Paylaş
Fark ettim ki, uzun zamandır şöyle yan gelip sıkılmaya vaktim olmamış. İçimdeki kadınları hep meşgul tutmuşum.
Birisinin annesi, birisinin çocuğu, birisinin arkadaşı, birisinin kardeşi, birisinin iş arkadaşı, birisinin sevgilisi derken, benim benimi unutmuşum gitmiş. Benim Nil’imi yani.
Halbuki biz onunla ne eğlenirdik! Sabaha kadar dertleşir, çıkmaz yollarda kaybolur, yolumuzu birbirimizin gözünün içine bakarak yeniden bulurduk.
Biz şarkılar söyler, dans ederdik. Yürüyüşe çıkar, bazen bir ekmek alır dönerdik. Kimse bizimle yemezdi bazen, oturur kırar yerdik o ekmeği.
Can yoldaşım Nil’imi özlediğimi söyleyince, iyi ki diyorum, “Kendinize ait bir oda tutun” demişler bana. Yoksa kırk yıl düşünsem, bu hamleyi yapamazdım.
Neyse, ben bu tavsiyeyi dinledim ve kendime bir yer tuttum. İçine de bir masa, bir gitar, bir koltuk, bir çay bardağı, bir su bardağı, bir de su ısıtıcısı koydum tamam ama, içeri her seferinde benimle giren şu cep telefonuma bir çare bulmam gerekti. Komodini de ondan aldım.
Fark ettim ki, bu devirde tek başına kalsan da sıkılmak zor zanaat. Hemen pıt pıt cevap yazmaya koşmalar, kim ne yapmış ne demiş bakmalar, video izlemeler derken 1 saatin sonunda içimde bir burkulmayla kalakalıyorum. Minik bir sosyal felç geçirmiş gibi, koltuğa yığılıyorum.
Kendimi şu soruları sorarken buluyorum: Neden benim bacaklarım o kadar uzun değil? Neden ben tatile oraya gitmedim? Neden ben ondan yemedim? Neden benim de ondan yok? Neden benim bu kadar eğlenen kalabalık bir arkadaş grubum yok?
Beni hiçbir yere götürmüyor bu sorular, ekşileşmiş bir şekilde kalakalıyorum. Benden ne komposto oluyor o saatten sonra, ne reçel. Sıkılmaktan beni alıkoyan cebim, bunu yaptığı yetmiyormuş gibi içimi sıkıyor.
Sıkılmadan bir şey olmayacağını öğrendiğimde, küçüktüm ben. Çok sıkıldığım için şarkı yazdım. Sıkılırken yazı yazdım. Sıkıldığım için, odada ses olsun diye ağzımı açıp şarkı söyledim.
Okulda sıkıldım arkadaş buldum, serviste sıkıldım müzik dinleyip hayal kurdum, sahilde sıkıldım deniz kabuğu topladım, odamda sıkıldım oyun kurdum. Sıkılmayı unuttum sonra.
Geçen gün, Hisar Okulları’nın düzenlediği TEDx konferansında, “Tavşan deliğinden aşağı” başlığı altında konuşma yapmamı istediklerinde aklıma bu geldi.
Bir tavşanı takip edip, tavşan deliğinden aşağı harikalar diyarına düşen Alice’i düşündüm. Ya Alice hiç sıkılmasaydı?
“Alice Harikalar Diyarında” kitabını açtım yıllar sonra. İlk cümlesi şuydu: Irmağın kıyısında, ablasıyla oturmaktan Alice’in canı fena halde sıkılmaya başlamıştı.
Hah işte gördünüz mü? Biliyordum! Sıkılmış işte.
Alice’in bir cebi olsaydı ve sıkılmaya vakit bulamasaydı, o zaman tavşanı kaçırıp harikalar diyarına gidemeyecekti.
Gidemeseydi n’olurdu? Sosyal medyada mutlaka bir kediye rastlardı ama bu kedi istediği anda belirip kaybolan, kaybolunca da gülümsemesi havada kalan Cheshire kedisi olmayacaktı.
Belki, belgesellerin birinde bir tırtıl videosu görürdü ama bir mantarın üzerinde nargilesini tüttüren mavi bir tırtılla sohbet etmeyecekti.
Belki tanımadığı birisiyle iskambil oynardı ama kraliçe kızmasın diye telaşla, beyaz gülleri kırmızıya boyayan 5’li ve 7’li iskambil kartlarıyla karşılaşmayacaktı.
Muhtemelen bir sürü selfie görecekti ama bunların hiçbiri, bir odaya sığamayacak kadar büyümüş bir kızın yüzü olmayacaktı.
Alice, sıkılmasaydı tavşanı takip etmeyecek ve harikalar diyarını kaçıracaktı. Ben de sıkılmadığımda harikalar diyarımı kaçırıyordum.
İşte bu yüzden tuttum şu yeri. İçinde oturup uzun uzun sıkılıyorum bazen.
Kendimle sohbet ediyoruz. Oturup, çay içip dertleşiyoruz. Uzanıp hayallerimizden bahsediyoruz. Kitap okuyup, başkalarının harikalar dünyasına seyahat ediyoruz.
Şanslıysak o gün bir tavşan görüp, takılıyoruz peşine. Bir delikten aşağı düşüyoruz onunla. Düşerken alıyoruz gitarı elimize, başlıyoruz söylemeye.
Ganimetlerle dönüyoruz oradan. Hiç söylenmemiş şarkılarla. Kendi kaybolunca gülümsemesi havada kalan şarkılarla.
Aynada gözlerime bakmak istiyorum o an. Bakamıyorum. Ayna koymayı unutmuşum. Ne güzel.
Paylaş