Çay getirirsen, olur. Sanki dünyaya çok kısa süreliğine bilgi toplama göreviyle indirilmiş, insan kılığında bir uzaylı gibi, gözleri hızla sayfaları, ekranları tarar. Notlar alır. Uzaklara dalar.
Sanki bir şeyi keşfetti keşfedecek / vakti yok seninle oturup kahve içecek.
Sanki çocuk. Sanki okulda. Sanki hayatı nefesiyle değil, okuyup öğrenerek içine çekecek.
En istemediği şey, başkasının dikkatinin üzerinde olması.
Yanında uzun kalacak olsanız asabiyetiyle karşılaşırsınız.
“Çekin” der “gözlerinizi üzerimden”.
Başka bir kadın. Onu da yalnız bırakın. Gitarıyla tek beden.Onu karnına koyar.
Bir gün buraya gelip, karlı sokaklarında yürüyeceğim kimin aklına gelirdi... Şarkılar, yazana yol işaretleri mi? Bunu hep düşünüyorum. Şarkıları çok düşünüyorum. Nerden gelirler, nereye giderler... Evlere girer, kulaklardan sızar insanın içinde titreşir ve neye sebep olurlar... Bir aşkı başlatıp, bitirebilirler daha ne olsun.
Woody Allen’ın iki bölümlük belgeselini yapmışlar. Woody Allen’a bayılırım. Kitabını da aldım şimdi. Çok kitabını aldım da, bu yenisi sırf röportaj. 35 senedir her sene bir film yapmış. Bir filmi bitirdiği gün, öbürünü yazmaya başlarmış daktiloda. Hayatında hiç ‘writers block’ (yazar kilitlenmesi) yaşamamış, hep anlatacağı bir hikayesi olmuş. Hep Manhattan’daki aynı apartman dairesinde, aynı daktiloyla yazmış. Hayranım böyle insanlara. Filmleri git gide gençleşti bence. Oslo’daki loş ve karlı parklarda, botlarımı basılmamış karlara saplarken bunları düşünüyorum işte. Şarkılar. Woody Allen. İnsan düşüneceği şeyi seçemiyor. Ama karda düşeceği yeri seçebiliyor. Bembeyaz pofuduk bir yer bulur, kendini bırakırsın.
Bizi otele bırakan şoför, “Buradaki en büyük dert, sokaktaki yankesiciler” dedi. “Bu derdi bize yollayın, biz de size bizimkileri yollayalım” dedim içimden. Dehlizlerinde kaybolunan bir garip ülke bizimkisi. Ne yazık ki. Aşık olduğun anda üzer, şeffaflığı hiç beceremez. Böyle biri nasıl sevilebilir?
Dedikleri doğru galiba. Yani dünya gerçekten de yuvarlak galiba. Ve eğik. Oslo’da hava 4 gibi kararmaya başlıyor, ondan önce de çok aydınlık sayılmazdı. Güneşten en uzak yerlerdeyiz. Daha da uzağa, Norveç’in kuzeyindeki Tromso adasına gidiyoruz biz aslında. Kuzey ışıklarını görmeye. Yılın bu vakitleri, kuzey kutbuna yakın yerlerde, gökyüzünde rengarenk ışıklar geziniyor. Güneşi kocaman etekli bir balerin gibi düşünün, eteklerinde ışıklar dönüyor. (Bilimsel bir açıklaması var, iyonlarla filan ilgili ama onu boşverin.) Tromso iyice kuzeyde olduğu için, orada neredeyse 24 saat gecede olucaz. Gece kahvaltı yapıp, gece yürüyüp, gece öğle yemeği yiyip, gece somon balığı avlayıp, gerçek gecede de karlara yatıp göğe bakıcaz ve o renkli ışıkları görmeyi bekliycez. Belki görücez, belki görmiycez.
Peki biz deli miyiz, yo dünya deli, biz bir arkadaşa bakıp çıkıcaz.
Yani sadece aynı kabanı giyip öyle yan yana durmuyoruz, konuşuyoruz da. Kabanlardan değil canım, hayattan şundan bundan. İşte kadınlar neler konuşursa. Bizim işler öyle konuşulacak işler değil. “Yaptım oldu, yaptım olmadı” kadar siyah beyaz. Kalbin nereye doğru atıyorsa, gözünü kapatıp kendini atacaksın. Öyle bir iş. Her gün kendime bunu söylüyorum ben de... Neyse Rebeka’nın anlattığına gelelim. Alman bir hemşirenin yazdığı kitapla ilgili.
Bu Alman hemşire, hastanede çok zor bir görevi devralmış: Ölümü kesin hastaların son bir saatlerinde yanlarında olmak. Yıllar sonra yaşadıklarını yazmış. İnsanların pişmanlıklarını belki de en saf şekilde itiraf ettikleri yerde konuşulanları anlatmış. Tahmin edin, insanların en büyük pişmanlıkları ne? “Başkasının/başkalarının hayatini yaşamış olmak!”
Çoğu insan ve bence çoğu kadın bunu kolaylıkla yapıyor her gün. Bu bir karar. “Kendimi rafa kaldırayım ve ‘onun’ ya da ‘onların’ senaryosunda rol oynayayım” diyen çok. Kendi hayatının kahramanı olmadan bu hayatı yaşamak çok sıkıcı. Yazık. Günah. Çöp şiş. Boş. Yapma. Bırak o kendi hayatını yaşasın, sen kendininkini. Yer yer yan yana düşen iki tren gibi, pencerelerden birbirinize bakın; istasyonlarda romantik buluşmalar yaşayın; hatta bazen atlayın birbirinizin gittiği yere gidin, özlem giderin ama asla onun trenine binmeyin! Nnnnnnn. Binmeyelim yani.
İkinci en büyük pişmanlık da şu: “İnsan ömrünün sadece kısa bir bölümü sağlıklı. O dönemde doya doya yaşamadım sağlığımı. Koşamadım, seyahat edemedim, atlayıp zıplamadım, yeterince dans edemedim. Kutlayamadım o ender günlerimi!”
Şimdi teenager’lara 30’lar, 30’lara 60’lar, 50’lere 70’ler yaşlı geldiğine göre herkes diyecek ki “Nesi kısaymış canım sağlığın?” Fakat ne yazık ki durum bu. Doğduğumuz andan itibaren git gide çürüyoruz ve yenilere yer açmak üzere hızla atmosfere giren bir yıldız gibi buradan geçiyoruz. Geçerken yanıyoruz. Yanarken bitiyoruz. “Yandım yandım yandım yandım ah ki ne yandım”, sadece aşkta yok. Hayattan geçişte de var. Oksitlenerek, paslanarak ve her an bunu unutmak için türlü şaklabanlıklar yaparak. Aşk dahil. Her türlü zevk dahil. İş dahil. Yeter ki hatırlamayalım. Ama işte son anlarda hatırlıyor insan demek ki.
Halbuki biz şunu diyor muyuz: En fazla şu kadar günüm var. Bu zamanı nasıl “geçirmiycem”? Belki de sorumuz bu olmalı. Neyi yapmamayı bulmalı. 1. Başkasını boşver. Ona kendini adamak istesen de boşver. Sen kendini kendine ada. Adamadan da sevgi, aşk var, aile var, eğlence var. 2. Sağlığına şükret. Kısa süre seninle. Sarıl kendi koluna öp. İçinde ne ritimler çalıyor, ne damarlar ne kanları nerelere taşıyor o uzun düz et parçasında, haberin var mı senin?
Boşver kiminle aynı kabanı giydiğini de!
İki bin on iki hoş gelsin, sefalar getirsin.
Sevdiğiniz kim varsa,
Sağlığı iyi olsun.
Kalbi ritmini çalsın. Yanakları kiraz pembesi, dudakları bal olsun. Teni sıcak kalsın, enerjisi dışına taşsın. Ciğerlerinden nefes, midesinden gurultu, bacaklarından güç eksik olmasın. Kanı bol olsun, damarlarında dönüp dönüp dolaşsın.
Sevdikleriyle bir arada olsun. Kolu kollarına değsin, gözü gözlerinin içine baksın. Lafları birbiriyle başlasın. Nesi varsa, bölüşecek biri olsun; nesi yoksa, bulup getirecek biri olsun. Bu birileri az ama öz olsun. Bazıları dünyada tek olsun. Sevgisinin tamamını harcasın. Harcasın ki, ona büyük bir miras kalsın.
Sevmekten bıkıp usanmayacağı biri olsun. Onun yeri ayrı olsun. Onu soysun, başucuna koysun ama yalan uydurmasın. O her şeyine, her haline tek tanık olsun. Bir hareketiyle güldüren, bir hareketiyle ağlatan olsun. Duyguların hepsi onda olsun. Kalbi buna teslim olsun. Bütün şarkılar onu anlatsın. Aşık olsun, sırılsıklam olsun. Kurumasın.
Yapmaktan bıkıp usanmayacağı bir işi olsun. Başarının gerçek adının bu olduğunu unutmasın. İbadet eder gibi, bu keşfini her gün yeniden kutlar gibi, onu yapıp dursun. Yaptıkça daha iyi yaptığını görsün. Daha iyi yaptıkça bunu başkaları da görsün. O başkalarının bunu gördüğünü, dış gözüyle görsün, iç gözüyle işine baksın.
Neşesi bol olsun. Kendini mutlu etsin, durduk yere neşelenmek nedir bilsin. İçinde bir şey durup durup zıplasın. Duydukları, gördükleri onu gıdıklasın, kahkaha attırsın. Gürültü çıkarsın. Saçma şeyler söylesin. Çocuklukta en şımardığı ana sık sık gidip gelsin. Nereye gidip geldiği bilinmesin.
Mayalar seni takvimlerinin sonuna koyup, bir devri kapatmışlar. Çin’de ejderha yılısın, çift sayısın, güzel rakamsın, filmlerde uzay çağısın. Maddenin eriyip, maneviyat olacağı günlerin habercisisin. Biz insanlar canlı bir kürenin üzerinde, en fazla 90 sene yuvarlanıyoruz. Güneş denilen çılgın ateşin etrafında Şaman dansı yapan bu deli gezegenin adı ‘dünya’. Gününü yaşayan, güneşe aşık, dönerek dans eden bir anne düşün.
Her şeyin doğduğu büyük patlamayı, dinozorları, buz çağını, tarihinin karanlık sayfalarını hatırlatınca ‘o artık dün ya’ der gibi hep dünya hanım. Senin gibi zamanlarla ilişkisi hep bir ‘bugün’lük. Her gün ışıkla dolu yeni bir sayfa açıyor.
Her akşam yazdıklarının üstünü karalıyor. Biz buna alıştık. Asıl haberler sende.
Madem bütün cüssesiyle ve vaatleriyle gelen 2012’sin, öncelikle sırtına bindiğimiz ‘dünya güzeli’ni kirletip git gide ısıtan, kutuplarındaki beyazları eritip, canlılar aleminin dengesiyle oynayan, mevsimlerini şaşırtıp onu sarhoş eden biz insanlara akıl fikir ver.
Yine seninle atlıkarıncaya bineriz. Otelin önündeki çeşme kesin donmuştur. Akan bir suyun donması beni hep şaşırtıyor. Yavaş çekimde izlemek isterdim. Hareket eden bir şey nasıl bu kadar sakinleşiyor ve hatta duruyor. Suyun kış meditasyonu sanki. Sanki, seninle karlar içinde, bu küçük şehirde parmağımızı şıklatmışız da her şey donmuş gibi. İnsan bazen hiç ummadığı yerlerde harikalar diyarında değil mi!
Sonra o köpeği olan adamın dükkanı ve ordaki şapkalar! Dünyanın en deli şapkalarını dünyanın en düz insanlarına satmaya çalışan bu adam da seninle ben gibi, “Burdaysam nolmuş, her şey her yerde zaten” der gibi. Aslında haklı da. Fötr şapkanın üzerine ponpon koyan biri için gerçekten fark etmez. Yine çok güzel bir vitrin yapmıştır, yine köpeğine üstünde rahat rahat yatsın diye koca bir kürk almıştır, yine tanıyacak beni görünce. E, kaç kişi mutlulukla el çırparak giriyordur dükkanına değil mi!
Sonra o ucuz sushiciye yürürüz. Yürüyen raydan en sevdiklerimizi toplar, montlarımızın üstüne oturarak ve sokağa bakarak yeriz. Sen yine wasabi sosunu gösterip “Bu yeşil çok acı” dersin. Ve yine yemek bitişi kasaya gider, şeker sorarsın. Şu şeker isteme huyundan bir türlü vazgeçemedin. İlerde bana, “Hayat dediğin şeker istemekle geçiyor” da dersin sen, değil mi!
Sonra o küçük ışıklı panayır yeri, karlarda üşüyen ayakların çıkardığı yürüme sesi, sıcak şarap ve sosis kokusu. İnsanın kollarıyla kendine sarılması, ağızdan çıkan duman, çok şükür sıcacık bir cafe. Aaa, termal havuza da gider miyiz? Hani içine girince, üstü açık tarafına yüzüp hiç üşümediğin? Ama ordaki soyunma odası kadın erkek karışık! Biliyorum bu senin için fark etmiyor ama benim her seferinde garibime gidiyor. Neyse ben oraya giderken mayomu içime giyerim değil mi!
Annemin teyzesi Leman Hanım, yine koltuğunda oturuyordur. Yanında yine şekerleri vardır ve televizyonda Türkiye vardır.
Hâlâ aklı başında ve sitemkârdır. Bizi görse sevinir, ellerini tutsak ısınır, sarılıp öpsek mutluluktan uçar. Bisküvisinden yemesek olmaz. Anneanneme benzediğimi ama tabi anneannemin benden kat kat güzel olduğunu söylemese olmaz.
“Dış işlerine gir” der bana yine. “Saçlarını kes bu ne” der. Kendi yaptığı bir espriye kahkahayı patlatır patlatmaz, “Hiç aramıyorsun beni” deyiverir. Haklı. Sen tabi bütün bu konuşmaları anlamadığın için, oyun olmayan o yerden hemen sıkılırsın. Ama yine de oraya kadar gidip de, Leman Teyze’yi ziyaret etmeden olmaz değil mi!
Otel odam, yine o meşhur kumarhanenin bahçesine bakar. Sera gibi üstü camlı kış bahçesinde kahvaltı ederiz. Dışarıdaki karlara bakarız. Şapkacıdan aldığım komik şapkayı kafana takınca, resmini çekerim. O altın rengi güzel buklelerini koklar, içime güzel geleceğinden çekerim. Birazdan uçaktan indiğimde, bana koşarak geldiğin anı iple çekerim. Sen ben olmak istersin, ben sen olmak isterim değil mi!