Arkadaşımla şu ara buluşma. Ve en nihayet uyku. Bunlar, farkında olmadan, kurulu saatler imparatorluğunda yaşamamıza sebep oluyor.
Bunlar dışına düştüğümüzde, misal bir sabah çok erken kalktığımızda ya da bir yerde planladığımızın sekiz katı kaldığımızda başka bir boyutuyla yaşıyoruz hayatı. Zamanı esneterek, daha önce görmediğimiz şeyler görmeye başlıyoruz.
Sabaha karşı 5’te uyandığımızda, bir restoranda iki saat daha oturduğumuzda ya da sokaklarda gezme saati gelmeden sokakta olduğumuzda, başka düşünceler ziyaret etmeye başlıyor bizi.Ve hayatımızı daha önce bakmadığımız bir zaman diliminden izliyoruz.
Kendimize hazırlayıp içinde rahat ettiğimiz bu rutinlerle dolu, planlarla ve koşturmacalarla dolu ritmin rahatlığından çıkıp, aksak zaman ritminde duymaya başlıyoruz şarkıyı.
Benim de o çarşamba günü, bütün insanlar gibi ‘bir plan’ım vardı. Sabah saat 7’de spora gidecek, oradan çıkışta 10 gibi Kanyon’da küçük kuzenlerimle kahvaltı edecektim. Zaman planların dışına çıktı ve ben saat 9’da kendimi Kanyon’da buldum. Sabah 9’da Kanyon beni beklemiyordu. Henüz hazırlanmamış, dükkanlarını açmamış, rüzgarı esmeye başlamamıştı. Sanki harala gürele kurulan bir film setindeydim, sahne arkasındaydım.
Günlük hayatın
koşturmacasında koşup yukarı kahve alırken ya da bir kulağımızda telefon, sinemaya yetişirken bize görünmeyen insanlar vardı etrafta. Başı boneli temizlikçiler, süpürgelerinin yanında yere çöküp sigara içen iki adam, bomboş bir dükkanda CD’lerin tozunu alan başka biri, dükkanı açmak için yukarı telaşla çıkan anahtarları şıngırdayan mini etekli kadın. Hiçbiri beni beklemiyordu. Görmüyordu da. Bizden olmayan biri. Şu saatte burda. Hayret...
Koştura koştura son moda ne çıkmış diye ışıl ışıl kapılarından içeri girdiğimiz dükkanlar, birer sönük elbise askısı. Kafeler, restoranlar kimse oturmayınca sessiz birer oda.
Ama onların tek vazifeleri kale olmak değil. Onlar aynı zamanda fil, vezir, at. Size oraya buraya gitme, çapraz gitme, L şeklinde gitme, istediğin gibi gitme özgürlüğü verirler. Bunu nasıl yaparlar? Sevilmenin verdiği cesaretle. Naparsanız yapın, bir yere kıpırdamayacaklarını bilerek. Şu ana kadarki gözlemlerim, demir atanların gerçekten uçabildiği şeklinde. Peki sevdiğimizin bizi sevdiğini ne bilicez? Onu bilemeyiz. Onu farz edicez. Farz etmek, bir şeyin yarısıdır. Yarısını da sizin sevginize ayıp olmasın isteği karşılar. Ve ta taaa sevgi sevgiyle karşılık bulur. Yenilmez olursunuz. Fakat kimse yenilmez değildir ve kimse sonsuz da değildir. Bunu öğrenmek için felaketleri beklemek ya da spiritüel yolculuğa çıkmak gerekmez. Bu her gün başımıza gelir.
2- Bizi beğenmeyenler, tipimizden, konuşmalarımızdan, yaptıklarımızdan haz etmeyenlerle hatta en kötüsü, bunu umursamayanlarla doludur dünya. Fark edilmemek, kaale alınmamak gibi en ağır cezalara çarptırıla çarpa büyürüz.
Bazılarımız büyümeyi reddeder. Ben mesela büyümeyi reddediyorum. ‘Çocuk gibi’, ‘gelişmemiş’, ‘olgunlaşamamış’ gibi lakırdılar beni etkilemez. Birinin bana ‘olgun’ demesinden, ‘yaşının gereği gibi davrandı’ demesinden ödüm kopar.
Bu yüzden saf taklidi, çocuk taklidi, çizgi film kahramanı taklidi hatta ne taklidi canım ta kendisini yaptığım çok olmuştur. Gece yatmadan masal okur uyurum. Orada her şeyi anlatıyor zaten.
3- Kalıbı bozmama çabasıyla boşa geçen hayatlar görünce üzülüyorum. Yolun sonunda hepimizin döküleceği toprak altı kalıbı belli. O güne kadar kalıp içinde kalıp çıkamamak kadar klostrofobik bir hayat düşünemiyorum. Mesela geçen gün gazetede bir ‘ünlü’ haberi vardı. Tanınmış biri, bir yandan güneşlenirken bir yandan da yanında gezdirdiği lastik bebek havuzunda, biri sarı biri siyah olan, ‘iPhone’ ve ‘Blackberry’ adını verdiği iki civcivini yüzdürmüş. Bence bu müthiş bir ruh serbestliği gerektiriyor. Sıkıysa tanınıp, kameralar çekerken bunu yapın. Kendime de söylüyorum, ben de bunu yapamam. Belki, kimsenin beni tanımadığı bi sahilde yapabilirim. Düşününce, niye yapmayayım ki?! Açıl susam açıl! Kırıl kalıp kırıl!
4- Dün, İstanbul’a PBS kanalı için çekim yapmaya gelen Jacob, Türkçe’de sevdiği birkaç şarkıyı söyledi. Bazılarına dudak büktüğümü görünce, “Biliyorum, herkes senin verdiğin tepkiyi verdi ama biz sizin ülkenizde önyargılarınızda yaşamıyoruz ki, şarkıyı beğeniyorsak, beğeniyoruz. Kim söyler, o insan bu topraklarda ne ifade eder, bilmeyiz biz” dedi. Temizliği karşısında gözlerim kamaştı, ruhumu onunla çitilemek istedim. Örnek olarak Carla Bruni’yi verdi. “Bak” dedi, “Sen Carla Bruni’yi seviyorsun, çoğu Fransız için çekilmez biri.”
Önyargısız bakabilme yetisi geliştirmem gerekiyor acilen.
Kıyılara vurabilir ya da iyice açıklara atabilir seni. Artık nereden eserse. Şans. Diğer ihtimal, rüzgar ve dalgalar nereye savurursa savursun, gitmek istediğin yöne kürek çekmek. Burada kararı veren sensin. Kollarına kuvvet, inadına kuvvet gerek. Bırakamazsın. Bırakırsan, dümene onlar geçiyor. Ya ben deliriyorum ya da her an her yerde hayatın tiyatrosu oynanıyor. Her şey mi ipucu fısıldıyor?
Bu yüzden bütün “bana yardım et nolur!” kitapları, gidilecek yerden, amaçtan bahsediyor. Amaçsız, hayalsiz insan için küreğin ve yönün önemi yok, çabanın gereği yok. Onlar rüzgar ve denizi, onların hareketlerini, hayatın kendisini, ritmi, akışı benimsemiş, ona karşı hareket etmenin lüzumsuzluğuna kanaat getirmişler. Küreğe asılanların yüzündeki hayale giden yolu bilmediklerinden, onları enayi bellemişler. “Nasılsa” diyolar, “ölüp gidicez, yolu biz bilmeyiz, rüzgar bilir, dalga bilir.” Bilmezler ki hayali sadece gören bilir.
Bundandır ki ne zaman hayatta bir şeyden elimi eteğimi bir an çeksem, küreği biraz bıraksam, fiyonklar yerini düğümlere bırakıyor. Bıraktığın anda, en iyi ihtimal, hiçbir şey olmuyor. Genellikle bozulma, gerileme başlıyor. Tıpkı biraz önce şuradaki kayalıklarda başıma gelen gibi. Öyle güçlü bir
aksi akıntı var ki suda, kürek çekmeyi bıraktığım an, burnum ufka dönüyor. Gitmek istemediğim yere hızla akmaya başlıyorum. Hayat diyor ki: Yok, küreği bırakmıycaksın. Bırakırsan, dümenini kırarım. Ne kadar güç olursa olsun asılmalı, kollara, karnına nefes yollamalı. Çünkü bu bir bilek güreşi. Çünkü hiçbir şey hayal edilen yere gitmek kadar güzel olamaz. (Bakın varmak demiyorum, o başka yazının konusu.)
Tevekkül kavramını seviyorum. Elinden gelen yapıp gerisini havale etmeye. Elinden geleni yapma kısmı bizi ilgilendiriyor. O bize ait kısmı işin. Geri kalanını dalgayla rüzgar halledecek. Ya seni o çok yaklaştığın yere taşıyacak ya da savuracak. Burada güvenmek lazım. “Ben elimden geleni yaptıysam, kollanırım elbet, kollanmıyorsam da vardır bir hayır”ın pansumanını da reddetmek olmaz. İnsan bazen küreklere asılıp gittiği yerin, aslında bambaşka bir yerin öncesi ya da sonrası olduğunu yol aldıkça görüyor.
Hayat deli bir yolculuk. Rüzgarı deli, dalgası deli, eline kürek alıp suya saplayanı deli. Bütün bu deliliğin içinde, en büyük deli, akıntıya küreği daldırıp gözünü karasına dikenler. Gözünü hayalle karartanlar.
Hiçbir şey baş edemez onlarla, onlar baş edilmezler.
Çok kısaca özetlemek gerekirse TED, aklınıza gelen her alanda akıllarına mühim şeyler gelmiş insanların 20 dakikalık konuşmaları. İnternetten dinlemek de mümkün ve belki daha akıllıca ama ben orda olmanın o insanlarla başka bir bağ kurmama sebep olduğuna inanıyorum, bir de konsantre olabiliyorum.
Bu sene aklımda kalanları önümüzdeki haftalarda da yazıcam ama yavaş aktarmak iyi olabilir. Çünkü neredeyse 70 konuşma dinledim ve beyin ısınıyor baya, ılık hale gelince sunacağım şeyler olucak. İlk en eğlencelisiyle başlayalım. Hayatımıza 7,5 dakika eklemenin yolu. Evet, Jane McGonigal bize hem 7,5 dakika hediye etti hem de bunu bizi 20 dakika boyunca çok eğlendirerek yaptı. Hayatıma 7,5 dakika katmak isterim diyenler devam, yok ben inanmam istemem diyenler, perşembe günü albümüm “Ben Buraya Çıplak Geldim” çıkıyor onu ömrünüze katın. Katılmaya değer bir şey yaptık.
Evet başlıyoruz.
Dediklerimi okurken uygulayın ki, yazı bitene kadar 7,5 dakika kazanmış olun. Sonra ne kadar tekrar ederseniz o kadar daha katarsınız. Her şeyden önce şunu söyleyeyim; bu bilimsel olarak ispatlanmış bir katkı, yani Jane’de laf olsun diye laf yok.
Kucaklarında gözlerimiz kapalı uyuduğumuz bu insanlar, o sırada içlerinden bizi ne olursa olsun korumaya yemin ediyorlardı. Bilmiyorduk henüz.
Bugüne kadar erkek, adam, oğlan, koca, sevgili olan bu varlıklar bundan böyle baba olarak anılacaktı. En azından kendi hikâyelerinde adları böyle geçecekti.
Büyürken çeşitli dönemlerimiz oldu. Hiç konuşmadığımız yıllar, hiç uyumadığımız geceler, kapıları sadece çarparak kapatabildiğimiz zamanlarımız oldu.
Onlar bizimle konuşmaktan, uykusuz kalmaktan, kapının başında durup endişelenmekten vazgeçmediler.
Bizim büyüyüp kocaman olduğumuz zamanları hayal eden de onlardı. Biz değildik.
Söyledikleri şey basitti. Nolursa olsun vazgeçmeyeceklerdi bizi sevmekten. Biz korkmamalıydık hiçbir şeyden. Hayat bir ormandı. Ayakta kalmak için güçlü olunacaktı. Gidip, yakalayıp pişirecektik. Koşup devirip getirecektik.
Yorulmadan tırmanıp tepelerden büyük manzaraları görecektik. Hayatın cümlelerindeki sıfatları, gizli özneleri hemen fark edicektik biz.
Geceleri kalp atışlarımın gürültüsünden uyumak mümkün değildi. Bir yandan da, şu hayatta her şey mümkündü. Tren yola çıkıyordu, size gelicekti. Yol uzundu ama manzarayı biz koyuyorduk. 9 Haziran gece saat 12’de internete, ‘ben buraya çıplak geldim’ klibini koyduk. Ben bilgisayarın başında diyeceklerinizi duymayı bekliyordum. Şarkıları yazarken sizi unutuyordum, ama yazar yazmaz aklıma geliyordunuz. Bu şarkıyı yazdığım anı hiç unutamam. Bu lafı ettiğim an, kalbim bir anlığına durmuştu. Hiç gitmediğim bir yerdeydim.
Şarkıyı elinden tutup koşar adımlarla, yönetmen, ama yönetmenden önce iyi insan hassas insan güzel şeyler yapmaya canını verecek insan yetenekli sabırlı özel insan Özer Feyzioğlu’na dinlettim. İyi ki dinletmişim. O şarkıyı size öyle bir gösterdi, pencereye öyle bir manzara koydu ki, siz ne güzel şeyler yazdınız, beni ağlattınız. Özer’e; şarkıyı kalbinin telleriyle çalarak düzenleyen Alper Erinç’e; miksleyen Levent Demirbaş’a; klipte dans eden o güzel beden cambazlarına; makyajsızlığın makyajını yapan Gila Benezra’ya, kıyafetleri gecelerce çalışan diken birleştiren Belma Özdemir’e, koşturup her şeye yetişen tatlı Gülin Sarpel’e; emeği geçen herkese herkese bin teşekkür.
Bin teşekkür ki, Twitter’da bunları okumama sebep oldular:
@sdnz1: klipteki sahneler insanoğlunun kendi özünü buluş sürecini ve mutlak sonu çok etkili bir şekilde anlatmış
@notessuperficia: özgür kız olarak doğdu, xl aşk giyindi, pelini kıskandı, kek yaptı, tek taşını kendi aldı... bugün ‘ben buraya çıplak geldim’le özünü sundu
@busrapolat: aşkla yapıyo, aşık ediyo!
@zuhaltufekci: ihtiyacım olan her duyguya tüm şarkılarınla tercüman olduğun gibi, GÜÇ aradığım dönemde ‘ben buraya çıplak geldim’ dedin.
@irmakkibar: Ben buraya çıplak geldim klibi şarkısıyla birlikte soluk kesici... nil kendine en yakın halini göstermiş klipte