Aylar önce, beni rahatsız eden bir düşünceyi tekrara almış bir vaziyette araba kullanıyordum. Böyle zamanlar, o düşüncenin sesi gitgide açılır, herşey biraz daha kısılır.
Ruhum bu atonal melodili, gıcık ritimli şarkıya dans etmeye çabalamaktan yamuluyordu. Derken, aniden frene bastım. Ara sokaktan bir araba çıktı. Bir ’oh, kaza olmadı’ anı atlatıldı ve yolcular yollarına devam ettiler. Ben de kaldığım yerden devam edicektim fakat o da ne? Şoktan olucak, o düşünceyi unutmuşum. Çıldırıcam hatırlayamıyorum. Çıldırmış olmalıyım ki hatırlamaya çalışıyorum. Frene basınca, kafamdan fırlamış, ön camdan kaçmış olmalı. Allahım, çok mutluyum, dur camları indireyim, radyoyu açayım, oh... hahaha ne şapşalım aslında. Öyle bir düşünce yokmuş, ben düşünene kadar! Bu küçücük enstantaneden çıkan, şu koskoca sonuca bakın: Ben perdeye neyi koyarsam, o oynuyor! Yani, insanın eline geçirmesi gereken tek düğme, dia makinasının düğmesi! Görüntüyü çat diye değiştiren, karanlıkta saklanan o küçük düğme.
Bana inanmazsanız, Michigan ya da Stanford gibi havalı yerlerde yapılan deneylere inanın. Buyurun size son çalışmalarından bir özet: ’Real time neuroimaging study’ diye bir çalışma yapıyorlar. Beynindeki bütün aktiviteyi, karşındaki ekrandan seyredebiliyorsun. Kronik ağrıları olan, fiziksel olarak acı çeken çeşitli insanlara, güzel şeyler düşündüklerinde beyinlerindeki değişikliği gösteriyorlar. Tabi bunu sağlamak için küçük bir kandırmaca yapmaları gerekiyor. Şu gördüğünüz iğne ağrınıza son vericek diyip, tuzlu sudan ibaret bir karışımı 14 hastanın vücuduna enjekte ediyorlar. Sonuç: Hepsinin ağrısı diniyor! Beyin, bütün o kitaplarda yazdığı gibi, gerçeğin değil algının tuzağına düşüyor. Buna tuzak denilmez. Çünkü etkisi gerçek.
Asıl amaçları, acıya sebep olanın, en çok ’acı çekiyorum’ algısı olduğunu ispat etmek. İğne şart değil, algıyı başka yere kaydırmak da işe yarıyor. Mesela, gitgide ısınan ve acı vermeye başlayan bir çubuğu iki ayrı grubun koluna bantlıyorlar. Birinci grup, bunu aynen yaşıyor. İkinci gruba, çubuğa ek olarak, çok karışık bir matematik problemi veriyorlar. Tahmininiz doğru: İkinci grup acı hissetmezken, birinci grup yanıyor! Hani sevgilisinden ayrılanlara denir ya: Başka şeylerle ilgilen, kafanı dağıt diye, işte bu o.
Bu yazıya ilham veren Melanie Thernstrom da, Stanford üniversitesi’nde, acıyla ilgili bu ironiyi araştıran arkadaşı Mackey’in deneyine katılıyor. Mackey ona kolundaki metalin ısınıp acı verse de, kolunu yakmayacağını söylüyor. Ve Melanie’ye bu acıyı duyarkan önce pozitif şeyler, sonra da negatif şeyler düşünmesini tembihliyor. Önce güneşlendiğini düşünerek tatlı bir sıcaklık diyor içinden, sonra canlı canlı yandığını düşünüyor. Fakat... ’Kolunun aslında yanmayacağı’ bilgisini bir türlü unutamadığından canı acımıyor! Deney bittiğinde, asıl amacın ’beklentinin acıya olan etkisi’ olduğunu açıklıyorlar. Gerçekte kolu ikinci dereceden yanan (!) Melanie, hiç acı duymuyor. Çünkü sözüne çok güvendiği ve canını asla yakmayacağını bildiği Mackey, onu kandırdı. Buna kandırdı denilmez. Çünkü canı yanmadı.
Melani’nin kolundaki yanık izi, onun için ’aklın acıyı kontrol edebileceğinin’ imzası. Yine de ’geçenlerde elime düşen bir çay damlası, beni hüngür hüngür ağlatmaya yetti’ diyor. Bazen bir çay damlasını, ikinci derece yanığa sebep olan bir metal parçasından daha yakıcı yapan şey ne peki?
bkz. üzüntü ve muz kabuğu
(*ilham perisi: The New York Times Magazine, 14 mayıs 2006)