Bir insana ilk kez sadece eskimiş bir çerçeveden bakılabildiğini.
Şansı verince içlerinden, hani o doğum günü kartlarında olduğu gibi, üç boyutlu rengarenk bir katlama sanatı çıktığını.
Herkesin bir nevi o çocukken yediğimiz sürpriz yumurtalardan olduğunu...
Bazen görmeyi unuttuğum şeylerin bakmayı unuttuklarım olduğunu.
O seslere yakın titreşimleri yakalayan enstrümanları, şarkıcıları, melodileri seviyoruz. Dinlemeden duymaya başladığımız bir müzik bu. Doğduğumuzda nasıl bir ses dünyasına geldiğimizi biliyoruz. Ninnilerle ve dilin tonlamalarıyla daha da oturuyor notalar yerlerine. Türkülerle, makamlarla büyüyoruz. Hep beraber dans etmeye kalksak bir gün, yüzde yüz buraya ait bir şey çalmamız gerekir.
Bunda hemfikiriz.
Amerika’da, herkesin hep bir ağızdan söyleyeceği bir şarkı yazmak istersen, bu işi Bruce Springsteen’e verirsin. O country rock karışımı bir şarkı yazar. O paslı, puslu, hisli sesiyle bağırarak haykırır. Öyle bir haykırır ki, sanki Grand Canyon gibi bir yerde sanırsın kendini. Tepende kartallar gururla pike yapar.
Şarkıda Bruce senden ne istiyorsa yaparsın, neden bahsediyorsa katılırsın. Yumruğunu sıkar, bayrağını çeker dalgalandırır. Öyle bir şarkı olur. Ama en önemlisi majör, yani ‘ah ne gam’, bir tonda olur. Majör, müzikte mutluluk akorlarıdır.
Hani tanımadığımız halde bize tuhaf mimikler yapan, kaş göz oynatan birine “Afedersiniz bana bir şey mi demeye çalışıyorsunuz?” deriz ya, onun gibi aynı.
Sanki bir mesaj geliyor. O belli. Gün gibi ortada. Da. Ben şimdi buna basıp nereye zıplamalıyım? Bu denilen neye bağlanacak? Rüya tabiri gibi, bir çözücü mü damlatılmalı? Hazineye giden yol buradansa, ben bu bilgiyle napayım? Daha da önemlisi, eğer bir “doğru yol” varsa, bunlar onun işaretleri mi? Bu ve daha nice sorunun cevabını araştırmak üzere, son deneyimimi anlatayım.
Bodrum’da, bir arkadaşımızın evinde, Panamalı, dünya tatlısı bir psikiyatristle tanıştım. Freudyan terapi yapan güzel bir kız. Bu konulara dalmayı sevdiğimden, her şeyin suçlusunun muhakkak “anne” çıktığı bu aleme daldım. Bilinçaltı, öyle kolayca kaldırılıp bakılacak yer değil. Freud’a göre, basınç var. Bence de var. Hele en son, anılarımızı bile uydurduğumuza dair bir kitap okuduktan sonra buna iyice inanır oldum.
Sohbetinde, yaşadığı bazı unutulmaz hikayeleri anlatıyordu. Bir noktada kendisinin de eğitimi gereği düzenli terapiste gittiğini söyledi. Sonra aynen şöyle dedi: “Bir divana uzanıp terapiste bakmamakla, koltukta oturup yüz yüze konuşmak arasında çok fark var. Karşındakinin yüz ifadelerini görmediğinde, bilinçaltına inmen daha kolay oluyor. Uzanmakla da ilgili bir şey. Yatay pozisyonda kavga edilmiyor. İster istemez insanı sakinleştiren bir şey uzanmak. Hiç yan yana yatıyor olduğunuz biriyle, yatay hali bozmadan kavga ettiğinizi hatırlıyor musunuz?” (Sahneyi burada keselim)
Yaşadığım çok güzel bir şeyin aynısını tıpkı geçen seferki gibi yaptım. Aynı insanları aynı yerde, aynı saatlerde bir araya topladım. Geçen sefer yaşadığım o güzel şeyleri tekrar yaşamak, hatta belki bir ihtimal geçmek beklentisiyle.
Bir kez daha gördüm ki, Heraklit haklı, aynı nehire iki kez giremiyorsun. Yaşadığın hediye gibi anları, tekrarlayamıyorsun. Her şeyi aynı tutsan da, başka zamandasın. Daha da önemlisi, senin dışındaki her şey değişiyor. Sen, her şey, her değişken olamıyorsun. Hayat akışkan. Ve iyi ki de öyle. Yaşasın! Ve ne yazık ki böyle! Tüh!
Hâl böyleyken, anladım ki, yaşadığını yaşadığın an yaşayacaksın. Evet aynen bu cümledeki kadar çok kere! Gökyüzüne dikeceksin gözlerini, uzun uzun bakacaksın. Rüzgar yanından geçip gidemeyecek, uzun uzun çekeceksin içine, toprağa batıracaksın ayaklarını, kök salacak. Kim varsa sevdiğin, öp öp öpeceksin. Seviyorsan, yüzünü güldürene dek söyleyeceksin. Güzel bir şey gördüysen, gidip sarılmaya sarılamıyorsan, oturup çizmeye çizemiyorsan, yazmaya çalışacaksın. Her ana, eşsiz bir heykele, bir sanat eserine bakar gibi kıymetini teslim edeceksin ki... O da seni kucaklasın. O, o ana özel bir gösteri. Bir daha orası öyle olmayacak. Onlar da öyle olmayacak. İşin daha da tuhafı sen bile başka olacaksın başka sefere.
Tekrarımın aynı değil de “başka” oluşu beni öylesine şaşırttı ki, artık yapışıyorum “olan”a. Ellerimi hiç bırakmadan, başka birilerini içine sokamayacağımı, her şeyin o sırada tek kereliğine orada olduğunu bilerek.
Canım yine, her zaman olduğu gibi, rüzgârı yağmuru bol kuzey ülkelerine gitmek istedi. Bunu yazarken de istiyor. Bu yaz tanıdığım birkaç insan evine klimalar taktırdı, öyle rahat etti. “Çeşme hep esiyor” dendi yine. Bilmiyorum geçen yaz da böyle miydi, ama bu yaz deniz bile sıcaktı. “Ayvalık da buz gibi” dendi yine.
Bu yaz suyun altında paletle, iki ayağımı birleştirip deniz kızı mı desem, yunus mu öyle kıvrılarak gitmeyi öğrendim. Kimsenin öğretmesine gerek olan bir şey değil. Basit. İki ayağını yüzgeç gibi çırparken, belini de dans ediyormuş gibi kıvırıyorsun. Fakat bunu izleyen biri olmalı ki, yapıp yapamadığını söylesin. En son sorduğumda, “Yapıyorsun” dediler.
Bu önemsizmiş gibi durabilir ama balıklama atlamayı öğrendiğim yaz kadar önemli benim için. Suyun içini sevmeye, onunla arkadaş olmaya çalışıyorum. Şahika kadar olamam tabii. O suya girince en dibine gidip, yatıp orada rahat ediyor. Ama o dünya rekoru kırmış bir dalgıç. Omuriliği kılçık, kolları yüzgeç onun. Birkaç dakikalığına Şahika olup, derinlerle onun kurduğu ilişkiyi yaşamak isterdim. Ben denizde koyu laciverti görünce ürperiyorum.
Bu yaz, Peri’ye bir kardeş geldi. Yani o ocakta geldi ama ben bu yaz tanıştım. Beş aylık haliyle tanışınca, fazla bir sohbetimiz olmadı. Bol bol dokunmamız, havalara atıp tutmamız, koklamamız oldu. Peri de şaşkın. Bir insan abla olunca nasıl da değişiyor. Biraz olgunlaştı, sessizleşti. İkinci olmayı öğretip duruyor kendine. Kıskanmadan sevmeyi, konuşmadan anlaşmayı, yeni birini sahiplenmeyi öğreniyor. Ben de öğrenmiştim kardeşim doğduğunda. “Tamam sıra bendeee” deyip o koskoca 8 yaşımdaki halimle, onun bebek arabasına az mı oturdum Tunalı Hilmi’de.
Bu yaz, kardeşimin yeni iPhone, iPad oyunu ‘Canyon Rush’ çıktı. Öyle koştur babam koştur gidiyorsun bir vadide. “Up You Go oyunun kadar zor olmasın bu” dedim. “Değil değil” dedi. Bakalım Gül bayağı ilerlemiş, onu geçerim bu yaz. Kardeşimi de gider görürüm belki bu yaz.
Bu yaz hiçbir şarkı öyle çok popüler olmadı. Yani en azından benim istemeden de olsa ezberlediğim bir şarkı olmadı.
Bu yaz değişiklikler yazıydı. Yani bu yaza bir isim vermem gerekse, adı bu olurdu.
Bu yaz geçen yazdan daha zayıfmışım.
Henüz kendilerini uzun uzadıya incelemiş, “Güneşte oturmayı sevmem” ya da “Çayı limonlu içerim” gibi cümlelere varmış değiller. “Siyah giyerim” ya da “Turuncu giymem” gibi katılaşmış kütlelere henüz rastlanmıyor. Kendileri de, tıpkı her gün bir sürü şey öğrendikleri dünya kadar yabancı, taze.
Aynadaki akisleri hâlâ uzakta gördükleri bir dağ kadar uzak ve heyecan dolu. O burnun iki sene sonra öyle olmayacağını sanki içten içe bilir gibiler.
Değişimin kaçılmaz olduğunu...
Bu yüzden “Yemekten hemen sonra yüzmem” kadar onlara saçma gelen bir şey yok. Böyle bir cümleye rastladıklarında, büyük bir şaşkınlıkla “Nereden çıktı bu?” gibilerden bakıyorlar.
Sanki bizim “Salı akşamüstüleri gökten düşen jöleli gömleklere basmam” filan gibi tuhaf bir cümle duymamız gibi geliyor onlara.
Anlam veremiyorlar. Kendimizle ve her şeyle ilgili büyük bilgi kirliliği yaşadığımızı bilmiyorlar.
O cümlelere vardığımız dönemeçlerden geçmemişler. Onlar önlerinde uzanan kırların rüzgarıyla şaşkınlar.
6 aylıksanız, dünyadaki tüm renkler ve sesler olağanüstü! Elle tutulabilen her şey yenebilir. Bir şeyi tutmayı bırakırsan, bir süre sonra bir ses duyulur.
Bunu ilk duyduğumda “I had enough” (Bendeki bana yetti) demek sanmıştım.
Ama olamazdı. Müzikte o kırışık karanlık yoktu. Jim Jarmusch’un filmindeki o yasaklanmış fadoyu söyleyen kadında vardı o.
O kadın derdi bunu. Hepimiz tozdan geldik diyen ve böbürlenenleri toz olmakla tehdit eden oydu.
Ich habe genug’sa tam tersini diyormuş. “Bendeki bana yeter” demekmiş. Fiildeki bir zaman farkıyla, geçmişten ve pişmanlıklardan uzaklaşıp şimdiyi kutlamaya geçmek nasıl da mümkün.