Nil Karaibrahimgil

Gangnam stili yaşam

14 Ocak 2013
Kimse 24 saat, aklı başında cümleler kurmak zorunda değil. Böyle bir köşeyi yazarken bile, saçmalama hakkın saklı kalmalı. Bir keresinde özensiz bir yazı yazmıştım.

Sırf pazartesi çıkmalı diye, gece geç bir vakit. Olur bazen öyle.

Yo, hiç öyle olmaz ve olmamalı diyen halt etmiş!

Sevgili ‘beni zaten sevmeyenler’, bu nasıl yazı filan diye internette laf dolandırdılar. Sevenler, zaten anladı durumu.

Ben ikinci gruba odaklanmayı, birkaç yıl önce öğrendim.

Bir terapist arkadaşım, “Sizin gibilere salık veriyorum, hakkınızda yazılanları okumayın!” dediğinden beri, cadı avını bıraktım ben.

Aslında doğrusunu söylemek gerekirse, insan kendi hakkındaki dedikoduları okurken bile, başkasınınkileri okurken aldığı hazza benzer bir şey alabiliyor.

İnsan çok zengin bir duygu yumağı.

Ama o duyguları da ağırlamak istemiyorum içimde. Haydi açık konuşayım:

İstediğim zaman saçmalayabilmeliyim.

Bu özgürlüğüm, hiçbir ayıplama merci tarafından elimden alınmamalı.

Çünkü bu benim doğamda var. Herkesin doğasında olduğu gibi.

Geçenlerde, bir yerde “Gangnam Style” çaldı ve ben, Psy “Gangnam Style!” dediği yerde giren ritimle birlikte, ata binme hareketini yaparak zıplamaya
başlayınca etrafta yine o, ‘cık cık cık’ bakışından gördüm.

Yahu n’olucak bu memleketin hali? Hadi kendini dansı yapmamak için delice kasıyorsun da beni niye beraberinde sıkıştırıyorsun?

Bırak ben saçmalama hakkımı, Gangnam dansı hakkımı sonuna kadar kullanayım.

Bana niye evde, günler boyu bilgisayar başında, ter içinde bu videoyu izleyerek dans eden ergen muamelesi yapıyorsun ki?

İnan eğer onu yapıyor olsam, şu an olduğumdan çok daha mutlu, güvenli ve hayat dolu bir insan olurdum.

Hatta iyi ki hatırlattın! Bu dansı sana inat, umurunda bile olmasa da, tam Psy gibi yapana kadar evde güneş gözlüğümü takarak, zıplaya zıplaya tekrar edeceğim.

Hah.

Ben şu hayatta en çok içlerden gelenin, dışlara çıkamamasına, yaşanamamasına üzülüyorum.

Bence hepimizin en çok üzülmesi gereken şey o. Saçma bir şey diyememek, isteyememek, Gangnam dansı yapamamak kadar can sıkıcı şey var mı?

Bir kere şunda anlaşalım: Dışarıdan nasıl göründüğümüzü bilmiyoruz.

Bu konuda aynalara güvenemeyiz, çünkü onlar bizim sudaki yansımamız kadar biziz.

Herkesin kendi içinden baktığı perspektifleri, yamuk yumuk aynaları, önyargıları var.

Bize bütün bunların filtre ve merceklerini üst üste koyarak bakıyorlar. Efektlerimiz var.

O yüzden bu imajı kontrol etmekle uğraşacağımıza, hani şu görür görmez, olduğu gibi davrandığı için hemen sevmeye başladığımız o insanlar gibi olalım.

İçimizdeki Psy’ı serbest bırakırsak, milyarlarca hitimiz olacak.
Yazının Devamını Oku

Geçmişe of deme hüfff de!

7 Ocak 2013
2013’e gireceğimiz gece, bir yemek masasının etrafında, 12 kişi el ele tutuştuk.

Amerikalı bir arkadaşımız şükran duası edecekti. Önce masamızdaki yemek, yanımızda olan ve olmayan sevdiklerimiz için teşekkür ettik, sonra geçmişi geride bırakmak için başımızı sola çevirip hızlıca bir ‘hüfff’ yaptık.Gelecek güzel günler diledik. Dua bitti, yemeğe başladık. O sırada düşündüm: Geçmiş bir ‘hüfff’le geride bırakılabilse, ne muhteşem olurdu değil mi?

** *

 Uçakta 87 yaşında bir yazarın Proust sorularına verdiği cevapları okudum. Daha önce de 98 yaşında bir komedyeninkini okumuştum. Hayatı oralardan öğrenmeye çalışıyorum.

Hayatın artık iyice loş olduğu yıllarda, insanların dudaklarından dökülenler çok önemli. Sahteliklerinden tamamen sıyrılmış oluyorlar. Neyin gerçekten değerli olduğunu görmüş oluyorlar. Hayatlarından başka, kaybedecek şeyleri olmadığını biliyorlar. Bu yüzden hesapsızca, içlerinden ne gelirse söylüyorlar.

İkisi de “Arkadaşlıkta neye önem verirsiniz?” sorusuna, “mizah anlayışı” dedi. İkisi de “Bugüne kadar en mutlu olduğunuz yer ve zaman neydi?” sorusuna “Şimdi ve burada” dedi. Demek o yaşlarda bile, geçmişi ‘hüfff’ diye kovmayı başarmışlar. Ki o yaşlarda eminim, panoramik bir geçmiş manzaran oluyor en fazla.

Yazının Devamını Oku

Şu anda bir hastane odasında yatanlara, sevgiyle

31 Aralık 2012
Yarın sabah, illa ki bir yenilik olacak. Şu dünyada hiçbir kulun, bir günden diğerine hali aynı kalmaz.

Ağrınız azalacak, yaranız derinden de olsa kaynayacak, kıpırdamayan yerleriniz oynayacak.
Hayat, şu an olduğu gibi devam etmeyecek. Tıpkı bir lunapark treni gibi, indiği gibi çıkacak. Göreceksiniz. Her şeye yeniden, en tepeden bakacaksınız.
Ciğerleriniz temiz havayla, içiniz şükürle dolu olacak çok yakında. 

İçinde olduğunuz dört duvar, kolunuza bağlı serumlar, tanıdık hemşireler, tanıdık olmayan yatak, duvardaki televizyon birer anıya dönüşecek. Hatta gülümseyerek hatırladığınız bir anıya.
Talihsizlik gibi görünen şeylerin, hikâyenizdeki anlamını, hayat aktıkça şaşkınlıkla izleyeceksiniz.
Bir film izler gibi, görüntüler birbirine bağlanacak, anlam kazanacak.
Bu günlerinizi bile sevip okşayacaksınız yakında.

Yazının Devamını Oku

21.12.2012 sonrası ilk izlenimler

24 Aralık 2012
Yirmi bir aralık iki bin on iki, saat onu yirmi yedi geçe, tamamı bembeyaz kaplı bir balkondaydım ve kıyamet kopmadı.

Daha önce olmamış olan, tek bir şey bile olmadı.

Balkonda, kocaman karla kaplı bir masa vardı. Üzerindeki kara, tarih atıp, ‘kıyamet kopmadı’ yazmayı düşündüm ama, bu hem komik değildi hem de dışarısı çok soğuktu. Hem de ertesi güne eriyip gidecekti zaten.

Böyle bir zaman parçacığına karla karışık umut besleyebiliyorduk ya bazen, helal olsundu bize!

Koskoca insanlık, o günü kafasındaki ajandada şu ya da bu şekilde işaretlemişti. Bazıları “Acaba?” olarak, bazıları “Yok canım!” olarak.

Yazının Devamını Oku

Ahmet Altan ve Yasemin Çongar’a, sevgiyle

17 Aralık 2012
Son zamanlarda, onun da etkisiyle, cümlelerim iyice kısalmıştı. “Hah”, demişti birkaç kişi, “artık daha akıcı yazıyorsun”.

Ritme kaptırıp giderken, kendim bile şaşıyordum cümlelerin netliğine. Kelimeleri kat kat giydirmeye inanmıyordum artık. Bıkmıştım şaşaadan, simlerden, benzetmelerden.

Neyse onu söylüyordum, bitiyordu. Anlayan anlasıncı bakış, bir tür kaçıştı.

Bu kendi çapımda yaşadığım küçük devrime, ben de şaşıyordum. Nasıl berraklaşmıştım? Cümleleri nasıl kısa tutuyordum? Nasıl, ne diyorsam onu diyordum birden?

Buldum sonra. Onu okuduğum için. Her gün okuduğum için. Onunki gibi kesiyordum saçlarını cümlelerin. Bir moda gibi takip etmiştim.

Yazının Devamını Oku

Öp ve şükret

10 Aralık 2012
Yasemin Çongar’ın kızı bir gün gazetelerdeki haberleri okuyup okuyup demiş ki: “Anne neden hep geçmişe dair haberler var?”

Çoğu şeyde olduğu gibi, yine en güzel ve en sade teşhisin bir çocuktan gelmesine şaşmamalı.

Türkiye, hiçbir zaman şu ana bakmıyor. Ya geçmişe bakıp hüzünle kızgınlıkla hesap soruyor ya da geleceğe bakıp endişeleniyor. Endişeli modern lafı da buna çok uygun.

Geçmiş, dalıp hüzünlenmek için büyülü bir coğrafya. Bavuluna eski aşk mektupları, pişmanlıklar, unutulmayan laflardan katlayıp koyar, melankolik yolculuklara çıkarsın. Dalları gökyüzünü kaplamış, karanlık, nemli bir orman gibidir.

Bugün bilim bize, hatırladıklarımızın çoğunun, hatırladığımız gibi olmadığını, beynin geçmişi hikayelendirdiğini ve tekrardan yazdığını söylüyor.

Yazının Devamını Oku

İnsanoğlu

3 Aralık 2012
İnsanoğlu, şu dünyada koşa oynaya avlanıp, ateş yakıp ısınıp, dere görüp susuzluğunu giderirken her şey yolundaymış.

Karnı da doyuyormuş, üşüyünce de ısınıyormuş, sosyalmiş de, hareketliymiş de. Sonra ‘buğday’ı keşfetmişler.

Ah! O buğday yok mu, buğdayın o küçük tohumları yok mu! Onu öğütüp yemeye, tohumunu toplamaya, ama en fenası da ‘ekmeye’ başlamışlar. Ekince, tarım başlamış.

Tarım başlayınca da, yerleşik hayat. Yerleşik hayat başlayınca, ‘burası benim’cilik, sonra sınırlar...

Sınırlarla çevrili bir yerde yiyecek içecek, sığınak, yemek, yani kaynaklar olunca da...

Yazının Devamını Oku

Kararı başkası mı versin?

26 Kasım 2012
Karar vermek, sevimsiz bir şey. İnsan da, tuhaf mahluk. “Kararı ben vereyim, özgür olayım” diye tepinir. “E, hadi sen ver” denildiğinde, “Sence?” der.

Ben hep derim. Sence derim, sizce derim, ötekice derim. Sencede konuşulan dillerde, kendim için iyi olan cevabı bulmaya çabalarım.

Fakat hiçbir ‘sen’, beni bilemez.

Benim geçmişimi hiç yaşamamış, gideceğim yere dair karnında hiçbir his taşımayan biri, yönümü nasıl tayin edebilir?Bu basit soru sorulmaz işte. Yeter ki, kararın o birkaç gramlık ağırlığı ruhumuza çullanmasın!

O ağırlık ki, gün gelip biyopsisi yapıldığında iyi huylu çıkıp, doğru karar; kötü huylu çıkıp, yanlış karar olabilir.

Yazının Devamını Oku