Nil Karaibrahimgil

Kadından en çok korkan Türk erkekleri miymiş?

5 Aralık 2011
Son zamanlarda ‘kadına şiddetteki artışta, eline su dökülemez bir millet olduğumuz kesin. Bu ister kadınların seslerini eskiye oranla daha fazla duyurabilmelerinden kaynaklı olsun, ister olmasın, utançlar veren, iç ezen, üzen ve düşündüren bir şey.
Seviniyorum ki, bu haykırışlar sonrası güzel gelişmeler oldu, cezalar ağırlaşacak.
İnsanlık suçu kapsamına girecek, çünkü insanlık suçu.
Hayatımda ilk defa, aslında bunun şiddet gösterenin gücünden değil de, aczinden kaynaklanma ihtimalini düşündüm.
Korkan bir şey saldırıya geçmiyor mu? Demek bu erkekler, kadınlarından korkuyorlar.
Onların karşısında ruhen o kadar güçsüz hissediyorlar ki, fiziksel şiddete sapıyorlar.
Yanlış anlamayın, onlara bahane bulmaya çalışmıyorum. Anlamaya çalışıyorum.
Kadın ruhen güçlü, erkek fiziken.
Aslında bu erkek bir hayaletle mi savaşıyor?
Bir kadının sadece fısıldayarak, dağları devirme gücü olduğunu biliyoruz.
Geçenlerde, bir iş toplantısında, bir erkeğin kulağına bir cümlecik fısıldayan bir kadın, o erkeğin bağırıp çağırmasına maruz kalmış.
Olayı anlatan arkadaşım diyor ki; “Dışarıdan bakınca durduk yere bağırmaya başlayıp şiddet yayan erkekti, fakat asıl şiddet, o fısıldanan cümledeydi.”
Hepimiz biliyoruz ki, şiddet sadece vurup kırarak olmuyor.
Ülkemizi bu aralar ziyaret edip, bir tür ailesel psiko-drama çalışmaları yapan bir uzman (diyelim), dün bir yemekte, bütün bu düşünceleri duymuş gibi, “Türk erkekleri kadar kadından korkan başka bir ülke görmedim!” dedi.
“Nasıl anladınız?” deyince, “Workshop’lardaki erkek katılımının azlığından ve anlatılan hikayelerden” dedi. Bir kere, Türk erkeği, ortada bir sorun olduğunu asla kabul etmiyor bence de. Kendisinin bir sorunu yok.
Bir hastalığı, zaafı, çözemediği bir düğümü yok. Onlar ağlayamayacak, mızmızlanamayacak, üşüyemeyecek ve asla yardıma ihtiyacı olmayacak olan. Ne zor halleri. “Sebep anneleri!” dedi uzman.
“Annelerinden şiddet görüyorlar” dedi. “Annelerinin öfkesini alıyorlar.” Peki anneleri niye öfkeli, babalarından dolayı mı?
Hiç de bile, bir anne asla oğluna kötü davranmaz, olsa olsa şiddetle sevebilir. Şiddetle sevmekte bir sakınca mı var? Gibi yüzlerce sorabilirdim ama sustum. Çünkü bunların hepsini düşünmeye, tartışmaya değer buluyorum.
Sorularım bitmiyor. Türk annelerinin oğulları şehzadeler gibi büyümez mi?
Onların ilk kul köleleri, biricik, güzeller güzeli anneleri değil midir?
Peki kaydıraktan kayınca bile, aferin benim paşa oğluma ne güzel de kaydı dediğimiz bu erkekler, gün gelince niye kadına el kaldırırlar?
Madem biz onlara aş veririz, aşk veririz, annelerini bile geri veririz, neyimizden korkarlar da kaldırırlar ellerini ürkekçe?
Düşünelim beraberce.
Yazının Devamını Oku

Kendi kendime jingle röportajı

28 Kasım 2011
Nereden çıktı jingle yapma işi?

- Ortaokulda tenefüslerde başladı ilk. Her olaya şarkı yazabildiğimi fark ettim. Kimya dersine, birinin doğum gününe şuna buna taşlamalar yazardım. Bir nevi aşık gibi. Biri hakkında bir yazı yazmak kötü olabilir ama hakkınızda şarkı yazılırsa yanarsınız, virüs gibi yapışır.
Kendime de 25 yaş günümde. “İyi ki doğdun gördün mü 25 oldun” diye başlıyordu. (Sonradan sadece o satırı kaldı, gerisi “çocuk da yaparım kariyer de” oldu.)
Galatasaray’da bir restoranda arkadaşlarımı toplayıp, gitarla çalarak kendime hediye etmiştim.
Herkese dinletmeden de, onlarla mutluydum. Üniversitede sınava hazırlanmak için toplandığımızda, o gün yazdığım bir şarkıyı çalardım, kafamız dağılırdı.
Şarkı yazmak, benim asıl konuşma biçimim oldu. Gerçek “ağzımı açıp, gözümü yumma”mı gitarımla yapabiliyorum. 
TEK TAŞIMI JINGLE YAZARAK ALDIM
 Jingle yazma işi demiştim...

Yazının Devamını Oku

Şarkılara övgü

14 Kasım 2011
Radyoda yıllar sonra o şarkı çaldı. Hem de hiç beklemediğim bir anda. Sao Paolo’da bir takside, havaalanına yetişmeye çalışıyordum.

Taksi şoförü pencereyi açmayın diye tembihlemişti ama bu şarkı çalarken, kapalı bir yerde durmam olanaksızdı.
Gnarls Barkley uysal bir deli gibi bağırıyordu: Does that make me crazy? (Bu beni deli mi yapar?) Gecenin yarısıydı, trafik vardı, yağmur vardı. Rüzgar saçlarımı uçururken bu şarkının çaldığı bir dünya, evet beni deli yapardı.
Her şey deliceydi zaten. Sen deliydin. Ama seni sevdiğim için ben de deli olmuş oluyorum. Bin altı yüz küsur kilometre hızla dönen bir kürenin üzerinde hızla savrulurken, kim aklını başına almaktan bahsedebilir?

* * *

Adam sonra bu yetmezmiş gibi, Etta James’den “At Last” çaldı. “Nihayet” diye seslendi geçmişten bir ses, “Nihayet aşkı buldum. Benim de gökyüzüm mavi, benim de bir şarkım var...”
Bu şarkıyı ilk kez duyuyordum ve içime biri dikiyordu sanki. Duygularım yatılı bir okuldaydı da gece gece bir mürebbiye hepsini uyandırıyor gibiydi. Sarhoş olmayı aklına getiren biri değilim ama o an, bu iki şarkı sonrası, taksiden inip en yakın bara girip bir erkek gibi kafayı çekmek, sonra da bir kadın gibi dans etmek ve ağlamak istedim.
Hayatı çok kutladığımda ağlamak istiyorum. Bütün şarkıların hikayemde denk geldikleri duraklarda tek tek inip dolaşmak istiyorum. Şarkılar olmasaydı, hiçbir şey olmazdı.

* * *

Yazının Devamını Oku

Sen hiç hoşgördün mü

7 Kasım 2011
İngilizce’deki ‘compassion’ kelimesi, içinde acıma olmayan bir merhamet duygusuna işaret ediyor gibi geliyor bana.

‘Acıma’, kibir dolu bir duygu. Birine acımak için kendini bir üst mertebeye koyman gerekir.
Kimseye de faydası olmaz, acınanı daha da acıtır.
‘Compassion’sa, sempati dolu bir empati gibi. Horgörüsüz bir hoşgörü. Dünyayı değiştirecek, barışı getirebilecek kadar güçlü bir kelime. Yazar Karen Armstrong yıllardır bu kelimeyi boşuna kafamıza kakmıyor. Ted konferansında tanışma fırsatı bulmuştum.
Kendini bu kelimeye adamıştı. Dinler hakkında onlarca kitap yazmış eski bir rahibe olan Karen, Babil’den bu yana bütün ahlak anlayışlarında, bütün kitaplarda, aynı ‘altın kural’a rastlamış: Başkalarına, onların sana davranmasını istediğin gibi davran.
Ya da: Kendine yapılmasını istemediğini, başkasına yapma.
Bu kadar basit, nokta. Bu kadar ezbere bildiğimiz bir şeyi yapamıyoruz işte. Yapsak, bugün olan bu zalimliklerin hiçbiri olmazdı.

Peki hayatımıza nasıl katacağız merhameti?

Yazının Devamını Oku

Canım Ceren...

31 Ekim 2011
Son haftalarda, nefesimizi tuttuk bekliyoruz.

Sanki hep beraber uzun ve karanlık bir tünele girmiş gibiyiz.  Yüreğimizin, bir göğüs kafesi içinde attığını hisseder olduk. Göğsümüzdeki her nefeste bir kafesin parmaklıkları var. Bir elimizde savaş, öbür elimizde deprem, bir ona bakıyoruz bir öbürüne. Yüzümüz yer yer gülse de, içimiz ağlıyor. Görüyorum. Birbirimizi tamamlamaya çalışıyoruz. Birbirimize dualar ve montlar ve battaniyeler gönderiyoruz. Cebine not koyuyoruz: “Bir gün sen düşersen, ben de seni kaldıracağım.” O kadar üşüdü ki kalbimiz, sızladı ki içimiz, çareyi birbirimize sarılmakta bulduk. Şu son hafta özellikle, ağzımızdan tek bir küfür bile çıkamadı.

Birbirimizin adını öğrendik. O binanın altından bize son kez bakan, o esmer güzel çocuğun adı, Yunus. Yerin kat kat altından ıngası duyulan, 14 haftalık bebeğin adı, Azra. Azra’nın annesinin adı, Semiha. Yunus baktı, ağladık. Azra ağladı, güldük. Öyle sarkaç gibi, acılarla mucizeler arası salınıyoruz. Bunların nasıl da ikiz olduğunu görüyoruz. Sanki büyük bir yangının içinden, arada bir gökkuşağı çıkıyor. Sen hiç böyle bir ruh halinde bulundun mu?

Bütün bunların içinden seni düşünerek firar ediyorum. Avustralya’nın Melbourne şehrindeki evinde, minik bebeğinle en fazla zehirli örümceklerden korktuğun bir cennette yaşıyorsun gibime geliyor. Belki de abartıyorum ama inan buna ihtiyacım var. Bir keresinde, hani ilk gittiğinde orayı pek sevmemiş, “Buradaki herkesin tek derdi sabah uyandıklarında rüzgarın sörf yapmaya elverişli olup olmaması” demiştin. Coğrafyaların surat asma sebepleri ne kadar başka olabiliyor değil mi?

Ben de bazen gencecik çocukların makineli tüfeklerle, mayınlarla öldürülmediği, yer sarsılınca binaların insanların tepesine yıkılıp ezmediği bir yerde yaşamayı hayal ediyorum. Seninle okyanus kıyısında yürümeyi ve ödümün patladığı tek şeyin zehirli örümcekler, köpek balıkları ve insana dokununca kalp krizine yol açan o koca denizanaları olmasını diliyorum. Yüreğim acıyacağına, güneşin altında fazla kaldığım için kıpkırmızı olan omuzlarım acısın diyorum. Fakat gel gör ki, bu benim için sadece bir hayal. Burası tamir olmadan, zehirli örümceklerden de korkamam, köpek balıklarından da.

Çünkü ben, tıpkı Nuri Bilge Ceylan gibi her zaman, bütün sevinçlerimi ‘tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme armağan ediyorum’. Çaresizlikle sıkı sıkıya tutuştuğumuz şu ellerimizi bırakmazsak, ayağa da kalkacağız, yürüyeceğiz de, koşacağız da bak şaşıracaksın!

O zaman sen buraya geri döndüğünde, İstanbul Boğazı’nda balık ekmek yiyeceğiz seninle. Tek derdimiz, üstümüze poyraz için hırka almayı unutmamız olucak. Bak göreceksin.

Yazının Devamını Oku

Korkulardan korkuluk yapmak

24 Ekim 2011
Ey benim sevgili sadık okuyucum söyle, en büyük korkun ne? Benim gibi bir şeyler yapan sanat alemcilerinin korkuları belli.

Mesela: İnsanlar bana gülecek!
Yazdığım şarkı öyle kötü, demode ve sıkıcı olucak ki, kendilerini tutamayıp gülmeye başlıycaklar. Ayy ne biçim şarkı yazdı, o kadar kötü ki kahkahalarıma hakim olamıyorum diye karınlarını tuta tuta dalga geçicekler benimle.
Geçsinler. Nasılsa hepimiz ölücez ve en son gülen hayat olucak. Hem ben naparsam yapayım gülmeyecek olan insanlar biliyorum. (Naparsam yapayım gülecek olanlar da biliyorum.) Onlardan güç alır, yeniden başlarım. Başka şey yaparım, başka şekilde yaparım. Ya da oturur ben de onlarla
kendime gülerim.

Mesela: Bu daha önce yapıldı!
Kardeşimle yıllardır hayali bir şirketimiz var. Adı: Arak Merkezi! Bulduğum melodilerin daha önce yapılmış şeylere benzeyip benzemediğini neredeyse kusursuz bulan bir merkez. Tek çalışanımız kardeşimin sihirli kulağı! Duyduğu hiçbir şeyi unutmamış bu çocuk! Hâlâ sadece ona sorarım. Bugüne kadar geçmişle pişti olmadım. En çok kendimden çalarım. Ha diyelim oldu, olmayacak şey değil der geçerim. Altında saniye ezilmem, çünkü bilsem yapmam bunu biliyorum. Bilmem anlatabildim mi?

De ki: Diyecek bir şeyim yok!

Yazının Devamını Oku

Çalıntı fikirler atlası

17 Ekim 2011
Biz bir şeye ‘çalıntı!’ demeyi çok severiz.

Bakın biz diyorum, ben de kıskanacağım kadar güzel bir şey olduğunda, kafamı Google’lıyor ve benzerini çekip çıkarıp rahatlıyorum. Bugün referansı olmayan bir şey bulmak imkansız gibi. Bu sayede fikir sahibini alaşağı edip, başarısının kredisini başkasına teslim etmek inanılmaz ferahlatır insanı.
Özellikle yapıp etmeyen takımı, bunu çok sever. ‘Oh be’ derler, ‘evet ben bir şey yapmadım bile, ama olsun o yaptı da ne oldu, yapılmışı yaptı, hiç yapmasa daha iyi.’ Bunu deyip, rahat uyurlar.

Biz özellikle, batının bizden daha iyi olduğunu, adı Michael olan birinin perdeyi bile daha iyi takabileceğini düşünürüz. Adı Muzaffer olan biriyle kıyaslandığında, müzikten teknolojiye her şeyde haklı olan, Michael’dır nokta.
Çok değil biraz daha batıda doğsaydık, direkt Avrupalı olurduk mesela ve otomatikman daha havalı olucaktık. Bir şeyleri ilk bulan olucaktık. Şimdi TV seyredip, internete bakıp, mecmua karıştırıp kopyala dur!

Değil aslında. Benim de başıma geldi. Mesela, otoparklarda görüp görüp aşık olduğum büyük şişme adamlarla, şakasına dans etmişliğim vardı. Bu hayali, ‘Duma Duma Dum’ klibimde gerçekleştirdim. Hayatımda hiç bu adamların dans ettiği bir klip görmemiştim.
Varmış meğer benzeri. Dans etmiyorlar da, arkada şişme adamlar var. Ne var? Çok normal. Tek ben mi görüyorum onları, tek ben mi hayal kuruyorum? Bir benim aklıma mı geliyor bir şeyler?

Bir keresinde, Gwen Stefani’den ‘çalmak’tan milim farkla kurtuldum. ‘Sinema’ şarkım, tak tiki tak tiki tak diye saat sesiyle başlıyor. Allah’tan ben albümü çıkardıktan bir süre sonra, Gwen Stefani tik tok tik tok diye girdi (neydi ya şarkının adı, hani Alice Harikalar Diyarında gibi klibi olan) şarkısına. Yoksa neler işitirdim kim bilir.

Bir keresinde gelecekten çalmışlığım bile var. ‘Seviyorum Sevmiyorum’u yaptık, çıktı, oh, bir kaç ay sonra Muse ‘Uprising’ şarkısını çıkardı. Harika bir şarkı. İkimiz de shuffle ritminde olduğumuzdan, bir söyleşi sırasında bana şu soru geldi: Şarkınız Muse’un şarkısına benziyor, gerçi o sizden sonra çıktı? Tabii soru soran sorusunu duyunca, saçma olduğuna kanaat getirdi de güldük.

Yazının Devamını Oku

Her daim aç ve saf biri: Steve

10 Ekim 2011
Beatles’dan sonra, Aristoteles’den sonra, Dostoyevski’den sonra, Bach’tan sonra, Gandhi’den sonra, Picasso’dan sonra, dünya daha güzel olmuştu.

Ben şanslıydım ki, hepsinden sonra doğdum. Onlarla güzelleşmiş bir dünyaya geldim.
Orhan Veli, “Gemlik’e doğru denizi göreceksin/sakın şaşırma” şiirini çoktan yazmıştı. Bir insancık, benim hesaplarıma göre, aşağı yukarı benim gibi bir şeyse eğer, onların yaptıklarını bulmuş, yapmış etmiş olamazdı.
Demek insan öyle küçümsenecek bir şey değildi. Ben de bir gün buradan giderken, geride bıraktığım bu mavi küreyi, en azından küçük bir parçasını, daha iyi bir yer olarak bırakmak isterim. Steve Jobs da bu kahramanlardandı. Apple, Macintosh’u yaptığında bilgisayar denen şeyi; iPod ve iTunes’u yaptığında müzik denen şeyi; iPhone da telefon denen şeyi geri dönülemez bir şekilde ters yüz etti.
Bize hem laptop’unu, hem iPhone’unu, hem iPad’ini elzem kıldı. Hepsinden istedik ve hepsini çocukluğumuzda yanımızdan ayırmadığımız oyuncağımız kadar sevdik.
Babam iPhone aldığında, “Düşünsene öyle bir şey yapıyorsun ki, rakiplerine seninle baş edebilmek için tek yol kalıyor: Seni taklit etmek!” demişti.

Dün Twitter’a ondan geriye kalan başka güzel bir şeyi, 2005 Stanford konuşmasını koydum. Yıllar önce dinlemiştim ama tekrar dinlediğimde, daha bir kulak kabarttım. Gözlerimi dolduran bu konuşmadan ve bize sihirli elmalar bırakan bu adamdan incileri yazmak istiyorum. Çünkü unutuyoruz. Çünkü anlamak için illa ölümle karşılaşmamız gerekiyor. Çünkü lütfen bunları artık tartışmayalım bile:

“Her şey... Bütün beklentilerin, bütün gururun, rezil olma korkun ya da kaybetme korkun, bütün bunlar ölümün yüzünü görünce dağılıp gidiyor. Sadece önemli olan geride kalıyor.

* * *

Yazının Devamını Oku