Hafif örtülü dursa da, itince hemen açılır.
Kapısına bekçi dikmemişlerdir. Demir parmaklık örmemişlerdir. Bir hendek açıp, içine ejderhalar koymamışlardır.
Bunları yapmaya gerek duymamışlardır.
Bazen rastlıyorum onlara. Kapısı açık kalplerinden sızan ışığı görüyorum.
İçeride kendileriyle kıkır kıkır gülüşüyorlar.
Başkalarıyla neleri varsa bölüşüyorlar. Geleni güler yüzle karşılıyorlar.
Kim öğretti onlara bu kadar kilitsiz durmayı merak ediyorum hep.
Neye baksa, o şeyin çok önceki halini ya da çok sonraki halini görüyordu kız.
Annesiyle babası, sol gözünde iki bebekti, sağ gözünde çok yaşlı bir çift.
Dünyaya bakınca, sol gözü dinozorlar görüyordu, sağ gözü patlamalar.
Yağmura bakınca, güneş ve sis.
Ne yapsa, bugünü, şu anı göremiyordu kız.
Lanetlenmiş gibiydi. Hiç burada olamıyordu.
Gözlerinin gazabından kurtulamıyordu. Derken bir çözüm geldi aklına.
Neden benim dilimden dökülüyorlar?
O sırada duyulmamış şarkılar dünyada geziyorlardı da, pencereden beni görüp içeri mi girdiler?
Güneşin batışına bakıyordum. Elimde gitarım vardı. Sarılmıştık. Her zamanki gibi öyle sarmaş dolaş duruyorduk.
Çocukluğumdan beri ona sarılmayı seviyorum. Çok iyi çalamadığımı o da biliyor. Ama yetiyor ona benim birkaç akorum, birkaç ritmim.
Konuşuyoruz öyle. Kalbimi açıyorum ona. Hatta kalbim diyemem sırf... Ben ona ortadan yarılıyorum.
O gün pek bir şey konuşmadık. Ofisim dediğim yerdeki deri koltukta oturup, pencereden turuncu pembe güneşin günün perdesini yavaş yavaş kapayıp, bizi birazdan karanlıkta bırakışına bakıyorduk.
Derken, ağzımın içine laflar doldu, sesim müziklendi. Dilimden laflar döküldü boş odaya:
Da, ben o imkansız şeylerin peşinden koşarken geçiyor zaman, atı alan Üsküdar’ı geçiyor.
Bir de geçenlerde, müzisyen Beck çok güzel bir şey demiş. “Bazen bir şarkı yazmak isterim, o sırada ben onu yazmazsam, bir bakarım başkası yazmış.” Neden? Çünkü yazılmayı bekleyen şarkılara kulak kabartıyoruz aslında biz.
Aranızda şarkı yazan varsa bilirsiniz, kulağınızı açıp dinlersiniz, gerçekten dinlerseniz, duyarsınız.
Duyduğunuzu söylemeye başlarsanız, sonra gerisi gelir.
Ha, her zaman duyulur mu duyulmaz. Her deneyişte yakalanır mı o kelebek, yakalanmaz. Yine de havada gezinen bu perilerin söyleyeceği vardır ve eğer sen o gün kulağını açmadıysan, başka kulaktan girer, başka dudaklardan dökülüverirler. Şarkılar diyarının masalı böyledir.
Baktım ki, kusursuzu yapmak için sonsuz erteleyişler içindeyim. Dedim ki kendi kendime, boş mu versen acaba kusursuzu? Kusurluyla mı barışsan biraz? Kim kusursuz ki? Ne mükemmel ki? Hangisi muhteşem ki?
Hep parıldayan şeylerde bir miktar çamur var. O çamur sayesinde bize parlaklığını gösterebiliyor. İnsanız en nihayetinde. Nasıl delik deşikse hayat, bizde de yaptıklarımızda da olacak biraz sökükler. Saklamayalım. Ardına saklanıp, ertelemeyelim.
Bizim evde bir sürü kamyonumuz var.
Bu kamyonlar, kamyonu olmayanlar için.
Bizim ihtiyacımız yok, çünkü bizim evde bir sürü kamyonumuz var.
Çimento kamyonumuuuuz, çöp kamyonumuuuz... (Sizi sıkmayacağım, burada anne evdeki bilumum kamyonları sayar.)
Daha ilk başta karar vermiştik biz. (Aile değerleri okuldan bile önemliymiş).
Oyuncaklarla bezeli bir dünya kurmayacaktık oğlumuza.
Evet sonu gelmez bir kamyon sevgisiyle dolu.
Geçenlerde sırf iki dakika bekleyemediğimiz için, arkadaşımla birbirimize bir şey gösteremedik.
Bana bir Damien Rice şarkısı dinletmek istedi. Hangi şarkı olduğunu hatırlayamadığı için, Spotify’dan dinlemeye başladı. Bir-iki dakika içinde, sanki bize ayrılan sürenin sonuna geldik ve “Neyse sonra bulup gönderirim” dedi. Ben de “Tamam” dedim.
Sonra benim mail’ime bir video gelecekti, o bir-iki dakika geç geldi, yavaş yükledi filan... Hop, zamanımız bitiverdi, “Ben sana yollarım sonra, sen bakarsın” dedim.
N’olmuş oldu biliyor musunuz? Aslında hiçbir şey olmamış oldu! Ne ben şarkı dinledim, ne o video seyretti, niye? Beklemeye tahammülümüz kalmadığı için.
Hiç kafeye ya da restorana erken gelmiş insanlara baktınız mı? Beklemek işkencesinden kurtulmak istercesine, hemen ceplerinden bir doz yutuveriyorlar sanki.
Etrafa ölü balık gibi boş boş bakıp beni garipseyenlerle göz göze geleceğime, koşuya çıkan arkadaşıma özenir ya da “Bugün de harika bir kombinle karşınızdayım” dercesine selfie çeken tanıdıklara sinir olurum daha iyi.
Beklemenin sıkıntısında boğulacağıma, kıskanma, sinir olma ve suçluluk karışımımı içerim daha iyi. Beyin kimyam benim değil mi? İstediğim gibi oynarım onunla size ne.
Arkadaşım Nursu’yu aramıştım, ‘gördün mü televizyondaki şarkıyı’ diye.
Mirkelam diye bir çocuk çıkmıştı, Bruce Springsteen gibi koşarak ‘Her Gece’ diye bir şarkı söylüyordu.
Vay be ne şarkıydı.
Ben de öyle şarkılar yazıp, öyle klipler yapmak istiyordum ama bu isteği içimde bastırıyordum.
Bu isteğim odasından çıkamıyordu.
İyi bir üniversitede okuyup, muhtemelen müzikle hobi olarak uğraşacaktım.
Öyle bir cümle vardı etrafta. Bana ait olmayan, ama üzerime sinen.
Sabah sabah, önünde uzanan koca güne savrulmadan bir nefeslen, akşam da o yaşadıklarından bir silkelen diye.
Yatağımızdan kendimizi önce banyoya, oradan da günün telaşlarına atmadan önce, yapacaklarımızı başucumuza koyup, şöyle bir dünyadaki toz halimizi hatırlasak fena mı olur?
Denediğimde gördüm, iyi oluyor. Salona telaşlar içinde bir tavşan gibi değil de, kuyruğu dik bir kedi gibi girebiliyorum.
Eskiden başucumda bir resim dururdu. Kendi çizdiğim. “Sabah düşünceleri”ydi ismi. Kafama saç yerine yemler koymuştum ve bir sürü kuş gagalıyordu.
Sabahları gözümü açar açmaz, beynime pike yapmaya başlayan kuşlardı düşünceler ve sonra beni ısrarla gagalıyorlardı. Lady Gaga yani.
Hâlâ öyle hissediyorum. Fakat bir farkla. Eskiden o yemleri kafama serpiştirenin ben olduğumu bilmezdim, şimdi ta kendim olduğunun farkındayım.
Sabahları nefeslenmek güzel ama günün sonu da, bir başka alem.