Sırtımdaki, kolumdaki tek bir kası bile kıpırdatamıyordum.
Uzun zamandır, öyle kimse bakmıyormuş gibi dans etmemiştim.
Kaslarım napıyorsun dedi tabii sonrasında. Kaskatı kesildiler.
Evde ruh gibi geziyordum ama neşem tamdı.
Yeni şarkımın klibi içindi bu dans çalışmaları. Bir şey doğacaktı.
Sancısız bir şey doğmazdı biliyordum.
Başladığımız kitapların sadece yüzde 3’ünün sonuna geliyormuşuz.
Demek başladığımız şeylerin de çoğunun yüzde 3’ünü nihayete erdiriyoruz.
Sormalıyız bence, bizi yolları tamamlamaktan alıkoyan nedir?
Çoğu zaman koca bir tembellik.
(Ki yaz mevsim olarak buna çanak tutar, kanmamak gerek.)
“Gel kucağıma uzan” der yaz, sonra orada, sıcacık elini alnından çekmeden seni bir güzel uyutur.
Karnını doyurup durur.
Hani günün menüsü var, günün elemanı var, günün çorbası var ya bence bir de günün dersi olmalı.
İnsanın başucunda bir defter durmalı ve oraya o gün ne öğrendiyse yazmalı.
Hem hayatın öğrencisi olduğunu hatırlıyorsun, hem de hatanın kıymetini anlıyorsun.
“Of bugün şunu yapmam çok yanlış oldu” demiyorsun, “Yazacak, biriktirecek, bakacak bir şeyim oldu” diyorsun.
Hani bir insan bir şeyi nasıl yaparsa, her şeyi öyle yaparmış ya. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama tamamen katılıyorum.
Mesela birinin bavul toplayışıyla, günün işlerini toplayışı aynı. Sevgilisine bakışıyla, hayata bakışı. Yemek yapışıyla, yatak yapışı.
Eskiden hayatımı özetlememe yardımcı olsun diye psikoloğa gittiğimde çantama bakmıştı. Bana “Nil hanım bu koca çantayla geziyorsunuz. İçinde neredeyse çaydanlıktan bisiklet pompasına her şey var. Bu çanta küçüldüğü gün, hayat daha basit olacaktır” demişti.
Öyle biri ki, sırlarını bilir, zayıflığını bilir, gücünü bilir. Öyle biri ki, ne yapman gerek en iyi o bilir. Kalbine yakın, gözünün içine bakar, peri gibi biridir.
Fakat uzun zaman önce birileri sana bu Kendi’nin pek güvenilmez, hayli tecrübesiz ve yanılgıya meyilli biri olduğunu söylemiş. Söylemekle kalmamış, tembihlemiş.
Aman, şu içinde adeta tatil yapan Kendi’ni ciddiye alma. Bilmez o. Dışarıya sor. Annene sor, babana sor, öğretmenine sor, uzmana sor, ünlü birine sor. Kendi bilmez seni, başkaları bilir. Kendi karar veremez, başkaları verir.
Bu o kadar tekrar edilmiş ki, biz de kanaat getirmişiz pek bir şey bilmediğine, Kendi’mizin. Başlamışız dışarıya kulak kabartmaya.
Şimdi dışarısı, içeriyi pek göremez. İnsan pencerelerinden içeriye pek güneş almaz, dolayısıyla çoğu yerimiz kilerdedir. Kilere de bir tek Kendi inebilir.
Yine de bilirlermiş gibi ya da görebilirlermiş gibi başkalarının kılavuzluğuna ihtiyaç duyarız.
Hayatta ne zaman tüh dediysem, Kendi’me “Sus içeri git, başkalarını duyamıyorum” dediğim zamanlardır. Sonra küsüp oturur, “Bak sana dediydim” der.
Sevmekten önce saymayı,
Ağzına gelen dikenli lafları geri yutmayı.
O bulutluyken sen güneşli,
O güneşliyken sen ağaç olmayı.
Ekmeğini ikiye bölmeyi,
Alevlendiğinde çabucak sönebilmeyi.
Ben yerine biz diyebilmeyi,
E ama döngü bu. Dönüp dolaşıp, yaz geliyor işte.
Kafam duruyor benim güneşte. Düşüncemi toparlayamıyorum. Kendimi hissedemiyorum. O kadar sıcak ki. Nietzsche mi demişti, düşünce güneşte gölgeye kaçar diye. İşte aynen öyle.
Neyse ki ağaçlar var. Bir erik ağacı buldum. Yaprakları ‘güneş güneş’ diye tutturan.
Onlar yüzlerini güneşe vermiş güneşlenirken, ben gölgesinde aklımı başıma alıyorum.
Hele bir de rüzgar çıkarsa, hele hele bir de güzel bir kitap varsa, tadından yenmez oluyor bu yazın.
Nasıl güneşin altına değil de gölgeye tutkunsam, cevaplara değil sorulara da tutkunum aynı derecede. Bir cevap beni hiçbir zaman tavlayamıyor.
Sorularaysa âşık oluyorum.
Yok, şöyleymiş. Üç gündür şekersiz beslendiği için üç tane takmış. Bu bilezikler ‘alışkanlık kazanma’ bilezikleriymiş. Toplamda 21 tanelermiş. Beynin yeni bir alışkanlık kazanmaya alışması 21 günmüş. Yeni alışkanlığını uyguladığın her gün, yeni bir bileziği takıyormuşsun.
Ha, ama işin zor bir tarafı var. Mesela 18 gün şekerli bir şey yemedin. 19’uncu gün yedin. Haydi bakalım bütün bilezikleri çıkarıp baştan başlıyorsun.
Hiç alışkanlığı bozmadan 21 gün gitmen gerekiyor ki, beynin yeni ağını örsün.
Bu arada, bir şeyi bırakmak için kullanabileceğin gibi, kendine yeni bir alışkanlık kazandırmak için de kullanabilirsin bu 21 bileziği.
Mesela “Her gün yürüyeceğim” gibi. Başlarsın yürümeye ve tek tek bilezikleri geçirmeye. Tabii ki bayıldım. Tabii ki, ben de istedim aynılarından.
Tamam, hangi renk isterdim, siyah mı sarı mı? Siyah çok sıkıcı geldi, sarıyı seçtim. Şimdi sıra alışkanlık seçmeye geldi. “Mesela” dedi, “Kardeşim aynı anda iki alışkanlık edinip, bir tane de bırakmak istiyor. Bütün kollarında üç değişik renk bilezikler var”.
Yok artık, bu bana fazla. Ben teker teker giderim.
Fark ettim ki, uzun zamandır şöyle yan gelip sıkılmaya vaktim olmamış. İçimdeki kadınları hep meşgul tutmuşum.
Birisinin annesi, birisinin çocuğu, birisinin arkadaşı, birisinin kardeşi, birisinin iş arkadaşı, birisinin sevgilisi derken, benim benimi unutmuşum gitmiş. Benim Nil’imi yani.
Halbuki biz onunla ne eğlenirdik! Sabaha kadar dertleşir, çıkmaz yollarda kaybolur, yolumuzu birbirimizin gözünün içine bakarak yeniden bulurduk.
Biz şarkılar söyler, dans ederdik. Yürüyüşe çıkar, bazen bir ekmek alır dönerdik. Kimse bizimle yemezdi bazen, oturur kırar yerdik o ekmeği.
Can yoldaşım Nil’imi özlediğimi söyleyince, iyi ki diyorum, “Kendinize ait bir oda tutun” demişler bana. Yoksa kırk yıl düşünsem, bu hamleyi yapamazdım.
Neyse, ben bu tavsiyeyi dinledim ve kendime bir yer tuttum. İçine de bir masa, bir gitar, bir koltuk, bir çay bardağı, bir su bardağı, bir de su ısıtıcısı koydum tamam ama, içeri her seferinde benimle giren şu cep telefonuma bir çare bulmam gerekti. Komodini de ondan aldım.
Fark ettim ki, bu devirde tek başına kalsan da sıkılmak zor zanaat. Hemen pıt pıt cevap yazmaya koşmalar, kim ne yapmış ne demiş bakmalar, video izlemeler derken 1 saatin sonunda içimde bir burkulmayla kalakalıyorum. Minik bir sosyal felç geçirmiş gibi, koltuğa yığılıyorum.