Nil Karaibrahimgil

Prenses ayakkabısı, Buddha ve Warhol

19 Kasım 2012
“Zelda’yla alışverişe çıkmıştık” dedi babası. “Soğuk bir kasım öğleniydi ve asıl amacımız annesine doğum günü hediyesi almaktı.

Alışveriş merkezine varmadan sıkı sıkı tembih ettim: ‘Sana bir şey almayacağız Zelda, anlaştık mı? Sadece anneye.’
‘Tamam’ dedi, inandırıcı olmayan bir şekilde.
‘Ama prenses ayakkabılarına bakarız değil mi? Sadece bakacağız.
Orada sana göstermek istediğim bir ayakkabı var.’
‘Tamam’ dedim, inanmayarak.

Tabii ki ilk olarak prenses ayakkabıları reyonuna gidildi ve Zelda o pembe, parlak, hafif topuklu ayakkabıları ayağına giydi, masallardaki gibi kendi etrafında bir tur dönüp durdu ve bağırdı: ‘NASIL!?’.

Çok beğendiğimi, fakat henüz 4 yaşında olduğundan topuklu bir ayakkabı alamayacağımızı, hadi aldık diyelim, bunun annesinin hiç hoşuna gitmeyeceğini anlattım.

Yazının Devamını Oku

Bir gezegen nasıl mı yetişir?

12 Kasım 2012
Kopenhag soğuktu. İstediğinde buz gibi olan bir şehir. Biz bisikletliydik. Bisikletle gezilebilen bir şehir bulduğumuz için abartmıştık. Eldiven, bere, kalın montlar, iç içe kazaklar giymeye razıydık, yeter ki bisikletten inmeyelim. İşte böyle bir gecede, Kopenhag’da gece gidilip güzel müzik dinlenecek bir bar arıyorduk.
O bar, bu grup, şu şov, bu konser derken, bir grubun ismi bizi gecenin o soğuğunda pedalları çevirmeye ikna etti. “İsmi buysa, biz müziğini muhakkak severiz” dediğimiz bu grubun adı: Treefight for Sunlight (Güneş ışığı için ağaç savaşı). Hayatımda bu kadar iyi çalan, besteleri bu kadar güzel olan az grup gördüm.
Çıkışta “Kim bunlar Allah aşkına” diye sorunca, “Yeni çıkan bir grup” dediler. Umarım güneş ışığı için savaşlarında yükselirler.
BBC’nin “How to Grow a Planet?” (Bir Gezegen Nasıl Büyütülür?) belgeselini izlerken, aklıma bu grubun güzel ismi geldi. Bir yerlerden edinin ve izleyin ne olur!
Dünyanın muhteşem bir tarihi! Hiç bu kadar iyi anlatılan doğa belgeseli görmemiştim.
Dünyada eskiden dinozorlar olduğunu masal gibi dinliyoruz ama bu belgeselle için eriyor, nasıl da silinip gitmiş bu koca vejetaryenler diye. En acayibi de, dünyada şu an içimize çekerek hayat bulduğumuz oksijenin, ilk defa denizdeki bir bakteri tarafından havaya salınması!
Evet, rengi yeşil bu bakteri sayesinde, hatta onun çıkardığı bir gaz sonucu, dünyayı oksijen kaplıyor ve o andan itibaren bitkilerden bize uzanan geniş canlılar yelpazesi oluşuyor.
Yaprakların nefes aldığını gördüm. Bizim gibiler. Yeşiller ve durdukları yerde duruyorlar diye onları süs gibi görüyoruz.
Bir ağaç olmak, ne kadar zor bir bilseniz, şaşarsınız.
Belgeseli izlerken, gözlerimin “Yok artık!” diye yuvalarından fırladığı anlardan birini anlatayım. (Çünkü o anlardan çok oldu.) Çiçeklerin bu kadar delirtici güzellikte renk cümbüşü olmalarındaki en büyük sebep, böceklere cazip görünmek.
Evet, doğada hiçbir şey boş yere çok güzel değil.
Renkleriyle büyüleyen bir çiçek, bir arıyla, kuşla, kelebekle flört etmek için bunu yapıyor.
Güzel olmak, çiçek dilinde, “Bende çok güzel nektar var, gel” demek. Anlayacağınız doğada da şekerle kandırma var. Peki niye çiçek böceğin peşinde? Çünkü üzerine konan bir kelebek ya da arı, ister istemez, onun tohumlarını başka çiçeklere ulaştıracak.
Bir çiçek için arı, aşk mektubu taşıyan, onun çoğalmasına vesile bir kurye gibi. Hareket edemeyen doğa, hareketli doğayı tavlamanın yollarını bulmuş.
Hele bir çiçek var ki, sadece belli bir türden arıyla anlaşmış. Tohumlarını bir tek
ona veriyor.
Herkese güvenmeyen teyzeler gibi. Ve bunu yapmanın yolu olarak, evrim sürecinde, bir tohum haznesi geliştirmiş.
Bu hazne çiçeğin ortasında kapalı. Bir altın kesesi gibi duruyor.
Sonra bir mucize oluyor. Çiçek sadece, kanat çırpışıyla do notasını çıkaran arıya bu keseyi açıp tohumunu fırlatıyor.
Diğer arılar, kanatlarını bu frekansı, bu notayı çıkaracak şekilde çırpamıyorlar.
Anlatamam görmen lazım.
Yazının Devamını Oku

İstanbul ne zaman bu kadar cool oldu?

5 Kasım 2012
Ben İstanbul’un artık cool olduğunu, Londra’da gece yarısı uyumadan önce ‘tüh ya, İstanbul’da Antony and the Johnsons konseri var bugün ve ben kaçırıyorum’ dediğim gün anladım.

Cümlenin tam tersi coğrafyalarda kurulması gerekiyordu çünkü. Yani ben İstanbul’da uyumak üzereyken, Londra’da bir şey oluyor olması ve benim onu kaçırıyor olmamdı doğal olan. Neyse dedim.

Bir defaya mahsus denk geldi herhalde.

Ben İstanbul’un cool olduğunu, babam New York’tayken telefonda ‘kızım sen New York’tan bir şeyler istiyorsun ama İstanbul’dan aldığın kıyafetler gibisi burda yok’ dediğinde anladım.

Baban senin saklı moda adreslerini nereden bilir demeyin. Maşallah çok genç ve benim tarzımı gayet iyi bilen, bir anne babam var. Benim müdavimi olduğum dükkanları, hatta show roomları bilirler.

Yazının Devamını Oku

10 saniye oyunu

29 Ekim 2012
Kuzenim Peri’yle geçen iki günümü hafızaya atmanın ve uzatmanın yollarını arıyordum.

Özellikle, insan gözünün görmek için ille de bir şeye fokuslamasının şart olduğunu öğrendi-ğimden beri, adam akıllı görmüyormuşum gibi geliyordu zaten.
Peri’yle sıcak bir termal havuzda yüzüyorduk. Etrafta bir sonbahar parkı, sarının bütün tonlarını giyinmiş şov yapıyordu.
Bulutlar gri gri üstümüze toplaştılar ve çok geçmeden, havuza çiselemeye başladılar... Yağmur yağıyordu. 
O an, o anı unutmamam gerektiğini düşündüm. Ama unutacaktım işte. Hafızamda minik bir duygu parçacığı kalacaktı sadece biliyorum.
Peri’nin bikinisinin rengini filan hep unutacaktım. Tamamen silecektim, düşen ilk dişinin bıraktığı o küçük aralığı.

Sonra kendi kendime bir oyun uydurdum. İsmi, 10 saniye oyunu.
Bu, anları ölümsüzleştirmek için geliştirdiğim bir hafıza oyunu aslında.

Yazının Devamını Oku

Süper değil mi?

22 Ekim 2012
Küçükken, geleceği görme gücüm olsaydı, anneme Ankara Tunus Caddesi’ndeki evimizin mutfağında anlatacaklarımdan bir bölüm.

İleride, televizyonun küçüğünü ama çok küçüğünü düşün, öyle bir aletle bütün arkadaşlara, akrabalara bağlı yaşayacağız. Yani ev telefonu hep açıkmış gibi düşün. Tanımadığımız insanlar bile oradan hayatımızı takip edebilecek. Anlatması zor. Belki de hiç yüzünü görmediğim insanlarla arkadaş olacağım. Öyle üç-beş değil anne, üç yüz-beş yüz arkadaştan bahsediyorum! Hepsini o ekrandan seveceğim. Onların sevgisini de oradan alacağım. Süper değil mi?
Şimdi diyelim ki ben bir klip izledim, fotoğraf çektim ya da aklıma gelen bir şeyi yazdım. Bunu o ekrana koyacağım. Sonra bekleyeceğim.
O insanlar, yani arkadaşlarım, benim koyduğum şeyi beğenirlerse, ya kalp işaretine ya da şöyle bir işarete basacak. (Başparmağını yukarı kaldırarak her şey yolunda gibi onay işareti yapar.) Beğenmezlerse, aşağı bakan ‘yuh’ gibi olana basacaklar. (O parmağı yere doğru döndürür.) İşte ben o an anlayacağım, kaç kişinin beni ne kadar sevdiğini. Düşün, saymama bile gerek kalmayacak bunu, otomatik olarak ekranda yazacak. “Bu yaptığını şu kadar kişi sevdi.” Her şey net! Yok, sevdiler mi sevmediler mi diye düşünüp durmaya mahal yok. Süper değil mi?
Şimdi tabii sadece bu değil, neredeyse bütün bilgi akışı o ekranlarda olacak. Şu kütüphaneye özenle dizip ailece gururla misafirlere sunduğumuz Ana Britannica’lar, Meydan Larousse’lar gereksiz olacak. Kağıt israfı gibi duracak. Sadece meraklısı sergileyecek. Tabii ki aynı şey müzik için de geçerli. Plaklar, kasetler hatta daha sonra çıkacak CD bile, o elimizdeki ekranlı şeyde duracak. Doğal olarak o şey bizim parçamız olacak. Bir organımız, elimizin devamı gibi olacak. İş yazışmaları da oradan 24 saat yapılıp takip edilebilecek. Kısaca şöyle düşün; neredeyse herkes istediği anda sana ulaşabilecek. Dünyanın öbür ucuna bile gitsen, kimseden kopamayacaksın. Süper değil mi?
Gerçekten yanında olmayan insanlarla aşk yaşayabileceksin. Ekranda onları televizyondan izler gibi izleyebileceksin. Evine davet etmen, sokağa çıkıp buluşmana gerek olamayacak. Ha evet haklısın, dokunamıyor olacaksın ama o hariç her şey var. Dur bir dakika sayayım: Görüntü var, duyma var, koku yok, dokunma yok, tatma yok. İki duyulu bir duygu dünyasıyla yetineceksin. Ama hiç kıpırdamadan bunları yapabileceksin. İstersen bütün gün şu sandalyeden kalkmadan yani! Süper değil mi?

Ne? Yoksa süper değil mi?

Yazının Devamını Oku

Tutamıyorum kendimi!

15 Ekim 2012
En başından başlayayım anlatmaya. He-man diye bir şarkı var yeni albümümde.

Nakaratında “O bir he-man, batman, pacman, madmen/ yanında durucam ben!” diye bağırıyorum çizgi filmdeymiş gibi. Şarkılar açıklanmıyor. Hissedilip hissedilmeme, sevilip sevilmeme gibi basit süzgeçlerden geçiyorlar ama eminim bu sözleri bütün kadınlar anlamıştır.

Neyse işte bu trajikomik denilebilecek şarkıya çekilecek kliple ilgili, İzlandalı yönetmen Thor Saevarsson’dan gelen senaryo teklifi şöyle başlıyordu: Kadın bir mafya babasının elindedir, fakat bir boksöre aşıktır. Mafyanın bundan haberi vardır, fakat bu umurunda değildir. Onun umurunda olan, boks bahsinden kazanacağı paradır. Bahsi kazanması için boksörün maçı kaybetmesi lazımdır.

“Nasıl yani?..

Hangi kadın, ben mi???

Yazının Devamını Oku

Yurtdışında her şey serbest abi!

8 Ekim 2012
Son zamanlarda bulunduğum çeşitli odalarda, bu cümle geçiyordu.

Özellikle de 20’li yaşlarındakiler kuruyor bu cümleyi. Geleceğe karşı bir belirsizlik var kafalarında.

Kendilerini ifade etmek istediklerinde içten ve dıştan sansüre uğrayacaklarını düşünüyorlar.

İç sansür, korkunun bastığı, kendi kendini durdurma freni. Dış sansür, ‘sağ sol konu komşu toplum ne der?’ korkusunun bastığı, algı freni. Zaten duyguların en pisi korku. Koku gibi korku.

Sigara dumanı gibi, insanın üstüne başına saçlarına siniyor. Sen bile fark etmeden ele geçiriyor seni.

Yazının Devamını Oku

Hayaller kaygılara karşı

1 Ekim 2012
Kadın: Geceleri uyumadan önceki düşüncelerini kategorize etsek, hangi sınıfa girer? ... Mesela benimki kaygı.

Adam: Benimki, yapmak istediklerim.
Kadın: Yapmak istediklerinin önündeki engelleri düşünmüyor musun? Korkuların yok mu?
Adam: Var ama onları düşünmüyorum. Yapmak istediklerimi düşünüyorum ben.


Kaygı, kaygan halbuki. İnsanı bir yere götürmüyor. Patinaj yaptırıyor. Yalancı sirklerle gelen, dalavereci büyücüler gibi seni bir küreye baktırıyor. Kürede yılanlarını görüyorsun. Gelecekten kötü ihtimaller manzaraları sunuyor sana.
Saf saf her birine inandığın. Her biri karanlık odalara açılan kapılar gösteriyor. Ve en fenası, daha fazlasına kör ediyor gözlerini.
Işığı yakmanı ve sakladığı bin bir başka ihtimali görmeni istemiyor. Göremiyorsun da.

Yazının Devamını Oku