Özleyeceklerim
Çocuklarım
Nick
İlkbahar
Sonbahar
Waffle
Waffle konsepti
Kimi seviyorsan onun olduğu toprağa düşüyor bu yağmur. Onun çoraklığına yağıyor. Bir kıpırdanma başlıyor toprağında belli belirsiz. Ancak hızlı çekimde görülebilecek bir kıpırdanma bu.
Bir tür kalp atışı gibi, bir şey atmaya başlıyor yeryüzüne doğru. Sanki içeride bir yumruk varmış da, dışarı çıkacakmış gibi. Doğum öncesi bir tekme gibi.
Anladın işte, daha önce gömülü bir şey, inatla güneşe çıkmak istiyor. Kimsenin durduramayacağı bir şey. Küçücük, kaskatı renksiz bir tohum, sırf sen onu sevdin diye, yağmuruyla buluşuyor.
Biraz daha seviyorsun, toprağı delip bir fidan gibi taşıyor dışarı. İnan o da kendinden habersiz. Bilmiyor henüz meşe mi, kayısı mı, manolya mı. Bilmiyor kokusunu yaprağının. Bilmiyor rengini çiçeğinin. Ve tabii bilmiyor tadını meyvesinin.
Sadece gökyüzüne uzatıp kollarını, bir kutlama yaşıyor kendince. Güneşe çıkmayı kutluyor. Birisinin onu sevmesinin cesaretiyle, kendini gösteriyor işte.
“Niye saklanayım ki” diyor, “birisi beni seviyorsa, sevilecek bir şeyim. Her neysem.”
Az biraz daha seviyorsun ve baharı geliyor. Rüzgar bir postacı gibi, müjdeler üstüne müjdeler taşıyor ona. Renkleniyor yaprakları. Sanki boş bir boyama kitabı sayfasıymış gibi, bir çocuk delicesine dolduruyor içini. Hem de taşıra taşıra çizgilerini.
Kollarındaki, karnındaki renklere aklı duruyor. Yumruğunu sıkıp, fışkırtıyor dallarından çiçekleri, meyveleri. Güneşle yağmurun kızı, gökkuşağı bile kıskanıyor onun bu halini. Nasıl da karıştırmış diyor, benim üst üste dizdiğimi.
Buna o kadar inanırız ki, tüm kusurları ve ‘kötü’ algılanabilecek duyguları, arzuları bir güzel çitiler, öyle dışarı asarız. Bu bizi içten içe hasta edip, çift hayatlar yaşamaya zorunlu da kılsa, bu kurala uyarız.
Aile içindeki şeyler içeride kalır. (Dışarıda olan şeyler dışarıda kalır.) Başa gelen bir talihsizlik savuşturulup, olmamış gibi yapılır. İlkokulda, başkalarıyla yeni yeni paylaştığımız birkaç sır da ortalarda gezinince, arkadaşlar bile güme gider.
İnsan kendini hayatının daha en başında uyarır: Kimseye karşı temkini elden bırakmayacaksın. Arkadaşa bile hikayenin tümünü aktarmayacaksın.
‘Aman dikkat’lerle kat kat sarmalanan bu bünye, suskunlaşır. İçine atar çöplerini. Çöp zannettiklerini diyelim. Çünkü aslında insana ait hiçbir şey çöp değil. İnsana ait her şey, hepimizde mevcut ve tanıdık. Her duygumuzun birbirimizde karşılığı var.
Bir şey saklamak, kendini yalnız var saymaktan, derdini dev sanmaktan kaynaklı. Halbuki ne yalnızız ne de dertlerimiz sadece bize ait. Neredeyse her şey ortak kümede. Bunu anlamanın tek yolu da, anlatmak.
Kendi hikayenin karşı tarafta şok etkisi yaratmadığını, hatta sıkıcı derecede tanıdık geldiğini gördüğünde, birbirinde eriyorsun.
Efervesan bir tablet gibi eritiyorsun o katılaşmış asitli şeyi. İçinden gidiyor artık. Ödem yapmıyor. Tanıdığım en sağlıklı insanlar, açık bir kitap gibi dolaşanlar.
Sevgilisiyle ya da sevgilisizliğiyle olan derdini, içine mizah katarak anlatan insan kadar eğlencelisini gördünüz mü?
Sanki sıkı sıkı tembihlenmiş bir casus gibi, ‘aman etraftaki her şeyi çekeyim koyayım’ hastalığı salgın halinde.
Bundaki maksat, mesaj ne olabilir diye düşününce aklıma ilk gelen şu oldu:
Hepimiz kendimizin pr’ı (halkla ilişkilercisi) olmuşuz. Sevilme ve takdir edilme müptelasıyız.
24 saat kendimizin a. ne kadar sosyal, b. ne kadar güzellikler içinde c. ne kadar mutlu ve tabii ki d. ne kadar zeki olduğunu ispat etmek durumundayız.
Arkamızda bir başımıza seçtiğimiz, tek başımıza geçtiğimiz yollar. Yanımızda iki yana sallanan incecik, ama kaslı, kollar.
Çok güçlü olmak zorundayız.
Hep devam etmek, artmak, çoğalmak, parlamak zorundayız.
Bir mücadele halindeyiz.
Evet, hep ilk işim bu oluyor uyanınca. Avusturya’nın bu dağ kasabasında, her gün başka bir kar mönüsü var zira. Dün, güneşliydi. Bugün sisli yoğun kar yağışı. Akşama yağmurlu kar veriyor.
Diyeceksiniz ki, “Sen de snowboard’u ayağına takıp dağların tepesinden aşağıya kendini bırakmak zorunda mısın?”
Zorundayım evet. Kendimi hayal kırıklığına uğrattığımda, ağır cezalar veren bir ruha sahibim.
Mazeret, şikayet, vazgeçiş. Bunlardan mümkün olduğunca uzak duracağıma söz verdim.
“Saat 6’da meydanın oradaki eczaneden alayım sizi” dediğimde, kalbim, çıkmaz sokak bir sevgiliyle buluşacakmış gibi çarptı. Evden uçarak hızlıca çıktım. Karlı kaldırımda yokuş aşağı yürürken, kafamda bin bir soru vardı. Nasıldın? Aynıydın büyük ihtimal. Oğlun nasıldı? O aynı olamazdı, en son gördüğümde sadece beş aylıktı çünkü. Kocan nasıldı? Aynıydı bence o da. Çocuklar büyüyor, biz aynı kalıyoruz sanıyoruz ya.
Meydanda beni bekliyordunuz üçünüz. Yanlış tarafa bakıyordunuz, oradan gelmeyecektim ki. Böyle zamanlarda bütün insanlarla ilgili sımsıcak duygulara kapılıyorum. Ne kadar saçma öngörülerle hareket ediyoruz. Omzunuza dokunup, “O taraftan değil bu taraftan geldim” dediğimde birbirimize sarılıp hiç ayrılmamış olduğumuzdan emin olduk dördümüz. Sanki gizli bir aileyiz. O kadar yakın hissettim varlığınızı. Oğlunun saçları sapsarı kıpkıvırcık çıkmıştı! O ne tatlılıktı öyle! Minik bir prens doğurdun sen! Gülüşüyle krallıklar kuracak olan, sarı saçlı mavi gözlü bir dev.
Seninle, birbirimizin geleceği hakkında ileri geri tahminlerde bulunduğumuz yılları hatırladım. Vaktimiz çoktu. Hiçbir şeyimiz yoktu. Hiçbir fikrimiz yoktu. Ne iş yapacaktık? Kiminle evlenecektik? Zengin olacak mıydık? Zengin olanın olmayanı köleleştirme senaryolarıyla eğlenirdik. Pudra şekerli börek yer, yere bakarak bize yürür, annemin yaptığı çayı içer uyurduk. İkimiz de biraz içliydik. Senin çocukluğun Luxemburg’da geçmişti. Benimki Ankara’da. Birbirimizi bulmamız tuhaftı. Herkese göre sen çok tuhaftın. Sana göre herkes çok kabaydı.
Yıllar sonra, İsviçre’nin bir dağ kasabasında, sen, sırtında oğlun, yanında Avustralyalı kocan ve ben, karlı bir kaldırımı tırmanıyorduk. Sen yine yürürken yere bakıyordun. O hiç geçmedi bak.
Sonra seninle o kimsenin bizi tanımadığı kasabada, bir aşağı bir yukarı yürüye yürüye konuştuk bir hafta. Pastanelere gidip kakao içtik. Ben sana kurbağa sesi yapan bir oyuncaktan çıkan ses ağzımdan çıkıyormuş gibi salakça şakalar yaptım. Senin yanında sarsak bir çocuk gibi davranabiliyorum ya, şükürler olsun. İnsanın delirmesini önleyen şeyler listesinin başına ‘arkadaş’ koymaları boşa değil. İyi ki varsın sen. Dünyanın öbür ucunda yaşıyorsun ve bana hep kızıyorsun oraya hiç gelmediğim için ve haklısın ama ne yapayım çok uzak. Tamam haklısın çok bencilce bu. İşte seni bu yüzden seviyorum! Bana ne kadar bencil olduğumu gösteriyorsun. Kendimi, senin aynanda görüp, çekidüzen veriyorum. Bana yansıttığın Nil’den tanıyabiliyorum kendimi. Beni de yabana atma ama. Sana benim kadar acımasızca senden bahseden de yoktur!
Sen sorgulamadığım bir yerdesin. En yakın arkadaşımsın işte. Artık öyle misin değil misin sorusu kalmamış. Oğlun North’un vaftiz annesiyim ama kendi oğlummuş gibi seviyorum onu.
Senin o uzaklardaki hayatını da seviyorum, uzak olduğu için sevmesem de. Botanik parkın yanında oturmanı. “Hayır Nil valla köpek balığı yok”u. North’a, şarap fıçısının içine yüzlerce taş döşeyerek yaptığın o muhteşem ahşap küveti. Sana bağlantı kuralım diye bir eşini aldığım pijamayı.
Zaman tünelinde elini hiç bırakmayıp, seni bugünüme getirdiğim için kendimle gurur duyuyorum.
İçten sesleri biliyorsunuz zaten. O ses ki, çocukluğumuzdan beri durmadan bizi, başkalarının gitmediği yerlere sürüklemeye çalışır ve biz bu yüzden onu terbiye etmeye uğraşır, hatta suratına kapı çarparız.
İnsan en yakınındakileri dinlemezmiş ya, o hesap. Bize en en yakın yine bizsek, ki öyle, onu dinlememeyi zamanla alışkanlık haline getiririz.
Bazen kapıyı üstüne kapayınca, gider pencerelerden bağırır uyutmaz. Uyursun, rüyanda anlatır. Biz oldukça susmayacak o belli.
Ama onu dinlemeyi ihmal etmek ve dıştan seslere kulak vermek öyle olası ki, ‘yahu nerede benim kendi sesim’ diye uzun yolculuklara çıkan, saatlerce oturup sessiz bekleyenler var. Ya, işte susturursanız da küser. Öyle bir şey.