Alışveriş merkezine varmadan sıkı sıkı tembih ettim: ‘Sana bir şey almayacağız Zelda, anlaştık mı? Sadece anneye.’
‘Tamam’ dedi, inandırıcı olmayan bir şekilde.
‘Ama prenses ayakkabılarına bakarız değil mi? Sadece bakacağız.
Orada sana göstermek istediğim bir ayakkabı var.’
‘Tamam’ dedim, inanmayarak.
Tabii ki ilk olarak prenses ayakkabıları reyonuna gidildi ve Zelda o pembe, parlak, hafif topuklu ayakkabıları ayağına giydi, masallardaki gibi kendi etrafında bir tur dönüp durdu ve bağırdı: ‘NASIL!?’.
Çok beğendiğimi, fakat henüz 4 yaşında olduğundan topuklu bir ayakkabı alamayacağımızı, hadi aldık diyelim, bunun annesinin hiç hoşuna gitmeyeceğini anlattım.
Cümlenin tam tersi coğrafyalarda kurulması gerekiyordu çünkü. Yani ben İstanbul’da uyumak üzereyken, Londra’da bir şey oluyor olması ve benim onu kaçırıyor olmamdı doğal olan. Neyse dedim.
Bir defaya mahsus denk geldi herhalde.
Ben İstanbul’un cool olduğunu, babam New York’tayken telefonda ‘kızım sen New York’tan bir şeyler istiyorsun ama İstanbul’dan aldığın kıyafetler gibisi burda yok’ dediğinde anladım.
Baban senin saklı moda adreslerini nereden bilir demeyin. Maşallah çok genç ve benim tarzımı gayet iyi bilen, bir anne babam var. Benim müdavimi olduğum dükkanları, hatta show roomları bilirler.
Özellikle, insan gözünün görmek için ille de bir şeye fokuslamasının şart olduğunu öğrendi-ğimden beri, adam akıllı görmüyormuşum gibi geliyordu zaten.
Peri’yle sıcak bir termal havuzda yüzüyorduk. Etrafta bir sonbahar parkı, sarının bütün tonlarını giyinmiş şov yapıyordu.
Bulutlar gri gri üstümüze toplaştılar ve çok geçmeden, havuza çiselemeye başladılar... Yağmur yağıyordu.
O an, o anı unutmamam gerektiğini düşündüm. Ama unutacaktım işte. Hafızamda minik bir duygu parçacığı kalacaktı sadece biliyorum.
Peri’nin bikinisinin rengini filan hep unutacaktım. Tamamen silecektim, düşen ilk dişinin bıraktığı o küçük aralığı.
Sonra kendi kendime bir oyun uydurdum. İsmi, 10 saniye oyunu.
Bu, anları ölümsüzleştirmek için geliştirdiğim bir hafıza oyunu aslında.
İleride, televizyonun küçüğünü ama çok küçüğünü düşün, öyle bir aletle bütün arkadaşlara, akrabalara bağlı yaşayacağız. Yani ev telefonu hep açıkmış gibi düşün. Tanımadığımız insanlar bile oradan hayatımızı takip edebilecek. Anlatması zor. Belki de hiç yüzünü görmediğim insanlarla arkadaş olacağım. Öyle üç-beş değil anne, üç yüz-beş yüz arkadaştan bahsediyorum! Hepsini o ekrandan seveceğim. Onların sevgisini de oradan alacağım. Süper değil mi?
Şimdi diyelim ki ben bir klip izledim, fotoğraf çektim ya da aklıma gelen bir şeyi yazdım. Bunu o ekrana koyacağım. Sonra bekleyeceğim.
O insanlar, yani arkadaşlarım, benim koyduğum şeyi beğenirlerse, ya kalp işaretine ya da şöyle bir işarete basacak. (Başparmağını yukarı kaldırarak her şey yolunda gibi onay işareti yapar.) Beğenmezlerse, aşağı bakan ‘yuh’ gibi olana basacaklar. (O parmağı yere doğru döndürür.) İşte ben o an anlayacağım, kaç kişinin beni ne kadar sevdiğini. Düşün, saymama bile gerek kalmayacak bunu, otomatik olarak ekranda yazacak. “Bu yaptığını şu kadar kişi sevdi.” Her şey net! Yok, sevdiler mi sevmediler mi diye düşünüp durmaya mahal yok. Süper değil mi?
Şimdi tabii sadece bu değil, neredeyse bütün bilgi akışı o ekranlarda olacak. Şu kütüphaneye özenle dizip ailece gururla misafirlere sunduğumuz Ana Britannica’lar, Meydan Larousse’lar gereksiz olacak. Kağıt israfı gibi duracak. Sadece meraklısı sergileyecek. Tabii ki aynı şey müzik için de geçerli. Plaklar, kasetler hatta daha sonra çıkacak CD bile, o elimizdeki ekranlı şeyde duracak. Doğal olarak o şey bizim parçamız olacak. Bir organımız, elimizin devamı gibi olacak. İş yazışmaları da oradan 24 saat yapılıp takip edilebilecek. Kısaca şöyle düşün; neredeyse herkes istediği anda sana ulaşabilecek. Dünyanın öbür ucuna bile gitsen, kimseden kopamayacaksın. Süper değil mi?
Gerçekten yanında olmayan insanlarla aşk yaşayabileceksin. Ekranda onları televizyondan izler gibi izleyebileceksin. Evine davet etmen, sokağa çıkıp buluşmana gerek olamayacak. Ha evet haklısın, dokunamıyor olacaksın ama o hariç her şey var. Dur bir dakika sayayım: Görüntü var, duyma var, koku yok, dokunma yok, tatma yok. İki duyulu bir duygu dünyasıyla yetineceksin. Ama hiç kıpırdamadan bunları yapabileceksin. İstersen bütün gün şu sandalyeden kalkmadan yani! Süper değil mi?
Ne? Yoksa süper değil mi?
Nakaratında “O bir he-man, batman, pacman, madmen/ yanında durucam ben!” diye bağırıyorum çizgi filmdeymiş gibi. Şarkılar açıklanmıyor. Hissedilip hissedilmeme, sevilip sevilmeme gibi basit süzgeçlerden geçiyorlar ama eminim bu sözleri bütün kadınlar anlamıştır.
Neyse işte bu trajikomik denilebilecek şarkıya çekilecek kliple ilgili, İzlandalı yönetmen Thor Saevarsson’dan gelen senaryo teklifi şöyle başlıyordu: Kadın bir mafya babasının elindedir, fakat bir boksöre aşıktır. Mafyanın bundan haberi vardır, fakat bu umurunda değildir. Onun umurunda olan, boks bahsinden kazanacağı paradır. Bahsi kazanması için boksörün maçı kaybetmesi lazımdır.
“Nasıl yani?..
Hangi kadın, ben mi???
Özellikle de 20’li yaşlarındakiler kuruyor bu cümleyi. Geleceğe karşı bir belirsizlik var kafalarında.
Kendilerini ifade etmek istediklerinde içten ve dıştan sansüre uğrayacaklarını düşünüyorlar.
İç sansür, korkunun bastığı, kendi kendini durdurma freni. Dış sansür, ‘sağ sol konu komşu toplum ne der?’ korkusunun bastığı, algı freni. Zaten duyguların en pisi korku. Koku gibi korku.
Sigara dumanı gibi, insanın üstüne başına saçlarına siniyor. Sen bile fark etmeden ele geçiriyor seni.
Adam: Benimki, yapmak istediklerim.
Kadın: Yapmak istediklerinin önündeki engelleri düşünmüyor musun? Korkuların yok mu?
Adam: Var ama onları düşünmüyorum. Yapmak istediklerimi düşünüyorum ben.
Kaygı, kaygan halbuki. İnsanı bir yere götürmüyor. Patinaj yaptırıyor. Yalancı sirklerle gelen, dalavereci büyücüler gibi seni bir küreye baktırıyor. Kürede yılanlarını görüyorsun. Gelecekten kötü ihtimaller manzaraları sunuyor sana.
Saf saf her birine inandığın. Her biri karanlık odalara açılan kapılar gösteriyor. Ve en fenası, daha fazlasına kör ediyor gözlerini.
Işığı yakmanı ve sakladığı bin bir başka ihtimali görmeni istemiyor. Göremiyorsun da.