Tanışmadan vedalaştığı yavrusunun yükünü bir ömür taşır, düşününce gözleri dolar. Kadınlar kendi yavrularının soğukkanlı birer katili değil, onların bir ömür koruyucu meleği, kulu kölesidirler. Her kadın anne olmanın, hayat vermenin ve o yavruya en güzel hayatı hediye etmenin hayalcisi, yorulmaz işçisidir. Nokta.
Kürtaj yasaklanırsa,
-Allah’ım nolur bizi yasaklar ülkesine çevirme- Zeynep, bir hastanede hijyenik bir ortamda doktorlar kontrolünde değil, bir arkadaşının elini tutarak götürdüğü tuhaf bir apartman dairesinde, tehlikeli alet edevat ve cahil insanlarca kürtaj olur. Büyük ihtimalle mikrop kapar hastalanır, belki ölür.
Filanca teyzeler, falanca tanıdıkların evlerinde geceleri ışık yanar. Sedirler ameliyat masasına, tencereler hijyen kovasına, şişler çatal bıçaklar tıbbi aletlere dönüşür. Bir doktor yoksa, ‘doktorculuk’ oynayan insanlar bu işi yapar.
Çünkü bir kadın, o çocuğa hayalindeki geleceği veremeyeceğini hissettiği anda karar verir, ruhunu kanatır, kafaya koyduğunu yapar. Bir kadın kafaya koyduğunu, en büyük yasaklar ülkesinde de yaşasa, yapar. Nokta.
Bir kadın, ‘kürtaj yasaklansın’daki vicdanı anlar ama ‘yasak’ kelimesiyle ürperir. Kadınlar alt metinleri inanılmaz büyük hızla okurlar. Kürtaj tartışmasının, kürtaj değil başka bir şeyin tartışması olduğunu sezer, gözlerini asıl meseleye dikerler. Asıl mesele, kendi bedeninde yaşadığı acıklı bir cenazeye tanımadığı insanların baskın yapmasıdır.
Kadınlar toleransın olmadığı yerde nefes alamazlar. Saçlarını örtenleri, kürtajı reddedenler kadar anlar, yüreklerini başka hayat tarzlarının varlığına açabilirler. İnanılmaz esnek yürekleri vardır. Çünkü kadınlar anneliklerinde, kendilerine hiç benzemeyen yavruları da bağırlarına basabilme gücüne programlıdır. Nokta.
Her birini yıllarca, gün be gün değiştirip söylediğim, çekiştirip değiştirdiğim, saçlarını tarayıp tekrar tekrar söylediğim şarkılarımdan hangisi, hepsinin habercisi olacak? Ya da piyasa diliyle: Hangisi çıkış şarkısı olacak? İşte bu soru bir bulut gibi çöküyor üzerime. Bozuyor mevsimimi.
Tek tek hepsinin kalp ritmini ölçmeye, söylediklerini dinlemeye başlıyorum. Hangisini seversiniz siz? Sonra diyorum ki bu sorunun önemi yok... Hangisini seviyorum ben? Saçma bir soru. Hepsini seviyorum ben. Peki o zaman neye göre seçeceğiz? Yaz geliyor diye kalbi en hızlı atanı mı, hikayesini ağlayarak en güzel anlatanı mı yoksa şu köşede kalmış sorular soran erdemli olanı mı?.. Onlar benim on küçük zencim, yedi cücelerim, küçük kadınlarım. Birini diğerinden tek bir gün bile kayırmadım.
“Tamam o zaman başkaları karar versin madem seçemiyorsun” diyorlar, o zaman da “Niye onlar karar veriyormuş bunca yıl emek verdiğim şeye?” diyorum. Bir albümün bitişi, hep bir sevgilinin gidişi gibi. Aynı anda hem artık benim olmayacak, hem de hep benim olacak.
Sonra aklıma bir fikir geldi. Önce dedim ki, hepsinin 1’er dakikasını yapıştırıp, büyük bir video/film yapacağım. 8-9 dakikalık bir videoda hepsini kesik kesik duyuracağım.
“Yapma etme eyleme, hem sevilen şeyleri zaplayan biri gibi olursun hem de kimse internette o kadar uzun şeye sabretmez” dediler. Dinlemedim. Kestim yapıştırdım birleştirdim. Olmadı. Rahatsız edici, doyumsuz, aptala çeviren bir fikirmiş. Çöpe attım. Bulut üstüme çöktü yine.
Derken bir sabah başka bir fikrin heyecanıyla uyandım. Beni çekiştirip uyandırmaya çalışan bir çocuk gibi, bir şey söylemeye çalışıyordu içimde bir ses. Dinledim onu. “Hepsinden bir büyük film yapma.
Madem hepsini seviyorsun, hepsine video çek!” Evet! İşte herkese hepsini kısaca tanıtmanın yolu bu! Zor bir yol. Tek bir güzel video çekmek bile ne kadar maddi, manevi yatırım, nasıl bir fiziksel yorgunluk, yaşayan bilir. Peki bu mini-klipler nasıl olacak diye düşündüm, hepsine gücüm yok.
Hayat soruyu güzel sorarsan, sana muhakkak güzel bir cevap veriyor. Ben her birini çok beğendiğim insanlara teslim edeyim, nasılsa onlara en güzel dünyayı kurarlar dedim. Aldım kağıdı kalemi. Yazdım şarkılarımı alt alta. Sonra da yanlarına, onlara uyacağını düşündüğüm insanları yazdım. Hepsini tek tek arayıp, 40 saniye-1 dakika arası parçalar kestiğim şarkıları yolladım. Çok şanslıyım hepsi severek kabul etti. Voltran olabildim.
Sanırsın ben o sırada limanın oradan geçiyordum ve bunları ilk ben duydum. Bir pazar günüydü. Fazla bir şey beklenmeyen bir gün. Sırf o sırada oradaydım diye, tanıklık ettiğim bir güzelliğin tesadüfünü kutluyorum sanırsın.
Nasıl havalandığımı buldum. Böylelikle nasıl havalanabilineceğini de bulmuş oldum.
Hayatın anlam kazanınca havalanıyorsun. Sabah bir uyanıyorsun, bütün yorgunluğun seni terk etmiş. Dün yorgun başını ıslak saçlarla yastığa koyduğunda, ilk trene atlamış gitmiş. Kalbindeki motorların gücüyle havalanıyorsun. Bir davulcu atak yapıp duruyor sanki kalp atışlarında. Sana bir haller oluyor. Sende bir değişiklik var. Hayatın maddi manevi tüm mikroplarına aşılı gibisin. Ruhunda daimi bir gülümseme, bizim duymadığımız şakalara güler gibisin. Ayakların da yerde değil. Kötü şeyler o kadar da kötü değil. Korkacak bir şey yok. İşte böyle görünüyor havalanınca hayat. Her şey küçük. Sen de görünmüyorsun bile. Kanat olmuş uçuyorsun. Hareket oluyorsun. Bir hareket ne kadar görünürse, o kadar görünüyorsun işte.
Sen kendini sıkıp düşlerinin peşine düştüğünde, ilk 10 kilometrede hatta 20, 30, 40 kilometrede yalnız gidiyorsun. Buralarda yol kenarlarında duran çok insan görmek mümkün. Yahu demişler, ne ufukta düşümün gerçekleştiğini görüyorum ne de arkamdan gelen var. Durup, geri dönüyorlar. Halbuki ‘düş’, cevabı içinde saklı kelimelerden. ‘Düş’ diyor peşine. Sırf yolculuk olsun diye yapılan bir şey olsa da. Eğer yılmaz da bu yalnızlığa, sise, yorgunluğa dayanırsan yanında ayak sesleri duymaya başlıyorsun. İnsanlar o kadar harikuladedirler ki, düşlerinin peşine düşenin peşine düşerler. Kimse meydanda fazla vakit harcamak istemez. Eğer adamın biri çıkagelir de, ben falanca yere gidiyorum orada filanca yapacağım derse, peşinden giden olur. Hayat sadece yol alarak yaşanır.
Yola, varılacak yeri olmasa da yürüyeceğim muamelesi yaptığında, illa ki kalabalıklaşıyorsun ve bir müddet sonra o muhteşem altın kubbeli şehir görünüyor. O şehrin bir şartı var. Oraya varılamıyor. Ama sen zaten varmanın çok sıkıcı olduğunu biliyorsun. Yol almanın müptelasısın. Yürürken yanaklarını yanaklarına sürttüğün o rüzgâr olmayacak orada. Varılan yer hem durağan hem de tatminsiz dolu. Sokaklarında, “Ayy burası mıymış?” sorusunun fısıldandığı yapay bir cennet. İstemezsin sen onu. Görmemiş gibi yapar geçersin.
Hayat sadece sen yol aldığında anlamına kavuşuyor. İnsanı sadece hayata anlam katan, başkalarına değerli bir şey söyleyen, terle, sevgiyle yazılmış şeyler havalandırıyor. O bir pır pır uçak. Şatafat bekleme ondan. Sana her şeyi kuşbakışı gösteriyor, daha ne yapsın? Seni bir kedi gibi ruhunun boynundan tutup kaldırıyor...
Nereden mi biliyorum tüm bunları? Kolumda morluklar, sırtımda çizikler, boynumda, sırtımda, bacaklarımda ağrılar var. Bir hayalin peşine düştüm, yolunu aldım. Deresini tepesini düz gittim. Yol üstünde kalabalıklaştım. Harikulade insanlar hepsi. Sevgiyle yürüdüler benimle. An oldu, bir ipliği dört kişi iğne deliğinden geçiremedik. Birimiz iğneyi tuttu, birimiz ışığı. Birimiz ipliği deliğe soktu, birimiz öbür taraftan çekti. An oldu boşluğa, uykusuzluğa, kuşkuya düştük. Ama düş böyle bir kelime işte.
Bu sabah, kalbimde bir davul atağıyla uyandım. Havalanmışım.
Ne kadar doğru bilmiyorum. Hem öyleyse de nasıl uyuyorlar değil mi?
Bu soruyu sordum diye hemen cevabını söylemeyin. Sorduğum her sorunun cevabını bilmek istemem.
Hem ben zaten soruları, cevaplardan daha çok seviyorum ama zaten konumuz bu değil, hareket.
Ben daha aklına koyduğu bir şeyi yapmak için, beklemeden yola koyulan aceleci insanlardan bir şikayet geldiğini duymadım.
Ertelemenin, tıpkı o cümledeki gibi, akan suya taş attığını, gidilecek yerden alıkoyan bir birikimle nehir yatağını boş vesvese ve kuruntularla kirlettiğini fark ettim.
Seni heyecanlandıran bir şeyi yapmak için beklediğin beş dakika bile, kum taş toz. Bulanıklık, çırpıntı, kayıp. İnsanı araba gibi düşünelim.
Bazen her şeyi, başka bir şeymiş gibi düşünmek çok işe yarar. İnsanın da arabanın da vitesleri var.
Onur New York’a taşındı. Bizim büyüdüğümüz ev yeniden yapıldı. Kardeşimle kavga edip çarparak, neredeyse duvarlarından kopardığımız kapılar, hiçbir şey olmamış gibi yenilendi.
Ampulü patladığında uzun karanlık bir tünele dönüşen koridor kısaldı, iki adımlık bir şey oldu. Onur’un odası dolap oldu. Ve tabi annemle babam artık orada yaşamıyor. Hayat havuzu devir daim etti.
Annem içinde yine gülerek yüzüyor, yine bize “Hadi atlayın! Ne o yoksa yüzmeyi mi unuttunuz?” diyor.
Varlığı suyu ısıtıyor. Annecim sen çok yaşa ve hiç unutma:
Anne bence sen çok güzelsin.
Yıllar, önce geçmek bilmezler, sonra geçip giderler. Bir kadın için, yıllara meydan okumanın en büyük meydan savaşı olduğunu biliyorum.
Ve sen anne, bu savaşın botokssuz, çivisiz kahramanısın. Hâlâ o miniminnacık etekleri giydiğin günkü kadar güzelsin. Siyah beyaz resimlerindeki kadar.
Küçük, basit deneyler yapıyorlar. Mesela bir üniversiteye gidiyorlar ve öğrencilere 5 dolarla 20 dolara arası para veriyorlar. “Bu parayı istediğin gibi harca” diyorlar. Bu bir üniversite öğrencisi için büyük bir para değil. Kimi gidip beğendiği bir küpeyi alıyor, kimisi kahve alıyor, kimisi de ihtiyacı olduğunu düşündüğü birine veriyor. Daha sonra mutluluk seviyelerini ölçtüklerinde, parayı başkasına verenlerin daha mutlu olduğu çıkıyor ortaya. Başta parayı kendileri için harcarlarsa daha mutlu olacaklarını söyleyenler bile, başkaları için harcadıklarında daha mutlu oluyorlar.
Harvard Business School’un 630 kişi üzerinde yaptığı bu araştırma gösteriyor ki, “ne kadar para kazandığına değil, parayı nasıl harcadığına” bağlı mutluluğun. Eğer 2012’de bir üst bilinç gibi bir şeye geçilecekse, bence bu kendi dışımızdaki gerçeklere açılan üçüncü gözümüz olacak. Dünyanın toprağından, saçını yolar gibi çekip aldıklarımıza ve bedenine kül tablası boşaltır gibi boşalttığımız çöplerimize bakıp biraz daha utanacağız. ‘Ben ben ben, kendim kendim kendim, bana bana bana’; yerini ‘sen siz onlar, sen kendin onların kendileri, sana size onlara’ya bırakacak. Cümlelerin özneleri ve yüklemleri değişecek. Her gün bunu böyle yapmamızı hatırlatan şeyler ispatlanmaya başladı bile.
Bırakın, 5 doları 20 doları. Sene sonunda 3 binle 8 bin dolar bonus alanların mutluluk durumuna da bakmışlar. Aldığı bonusu başkalarıyla paylaşanlar, daha fazla bonus almış olanlardan bile daha mutlu. Bonusu nasıl harcadığın, bonusunun miktarından daha önemli. Eminim hepimize tam tersiymiş gibi geliyor. “Ne kadar çok bonus alırsam, o kadar mutlu olurum” gibi bir inanış var. Buna inanıp bonusunu alanlar pek iyi bilirler ki, para onları hayal ettikleri yere götürmüyor. Para sadece parayla gidilen yerlere götürüyor. Fakat bir bakıyorsun, mutluluğun orda değil. Mutluluk parayla alınamayan şeylerde.
Kim derdi ki mutluluğumuz, başkalarının mutluluğunda!
Demek ki en kaba tabiriyle şunu söyleyebiliriz:
Bir hayıra harcamak, bir hıyara harcamaktan daha mutluluk verici.
Bugünün noktası da bu olsun.
Soru: Gökyüzünde birbirine en yakın duran iki yıldızı nasıl bulursunuz?
Ben: Kafamı yukarı kaldırır ve o sırada bana hangi ikisi en yakın görünüyor ona bakarım.
Soru: Suda mı, şurupta mı daha hızlı yüzersiniz?
Ben: suda.
Soru: 3 1 3 6 = 8 bu işlemi doğrulayacak gerekli aritmetik işaretlerini kullanın.
Ben: 3 1 3 68
Soru: N sayıda şirket var ve siz onları bir büyük şirket haline getirmek istiyorsunuz. Bunu yapmanın kaç yolu var?
Nefes kursuna gidip “Seni affediyorum baba”, Trabzon’da ağaçlara sarılıp “Seni affediyorum kardeşim”, terapist koltuğuna uzanıp “Seni affediyorum anne” demek için yanıp tutuşan insanların hikayeleri. Karanlık oda terapisine girip kendini her şeyden mahrum bırakanı da var, doğum anına geri götüren küvetlere gireni de.
Hindistan’a gidip, günde 13 saat oturarak burnunun ucunu düşüneni de var, Amazonlar’da şamanların verdiğini içip yere uzananı da. Hepsi aynı şeyin peşinde. Geçmiş hayaletlerinin. Hayalet avcıları onlar. Geçmişlerindeki bir kayıttan kurtulmak istiyorlar. O silinmeden, bitmeyecek kaçışları. O karanlık ormandan geçmeden, görünmeyecek tarlaları. Kabuslarına bakmadan, görülmeyecek rüyaları.
Koskoca insanların, anne babalarından gözleri dolarak bahsetmeleri ne üzücü. Geçmişteki bir direğe bağlı gibi boyunları. Zaman bile dindirmiyor sızılarını. Demek bize en büyük tahribatı, çocukluğumuzdaki kötü kayıtlarımız yapıyor. Bir ömür onun gölgesiyle geziyoruz. Kimimiz, demediğimiz bir cümlenin peşindeyiz; kimimiz duymayı istemediğimiz. Kimimiz gitmediğimiz bir yeri kovalıyoruz, kimimiz gittiğimiz bir yerden dışarı çıkmaya çalışıyoruz. Geçmişteki bitmez kaçışımız, bugüne yerleşmemizi, burnumuzun dibindeki güzellikleri görmemizi engelliyor.
“Seni seviyorum”u duyamadığı için, bu cümleye sağır olanımız çok. Anne baba olmak kolay, canım annem canım babam olmak çok zor. Hem biz kimiz ki, o minicik boyumuzla alttan alalım o davranışları, o lafları? Ancak büyüyünce bakabildiğimiz bir canavar o. Sonrası da boğuşma sahnesi.
Bunları duydukça, kayıtlarıma baktım. Ben şanslıydım. Geçmiş hayaletim yoktu. Ama hiçbirimiz tek başımıza değiliz, birbirimize geçmişiz. Etrafımızdaki, yanıbaşımızdaki yaralar da bize değiyor. Bugün herkes evindeki, etrafındaki çocuklara dikkatle bakıp, o kırmızı kayıt ışığını görsün.
Ve güzel şeyler söyleyip, gülsün kameraya.
Koca koca adamlar, sakalları var, bıyıkları var, çocukları var.