Amerikalı bir arkadaşımız şükran duası edecekti. Önce masamızdaki yemek, yanımızda olan ve olmayan sevdiklerimiz için teşekkür ettik, sonra geçmişi geride bırakmak için başımızı sola çevirip hızlıca bir ‘hüfff’ yaptık.Gelecek güzel günler diledik. Dua bitti, yemeğe başladık. O sırada düşündüm: Geçmiş bir ‘hüfff’le geride bırakılabilse, ne muhteşem olurdu değil mi?
** *
Uçakta 87 yaşında bir yazarın Proust sorularına verdiği cevapları okudum. Daha önce de 98 yaşında bir komedyeninkini okumuştum. Hayatı oralardan öğrenmeye çalışıyorum.
Hayatın artık iyice loş olduğu yıllarda, insanların dudaklarından dökülenler çok önemli. Sahteliklerinden tamamen sıyrılmış oluyorlar. Neyin gerçekten değerli olduğunu görmüş oluyorlar. Hayatlarından başka, kaybedecek şeyleri olmadığını biliyorlar. Bu yüzden hesapsızca, içlerinden ne gelirse söylüyorlar.
İkisi de “Arkadaşlıkta neye önem verirsiniz?” sorusuna, “mizah anlayışı” dedi. İkisi de “Bugüne kadar en mutlu olduğunuz yer ve zaman neydi?” sorusuna “Şimdi ve burada” dedi. Demek o yaşlarda bile, geçmişi ‘hüfff’ diye kovmayı başarmışlar. Ki o yaşlarda eminim, panoramik bir geçmiş manzaran oluyor en fazla.
Ağrınız azalacak, yaranız derinden de olsa kaynayacak, kıpırdamayan yerleriniz oynayacak.
Hayat, şu an olduğu gibi devam etmeyecek. Tıpkı bir lunapark treni gibi, indiği gibi çıkacak. Göreceksiniz. Her şeye yeniden, en tepeden bakacaksınız.
Ciğerleriniz temiz havayla, içiniz şükürle dolu olacak çok yakında.
İçinde olduğunuz dört duvar, kolunuza bağlı serumlar, tanıdık hemşireler, tanıdık olmayan yatak, duvardaki televizyon birer anıya dönüşecek. Hatta gülümseyerek hatırladığınız bir anıya.
Talihsizlik gibi görünen şeylerin, hikâyenizdeki anlamını, hayat aktıkça şaşkınlıkla izleyeceksiniz.
Bir film izler gibi, görüntüler birbirine bağlanacak, anlam kazanacak.
Bu günlerinizi bile sevip okşayacaksınız yakında.
Daha önce olmamış olan, tek bir şey bile olmadı.
Balkonda, kocaman karla kaplı bir masa vardı. Üzerindeki kara, tarih atıp, ‘kıyamet kopmadı’ yazmayı düşündüm ama, bu hem komik değildi hem de dışarısı çok soğuktu. Hem de ertesi güne eriyip gidecekti zaten.
Böyle bir zaman parçacığına karla karışık umut besleyebiliyorduk ya bazen, helal olsundu bize!
Koskoca insanlık, o günü kafasındaki ajandada şu ya da bu şekilde işaretlemişti. Bazıları “Acaba?” olarak, bazıları “Yok canım!” olarak.
Ritme kaptırıp giderken, kendim bile şaşıyordum cümlelerin netliğine. Kelimeleri kat kat giydirmeye inanmıyordum artık. Bıkmıştım şaşaadan, simlerden, benzetmelerden.
Neyse onu söylüyordum, bitiyordu. Anlayan anlasıncı bakış, bir tür kaçıştı.
Bu kendi çapımda yaşadığım küçük devrime, ben de şaşıyordum. Nasıl berraklaşmıştım? Cümleleri nasıl kısa tutuyordum? Nasıl, ne diyorsam onu diyordum birden?
Buldum sonra. Onu okuduğum için. Her gün okuduğum için. Onunki gibi kesiyordum saçlarını cümlelerin. Bir moda gibi takip etmiştim.
Çoğu şeyde olduğu gibi, yine en güzel ve en sade teşhisin bir çocuktan gelmesine şaşmamalı.
Türkiye, hiçbir zaman şu ana bakmıyor. Ya geçmişe bakıp hüzünle kızgınlıkla hesap soruyor ya da geleceğe bakıp endişeleniyor. Endişeli modern lafı da buna çok uygun.
Geçmiş, dalıp hüzünlenmek için büyülü bir coğrafya. Bavuluna eski aşk mektupları, pişmanlıklar, unutulmayan laflardan katlayıp koyar, melankolik yolculuklara çıkarsın. Dalları gökyüzünü kaplamış, karanlık, nemli bir orman gibidir.
Bugün bilim bize, hatırladıklarımızın çoğunun, hatırladığımız gibi olmadığını, beynin geçmişi hikayelendirdiğini ve tekrardan yazdığını söylüyor.
Karnı da doyuyormuş, üşüyünce de ısınıyormuş, sosyalmiş de, hareketliymiş de. Sonra ‘buğday’ı keşfetmişler.
Ah! O buğday yok mu, buğdayın o küçük tohumları yok mu! Onu öğütüp yemeye, tohumunu toplamaya, ama en fenası da ‘ekmeye’ başlamışlar. Ekince, tarım başlamış.
Tarım başlayınca da, yerleşik hayat. Yerleşik hayat başlayınca, ‘burası benim’cilik, sonra sınırlar...
Sınırlarla çevrili bir yerde yiyecek içecek, sığınak, yemek, yani kaynaklar olunca da...
Ben hep derim. Sence derim, sizce derim, ötekice derim. Sencede konuşulan dillerde, kendim için iyi olan cevabı bulmaya çabalarım.
Fakat hiçbir ‘sen’, beni bilemez.
Benim geçmişimi hiç yaşamamış, gideceğim yere dair karnında hiçbir his taşımayan biri, yönümü nasıl tayin edebilir?Bu basit soru sorulmaz işte. Yeter ki, kararın o birkaç gramlık ağırlığı ruhumuza çullanmasın!
O ağırlık ki, gün gelip biyopsisi yapıldığında iyi huylu çıkıp, doğru karar; kötü huylu çıkıp, yanlış karar olabilir.