Açıkçası biraz da sıkıldım artık şu ‘Instagram’daki ben’lerden.
Gerçek bize aslında benzemeyen. Kahvenin fotoğrafını çekerek, soğuk içen. Ağaca hiç bakmadan, resmini gösteren.
Bir yerde eğlenmeyip, eğlence fotoğrafını yeğleyen...
Oh sessiz bir köşe bulup, güzel bir sohbet dinliyorum onun yerine. Hem yeni birisiyle hem de yeni bir bakışla tanışıyorum. Hayatta yeni bir bakışla tanışmak kadar sevdiğim şey yok. Merhaba Gordon Hempton ve kafayı taktığı şu sessizlik.
Gerçek şu ki, gözlerimizi kapatıp, olduğumuz yeri hiç dinlemiyoruz. Dinlesek de büyük ihtimal gürültülü sesler duyardık. Zaten Gordon Hempton da “Sessizlik, sesin yokluğu değil, gürültünün yokluğu” diyor.
Tıpkı kutup ayıları gibi, sessizliğin de artık dünyada soyu tükeniyormuş.
Dünyada, insan yapısı gürültünün olmadığı sadece 12 yer kalmış. Gordon da buraları, bu son kalan sessizlikteki güzel sesleri kaydedip saklıyor.
Sakız gibi üzerimize yapışıyor o an.
Kurtulmak için alelacele ve sinirli davranıyoruz. Bir an evvel bitmesini ve asıl beklediklerimizin olmasını bekliyoruz. Alelacele bir bekleme.
Nasıl geliyor kulağa? Çöp bir zaman gibi değil mi?
Ama düşünün, bazen günün tamamı böyle geçiyor. İstenmedik şeylerden çıkmaya çalışma zinciri gibi. Bir sinek kağıdına yapışmış sinek gibi, çırpınıp durmuşuz. Bir yere de varamamışız işin kötüsü.
Olanı yaşayamadığımız için, bir şey yaşamamış gibi olmuşuz. Gün geçmeden gitmiş nasıl olduysa.
İşte bu hislerden birindeyken, aklıma bir şey geldi. Sahne kurma benzetmesi.
Beğenmediğim, sıkıldığım, yaşamayı beceremediğim bir anın, benim için hazırlanmış bir kurgu olduğunu düşündüm. Bir sahne.
O uyuşuk ayakların açılıyor. İçine ışık giriyor istemesen de, kulaklarına müzik kaçıyor, ayaklarına ritim bulaşıyor.
İşte böyle oldu bana Kapadokya’da. İki yıldır gelmek isteyip de, Aziz Arif daha küçük diye bahanelerle gelemediğim Cappadox’a bu sene gelebildim. Hep yağmur yağdı.
Kaan Tangöze’ye yağdı yağmur. Sahnede gitarıyla ve mızıkasıyla, o puslu, sisli, derinden çektiği sesine yağdı. İçli biri bu Kaan diye düşündüm.
Babama benziyor bazen, mesela babam da “Dom Dom Kurşunu”nu söylerdi ben çocukken. 12 telli gitarıyla, türküleri öyle bir söylerdi ki inanamazdınız.
İşte bir rock starı türkü söylerse böyle olur derdim. Kaan’da da dedim.
İçimde kıvrılıp uyuyan çekingen bir kız var. Başucunda durur gitarı. O uyandı. Kalktı izledi. Dedi ki kulağıma: İşte sen de böyle sahneye tek gitarınla çıksan, âşıklar gibi söylesen?
Fakat hayır. Niye öyle olsun? Niye olmuş olan, hükmünü sürsün? Birazcık cesaretle kendimizi eğip bükebiliriz. Bunun iyi tarafı, hem kendimizi hem de başkalarını şaşırtabiliriz.
Ben son zamanlarda kendimin dışına basmaya çalışıyorum. Çizgilerimin dışına taşıyorum.
Mesela şu son “Annelere Ninni”de.
Aman efendim saçım yapılı olsun, makyajım olsun; canım efendim havalı civalı klibi olsun derken... Tamam ya dedim, tamam. Çizginin dışına basıyorum!
Evde giyerim elbisemi, azcık maskara ve dudak cilası sürerim, saçlarımı da tepeden toplarım. Alırım gitarımı elime söylerim şarkımı.
Zaten şarkıyı böyle yazmadım mı! Cilasız, ham halini dinletsem n’olur?
Yıllar evvel bir röportajda, iyi bir şarkının, sadece gitarla çalındığında da çok güzel olması gerektiğini söylüyordu dünyaca ünlü bir prodüktör. “Şarkı iyiyse, testi budur” diyordu.
Doğal ortamındaki insanlarla, börtü böcekle, ağaçla bulutla muhabbet etmek midir?
Yoksa, bir yere gidip yaşıtlarınla oynamak mıdır?
Anneliğe hazırlanılmadığı gibi, bu soruları da hiç sormamış oluyorsun.
Ben de her anne gibi başladım sormaya. Kendimce cevaplar buldum. Bu cevaplardan biri, ‘en iyi okul, en yakın okul.’
Herhalde görüşmeye gittiğim yerlerde en tuhaf soruları soran ben olmuşumdur.
Okulunuzda ödül ve ceza var mı?
Okulunuzda 3 yaşındaki çocuklara bir şey ‘öğretmeye’ çalışıyor musunuz?
Sanki bir kum saatini avuçlamış gibi, gün içinde parmaklarımın arasından dökülen zamana baktığımda, o sırada ne yaptığıma kafayı takar oldum geçen hafta.
Hani bazı tuvaletlerin kapısında temizlendikleri saat yazar ya, temizleyenin imzasıyla, işte öyle bir kontrol edeyim dedim şu zamanı. Parmaklarımdan akıp giderken, neler oluyor bir bakayım dedim.
Eğer ömrümüzü iyimser bir tanımla ‘tatil’ diye düşünecek olursak, dedim nasıl geçiriyorum ben bu tatili? Zamanın katili miyim, fatihi mi?
Bir baktım, bazen bir yerde uzattıkça uzatıyorum lafı. Bir baktım bazen, beklemedeyim.
Bazen, derdest edip, yarına atıyorum bir çuval şeyi. Bazen sevmediğim bir şeyi sever gibi, bazen sevdiğim bir şeyi sevmez gibi yapıyorum. En sevdiklerimi öteliyorum.
Bazen susuyorum, laf bana geçtiğinde. Bugün değil diyorum bazı şeylere, şimdi değil, vakti değil.
Bazen bakıyorum sabahı öğle etmişim, bazen öğleyi akşam.
Artık öyle düşünmüyorum. Varılan yeri önemsemiyorum.
Varılan yerlerin matah olmadığını, varanlar bilir.
Etrafınızda hayallerine varmışlar vardır, sorun onlara bakın. Hayalleri umdukları gibi çıkmış mı? Önemi de yok.
Hayalin seni koyduğu yol mühim. Yollara düşmek meziyet. Varsın, varmasın.
Yollar da günlerden yapılıyor. Günün nasıl geçiyorsa, ömrün öyle geçiyor.
Nasıl yaşadığını merak ediyorsan şayet, bir gününe bak. İşte öyle yaşıyorsun.
Yolun böyle seyrediyor.
Ağzındaki lolipopu hızlıca çıkartıp, ‘heeeyt det!’ filan gibi bir savma nidası fırlattı üzerime.
Adını sordum, kötü kötü baktı. Kamyon sever misin? dedim. (Çok sever dedi dedesi) Başını salladı desem yalan olur.
Sonra ‘çüüüş!’ diye bağırarak, sağ elini dayak yersin gibilerden salladı. Dedesiyle anneannesine bunlar hiç tuhaf gelmedi, ben şaştım. Üzüldüm... Neden beş yaşında böyle cümleler, bu jestlerle dökülür ağzından? Neden saldırganlaşırsın yabancılara?
Şimdi yargılamak istemem, çünkü hakkında hiçbir şey bilmiyorum, ama haşin bir yerde büyüyordu. Evime yürürken onun minikliğini düşündüm. Büyükmüş gibi yapıyordu. Çocukluğu hızla yaşlanıyordu. Her ev, yuva değildi. Aklıma yıllar önce Maçka Parkı’nda gördüğüm, o baba oğul geldi.
Maçka Parkı’nda oğlumu sallıyordum. Bir adam geldi oğluyla. Adamın, çantadan büyük bavuldan küçük, ama kesinlikle bir parkta tuhaf duracak büyüklükte deri bir çantası vardı. Ne iş yapıyor acaba diye sorduran ağır bir çanta.
Çocuk deliler gibi bağırmaya başladı. Öbür salıncak boş olmasına ve bizimkinin tıpatıp aynısı olmasına rağmen, ille de bizimkinde sallanmak istiyordu. Adam onu, ‘bana bak!’ diye havaya kaldırdı, tam bir tokat atacaktı ki, beni gördü. Vazgeçti...
Çocuk deliler gibi kendini yerlere atıyordu. Biz o salıncaktan öbürüne geçince de, bu sefer bizimkini istiyordu tekrar. Sonra fark ettim. O salıncağı değil, o salıncakta yaşanan duyguları istiyordu.