıl saçlı, sırt çantalı tatlı kadın, kitabını açtı okuyor. Akıllı tabii. Sırayı tahmin edip, bir buçuk saat havalara bakacağına, düşüncelerinin çukurlarına düşüp çıkacağına, bir hikayede geziniyor. Ah keşke kitap olsaydı...
Sohbet ederek, üşüyerek, kahve alıp gelerek geçen bir saatin sonunda, kapıya bayağı yaklaşmıştık. Derken, bir taksi durdu yanımızda.
Taksinin şoförü indi. Arabasının kapısını açtı ve elinde taşıdığı küçük metal bir şeyi dayadı yere. O ne diye bakarken, onun tekerlekli bir şeyi indirmeye yarayan bir küçük yokuş olduğunu gördük. Arabadan, düğmelere basarak rahatça kullandığı tekerlekli sandalyesiyle 40 yaşlarında güzel bir kadın indi. Taksi küçük yokuşunu aldı, kapıyı kapadı ve gitti. Kadın, müzenin kendisi gibi engelliler için yapılmış olan girişinden kolayca içeri süzüldü. Bileti vardı onun.
Ve görünüşe bakılırsa, tek başına müzeye gelmesine de bir engel yoktu.
O kadar etkilendik ki, fotoğrafını çekmek istedim bu anın.
Ama yapmadım.
Sadece anneme dönüp “Anne gördün mü bak, bizde olsa bırak arabasıyla taksiye binmeyi, (şimdi anlıyordum Londra’da niye taksilerin küçük bir oda şeklinde olduğunu) müzeye gitmeyi, tek başına kaldırımlarda bile gezemez” dedim.