5 Mart 2007
Dünyanın neresinde olursak olalım, beni sahneye koyun, çalıp söylerdim. Göbek atar ve zıplardım. Yere yatar ve göz kırpardım. Kahkaha atar ve alkışlardım. Selam verir ve inerdim. Çağırsalar hemen geri gelirdim. Ben böyleyim. Böyleymişim meğer.
Geçen pazar fark ettim ki fark etmiyor. Londra’da ya da İzmir’de olmak. Ben aynı benim. Sen aynı sensin. Spot aynı spot. İnsan aynı insan ve şarkı aynı şeyi söylemekte ısrar eden idefiks bir şey. Peki değişen ne? Hiçbir şey. Dünyanın her yerinde o yükseklikte olup bitenler aynı. Her yükseklikte olduğu gibi tıpkı.
Evet, yabancılar da geldi Türkler kadar. Evet ingilizce yaptım espirilerimi komik olabildiğim kadar. Turkish Lily Allen falan değilim, Nilish Nilim diye bağırdım, avazım çıktığı kadar.
Bu iş deli işi. Spot, ayna ve dikkat müptelalığı. Bir anda anladım, insan nasıl bu meslekte estetik yaptırarak gençliğin gerginliğine dönmeye takar kafayı. Bunun çok belli olduğunu göremez. Bazı laflara sağır olur ve bazı sözlerin sesini sonuna kadar açar! Açar ve de kaçar. Sırf kafiye olsun diye bile yapar bunu. Tehlikeli, çok tehlikeli bir silah bu oynadığımız. Çok da zevkli. İlham vermek, ilham peşinde koşmak. Hayatın zavallı bir habercisi olmak. Perişan perişan kağıtları açıp, en sultan halklara haber getirmek. Nereden, bilmemek. Neden sen, bilmemek. Bilmediğini bilmek.
Ne diyeceksem, diyemiyorum heyecandan. Şu surata bakın, cennetini bulmuş bir ifade. Yere indiğimde gitgide daha da sıkıcı bir insana dönüşmem de bundan. Gitgide, melodiye batırılmamış laf edesim gelmiyor. Öyle bir ego işi ki bu. Koklayıp şişirip, ağızdan geri üfliyceksin egoyu. Yoksa boğulursun. Öyle bir nefes disiplini gerek yani.
Natasha Atlas beni izlemeye gelmişti Carling Academy’de. Şeref vermiş, hoşgelmişti. Uzaylı şarkısında düet yaptık beraber. Gözlerim doldu. İnsan bazen kendisinden daha eski ruhlara rastlayınca oluyor bu selamlama...
Bu hafta, uzun lafın kısasını bulamadım. Bazen bulamaz insan, anladım.
25 Şubat’ta Londra Carling Academy Islington’daki konserimde Natasha Atlas’la "Uzaylı" şarkısını birlikte okuduk.
Yazının Devamını Oku 26 Şubat 2007
Siz bu yazıyı okuduğunuzda, aşağıda bahsettiğim heyecan, çoktan bana çarpıp uzaklaşmış olacak. Çok çarpan heyecanlar gibi, ben onun nereden gelip, nereye gittiğini hiç bilmiycem. Bana çarpmış olmasının, daha başka heyecanlara çarpmasına vesile olmasını dilemekten başka şey gelmiycek elimden. Göz kapaklarımın içinde duran o küçük posta kutusundan yeni bir haber gelene kadar, umudumu kemiricem. Aslında hiçbir şeyi büyütmemek gerek ama, o kadar inişli çıkışlıyım ki, en ufak bir şeyi yuvarlayıp kocaman yapabiliyorum. Altı üstü bir konserdir bahsedeceğim, bana göre yarın size göre dün olan bir pazar gününde Londra’da geçen...
Tamam, ruh halim gökkuşağını yıkayan çamaşır makinesi gibi. Renkler dönüyor karnımda. Renklileri ayrı yıkıyorum. Siyahları ve beyazları ayırdım. Dışarıda bıraktım. Ben o şehri sevdim. Sokaklarında gezdim. Ünlü ve ünsüzleriyle uyum sağladım. Giyindim ve gördüm. Kokladım ve koştum. Bir kez otobüs ’hadi atla’ dedi hemen gittim. Bir kez metroda biletimi kaybedip, 20 pound ceza ödedim geç kaldım. En son Hintli bir taksi soförüyle, İstanbul’a gelmek üzere havaalanına giderken "Are you enjoying the ride" (Yolculuğunuzdan zevk alıyor musunuz?) diye bir soru duyup, içimde bir yere vardım. Ne soruydu. Kısacası, ben İstanbul dışında bir şehre daha yakınlık duydum. Ve o şehirde bana yakınlık duydu. Herşeyin bir kalbi var.
Beni, pazar günü Islington’daki Carling Academy’de konser vermek üzere çağırdı. Çok güzel bir venue. 800 kişilik. (gelen olur mu?). Perşembe günü Nelly Furtado konser verdi orada. (o verir). Ben, off, çok heyecanlanırsam tek bir heceyi melodiliyemem! O tuhaf varlığım, insanlara kabul edilebilinir hatta yer yer sevilesi gelemez. Babylon gibi düşünmem lazım. İnsan insandır, mekan mekandır, önemli olan ışıktır demem lazım ama diyemiyorum ki.
Hani, yanaklara ateş basar ya, kırmızı olur. Kesin bir haylazlık olmuş ya da peşine düşülmüştür, işte öyleyim. Kendi çapımda, kendimi suda büyüyen sünger hayvanlara benzetiyorum. Ben de ışık görünce büyüyorum. Spotsuz bakarsanız, pek etkilenmezsiniz. (Gerçi öbür türlü de siz bilirsiniz). Tür olarak diyorum, onlardanım gibi geliyor. Gerçi insanın kendini sorguya çekmesi, bir ömür boyu. Başka acılar altında, başka itiraflarım olmazsa, şimdilik durum bu.
Bizim memlekette ’gavuru abartmak’ diye bir kompleks var. Bende de hayli yüksek dozda olan bir kompleks bu. Yani ’eğer orda yaparsam, her yerde yaparım’ batıl inancı. Halbuki kitaplar, ’sen yeter ki yap, nerede yaparsan yap’ diyor ama olsun. Yurtdışı kaynaklı başarılar, insanın egosunu yasık misali kabartmaz mı? Ah bir İngilizce okunsam, neler anlatıcam... Yok tamam, o kadar da değil, sonuçta eli biralı kafası kıyak üç beş İngiliz’in, üç beş yüz Türk’le fıkralar harici bir araya gelmesi, neşemizi bozmamalı. Diyecek sözü olan insanız değil mi? Hem insan, her yerde insan. Tek fark biraz lisan. O da dilin geveleyip durduğu birşey.
Bir üst paragrafı, tamamen, kendimin heyecandan kızmış ruhuna sular serpmek için yazdım. Ne var canım.
Köşe, memleketimin kelebek bir köşesi değil mi?
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2007
Antalya’dayım. Yağmur var. Olur öyle. Otele doğru gelirken, etraf ıslandığında içimdeki kurtçukların da, tıpkı toprakta olduğu gibi çıktığını fark ettim. Damla damla pencereler, daha net düşünmemi sağlıyor. Bu aralar gece yatmadan, beynime girmesini istediğim bazı güzel cümlelerle dolu kitaplar okuyorum. Çünkü geçenlerde, ben uyurken, kafamın içindeki bir kütüphane memuresinin, düşüncelerimi raflara kaldırdığını hissettim. Topuk seslerini, merdiven sesini, sandalye sesini bile duydum. Demek bu, mühim bir zaman. Bazı rafların, bir daha hiç ziyaret edilmediğini düşünürsek, iyice öyle... Ben de uyumadan, hazırlop bazı hayat gerçeklerini bir bardak suyla yutup, öyle uyuyorum. Memure onları alıp, alakalı başlıklarla beraber gruplayıp, anlamlandırıyor. Ve sabah, başka bir karesinde uyanıyorum bu oyunun. Yoo, delirmedim. Kitap isimleri mühim değil. Herkes duyduğu lafları dinliyor zaten. Şarkılar için de geçerli bu.
Hah, yağmur ve düşünce. Aklıma üniversitedeyken, bahçeden sınıfa yürüdüğüm küçük ama uzun mesafe geldi. Yağmur yağdığında, yere bakarak hızlı hızlı yürürdüm. Yere bakarak, çünkü insanın düşüncesi kafasını eğince, ayağının önüne düşer. Hızlı hızlı, çünkü insan yalnızken gideceği yere hemen varmak, ve orda birileriyle buluşmak ister. Sokaklarda da, yağmur olsun olmasın, yalnızlar hızlı yürür. Ben, bu yürüyüşlerde, kendimi düşünürdüm. İçimin haritasını. Amerikamı, İzlandamı, Kuantamelamı. Hiç ayak basmadığım yerleri. Kristof Kolombumu. Titaniğimi. Himalayalarımı ve musonlarımı. Dünyamı işte. Herkes gibi.
Bunun ne kadar güzel birşey olduğunu insan büyüyüp, tasalarla tanışınca unutuyo mu ne! Çok tasalı olduğumdan değil, his işte. Kendinden çıkıp, başkalarının dünyasına girince, başkalarından doğru kendine bakmaya çalışınca başkalaşıp, kendine bir başkası olabilirsin yani. Sonra da başkalaşım kayaları kadar, katılaşıp, kalabilirsin. İnsanın gözü, sadece içinden dışına bir manzara sunarken ne hazin bir son olur bu.
İnsanın en güzel seyahatleri kendi içinde yaptığı iç hat uçuşları. Dış hat uçmak istediğindeyse, en güzeli kitap. Çünkü insanı kahve sohbetlerinin ötesinde tanıma ve ortaklık kurma ihtimali veriyor. En son Rus ....., eve gelince karısından çok eski bir arkadaşına rastladığını sakladı. Niye sakladığını anlayabiliyorum. Ve hap lafım da şuydu: study yourself. (kendini çalış) Hallacı Mansur’un son sözüymüş bu. Bir bardak suyla yutulsun...
Yağmur yağsın Antalya’da ve nil düşünsün. İşi ne.
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2007
Size onlardan birkaç tanesini göstericem, birazını dinleticem. Yok olduğunu, olmadığını, bu memleketin sınırları içinde gezmediğini varsaydığımız perilerle tanıştırıcam sizi. Pek yakında, az sonra, ekranda ve periliklip.com’da. Bir haftadır çantamda onlarla geziyorum. Bir cd’ye topladım en sevdiklerimi herkese dinletiyorum, gösteriyorum. İçime ateşböceği kaçmış gibiyim. Biliyordum, bilmiyordum, biliyordum!
Birkaç ay önce başladı hikaye. Burada da yazmıştım. Perili klip.com diye bir siteye peri şarkısının sadece vokal kanalını ve klibinin animasyonsuz halini koymuştuk. Ve sonra uzunca bekleyecektik. Özellikle animasyon çok vakit alan bir şeydi. Eğer gönderenler olursa... Ya olursa? Ya aralarında bakmaya doyamadığımız kadar güzeli olursa? Ya birisinin perisi bizimkinden güzel olursa? Düşünmeyecektik. Bu bir oyundu. Belki de ciddiye alan olamayacak, youtube’dan kafamızı çıkaramıcaktık. AMA YAŞASIN Kİ ÖYLE OLMADI!!! En güzel animasyona ve en güzel düzenlemeye ödüller veren HP’ye de mahçup olmamış olduk. ’Ya bu ülkede şucu yok, bucu yok’ laflarımız ağzımıza geri girdi. Periler vardı, şucu ya da buculardı. Gecelerce uğraşıcaklardı. Yapıp göstericeklerdi. Seslerini duyuracaklardı. Gelip, bizimle tanışıcaklardı. Ne şanslıydık biz.
Beni suda yüzen yapraklara bindirdiler, bulutlara oturttular, hiç bilmediğim tropik ormanlarda kaybettiler. Odalarındaki derginin kapağına bastılar. Hiç sırtımı yaslamadığım duvarlarda dinlendirdiler. Sözlerimin yerini değiştirip, başka ritme söylettiler. Onların oyuncağı olmuş olmaktan o kadar mutluyum ki... Kendi kişisel şarkılarını ve kliplerini yaptılar. Ben ham maddeydim sadece. Yaşlı insanlar gibi, gençlerin önünü açmak deyimini kullanmak istemiyorum ama, dilerim bu yaptıkları yanlarına kar kalır.
Bu hafta, zor olucak ama, aralarından bir klibi ve bir düzenlemeyi seçicez. İkisini birleştirip, eski periye yeni adet getiricez. İki tane beni tanımayan ve birbirini de tanımayan insan, çalıp oynatıcak periyi. Oynatıcaz ekranlarda. Diğer perileri de internet sitesine koyucaz. Bekleriz.
Bir daha da perilere olan inancımızı kaybetmeyiz... Emek veren, gören, duyan, yollayan herkese çok teşekkür ederim. Hem de çok.
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2007
(Geçen haftaki yazımdı, Londra’dan yollamayı becerememiştim)"Onunla aynı balıkçıdan balık almıştık" dedi babam. Tazesinden vermesini tembihlemiş. Onu bir daha gördüğünde, öldürülmüştü. Bir kaldırımda cansız yatıyordu. O balıkçıya gelemezdi artık. Kadınlar savaş sevmez biliyorum. Kadınım, ordan biliyorum. Bir elin, haddinden hızlı havaya kalkmasına bile tahammülüm yok. İnsanın insanı öldürmesini anlayamıyorum. Bir böceğin bile, canı gözümün önünde havalanmasın, ışığı sönmesin diye, kartonlarla balkona taşırım. Balık da yiyemem bu yüzden. Çünkü yüzüyle gözüyle yatar tabakta. İnsan ister istemez, onun belini kıvıra kıvıra gezindiği denizleri düşünür...
Öldürmekten canı yanmayanlara inanmıyorum. Canının yanmasını hissetmeyenlere inanıyorum... Beni korkutan bir şey varsa, bu. Canının yandığını hissetmeyen insan, kafasını çok kötü bir yere çarpmış, bu da geçici bir duyarsızlığa sebep olmuştur. İnsan, öyle bir anda, eline tutuşturulan bir şeyden dolayı yanıp, kül olabilir. Yakıp, kül edebilir. Kurşun, insanın bulduğu en ağır şey. Hem en ağır, hem en hızlı, hem de sağır!
Hayatımda tanıdığım hiçkimsenin, kendimden farklarını ayıklamaya çalışmadım. Tam tersi, bana benzer çoğunluğuna sığındım. Isı oradadır. Anlayış ve sevgi oradadır. Ondaki ben, orada beni bekler. Hepimiz aynı balıkçıdan gider balık alırız en nihayetinde. Karnımız doyar. Ülkenin birinde, bir bayrak altında dururuz. Ama en fazla ’bir insan’ oluruz. Bu her yerde böyledir. Bu yüzden insan, dünyanın herhangi bir dilinde söylenmiş hüzünlü bir şarkının neden bahsettiğini bilip, ağlayabilir. Dil, sadece anlatmak içindir. Bir beyin, bir kalp ve iki göz birbirinden ne kadar farklı olabilir ki? Çoğunluğu ettir, gerisi renktir.
Bunu yazıyorum, çünkü ülkemi son zamanlarda, özellikle de o yürüyüş günü çok beğendim. Bir iki kurşunla onu korkutmaya çalışanların üzerine, yüzbinlerce adımla yürüdü. Dev oldu. Kurşundan ağır oldu. Sustu. Ölümden sessiz oldu. Meydanlarda gözüyaşlı çocuklar ve bir sevgili vardı. Onların yüreği yandı... Yanar ona bir şey yapılmaz. Ölümün pansumanı olmaz. Güvercinler ve şiir vardı... Barış, meydana tek geldi. Savaş hakkında tek kelime etmedi.
Hrant Dink’in bize bir kötü, bir de güzel haberi vardı. Kötü haber: Hrant Dink ölmüştü. İyi haber: Hrant Dink ölmemişti.
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2007
(Beatles’dan Girl şarkısı eşliğinde okunursa, daha iyi anlaşılır)<br><br>Hayatta bir sürü şeyin sonuna 1 koydum ki, 2...3...4 gitsin. Fakat pek çoğu 1’de tek ayak üstünde durdu. Halbuki yürümek, sekmek, hoplamak için seri olmak gerekir. Uydurmak için de bu gerekir. Geçen hafta, çarşambayı işaretledim kafamda. Bir sonraki çarşamba ne zaman gelicek, anlamak için. O kadar çabuk geldi ki! Dün-yarın ilişkisi var gibi aralarında. O yüzden doğumgünü işaretlememeye karar verdim. Zamanı işaretlemiycem ben.
Cengiz Han sergisine gittim. Geç gittim. En son ben gittim. Çanak çömlekten hemen sıkıldım. Laf aradım, ses aradım. Bilge Kağan’dan güzel laflar buldum. Bugün bile doğru olan şeylerden yazmış bir taşın üzerine: ’Zamanı Tanrı yaşar. İnsanoğlu hep ölmek için türemiş...’ Bazı okuduğumuz şeyler, bizim içimizde de yazan şeyler olur ya, o büyük tesadüften de buldum: ’...öyle düşünceye daldım. Gözden yaş gelse mani olarak, gönülden ağlamak gelse geri çevirerek düşünceye daldım. Müthiş düşünceye daldım.’ Ben de bugünlerde, hergünlerde ’müthiş düşünceye’ dalıyorum. Ne güzel laf. Ne güzel, bende de var o laf.
’Microcosmos’u seyrettim. Güneşin doğuşuyla batışı arasındaki kavgayı gördüm. En küçük böceklerin hayatta kalmak için kurdukları tuzakları, üremek için buldukları binbir numarayı gördüm. Allahım dedim, yer, gök, ağaç, denizler, her yer New York borsası gibi. Güneşle beraber hurrraa... Pıt Pıt yuvaya yemekler taşınsın, ince ince köşelere ağlar örülsün, çiçeklerin ortasına kamışlar batırılıp, hüp hüp içe çekilsin... Nasıl bir koşuşturma. İnsan denen canlıları, daha iyi anladım. Yollar türlü, onun dışında herşey aynı bunu anladım. Tek hücreli isimsiz bir su şeysinin bile amacı, aşağı yukarı bizimle aynı. Konuşsalar dertleşiriz yani biz bunların hepsiyle. Ekmek kavgası, eş kavgası, alan kavgası. Başka şeylerden kavga eden var mı aramızda?
Kadının kitabını okudum. Hormonların, kadınlara yaptıklarını gördüm. Korkunçtu. Saldırıp saldırıp, geri çekiliyorlar. Her ay. Haçlı seferleri gibi. Bir mücadele ki, savaşmayan bilemez. Hop değiş tontonculuk. (ben küçükken böyle bir çizgi film vardı da) ’A, düşük bel kot mu giydin?’ sorusunu bile bir kadın, gününe göre 50 farklı şekilde duyuyor. 500 farklı şekilde cevaplayabiliyor. Erkekler 5 farklı cevabı olduğunun bile bilincinde değilken, hayat zor oluyor tabi. ’O niye bunu görmüyor’la, ’şimdi bu neye ağlıyor’ arasında yuvarlanıp gidiyoruz işte onlarla. Biz ağlıyoruz onlar görmüyor. Biz görüyoruz da noluyor...ayrıca. A, niye sinirlendim.
Kremi, tüpün içine geri koyma yeteneğiyle donatılmışım. Dışarı istemsizce kaçan fazla kremi, özel bir teknikle tüpün içine geri koyabiliyorum. Hiç ziyan olmuyor. Zamanı geri almış oluyorum.
Her boyutta ve çeşitlilikte tüple, yapabiliyorum bunu. Hevesli gençlere duyurulur: bu hem gen, hem bunu yapmayı sevmek, hem de çok yapmakla gelinen bir noktadır.
(Beatles’dan Girl’le başlayıp, Blonde Redhead’in Elephant’ına geçilirse daha iyi anlaşılır.)
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2007
Bu kış baharmış gibi yapıyor. Biraz daha güneşini gösterir, vücut ısısını düşürmezse, ağaçlar ona kanıp çiçek açıcak. Eldivenler ve atkılar, çekmecelerde nefessizlikten ölücekler. Bunlar kimsenin umurunda değil. Herkes kolkola geziyor. Sanki kışsız olurmuş gibi. Olmaz ama. Bazı kitaplar sadece, belli sıcaklıkların altında anlaşılır. İnsan kendi sıcaklığıyla da ayakları üşüdüğünde tanışır. Bıraksın bu zoraki ısıyı, eksilere inmek isteyenler var. Benim gibi.
Kadınlar erkekmiş gibi yapıyor. Bu hafta ’kadın beyni’ diye bir kitap okuyorum. Tuhaflığın bende olmadığını ispat eden bir kitap. Kadınlar bir ay boyunca, hergün, hormonlardan dolayı farklı bir hava çalıyor. Mutlu, tutarlı, endişesiz olmak için, şu östrojenin bir gitmesi gerekiyor. (aman çocuk olmadan nereye). Şaka yapmıyorum, hergün miksi değişen şarkılar gibiyiz. Hergün ekolayzırıyla oynanan teypler gibiyiz. Hormonların biri iniyor, öbürü çıkıyor, biri gidiyor, öbürü geliyor. Kadın kadına savaşların, kadının kendisiyle ve tüm dünyayla savaşlarının temelinde yatan hep bu kimya. Bir de kitapta, internete falan girip modernleştiğimize bakmayın, beyinler ve güdüler Fred Çakmaktaş’la Wilma’dan kalma demez mi! Modern zamanlarda kömürle çalışan şeyler gibiyiz. Eminim erkek çokeşli kadın tekeşli falan da diyecek ileriki sayfalarda! Durumlar böyleyken biz napıyoruz: para kazanıp, spor yapıp, gezip, yuva kurmayıp napıyoruz? Size diyorum... (Orda kimse var mı?) İleriki kuşakların testosteronu artar ve evlilik yüzükleri antikacılara düşerse şaşırmam. Ben de erkekmiş gibi yapıyorum. Öbürü nasıldı ki?
Herkes, herşey yolundaymış gibi yapıyor. Bu adetten, gelenekten ve nezaketten böyle. Halbuki insan gerçek gülümsemeyle, gerçek olmayan gülümsemeyi daha kundaktayken ayırabilir. Gerçek gülümseme miş gibi yapılamıyor. Öyle çok yüz kası devrede ki, egzersiz etseniz beceremezsiniz. Anlaşılıyor demek istiyorum. Genel bir ruh hali düşüklüğü var. Voltaj düşük. Hayatın da, zamanın da kendini iyi hissetmediği günler var belki. O günler, bugünler belki. Hani kabul etsek, rahatlarız diye yazdım. Bir de bazılarımız, ben dışlarındayım, uçuşuyor... Kafalarında sadece polen varmış gibi. Kendileriyle ilgili tek bir soru sormamaktan, boş kağıt veriyorlar. Onların gözü düğme gibi. Bir de suratı asık mutlular var. Jim Jarmusch’un ve benim en sevdiğim.
Bazı şarkılar, aklıma gelmemiş gibi yapıyor. Ben onlara bir tuzak hazırlıyorum şimdi. Yakında kendime sürpriz yapıcam. Son gülen ben oliym diye, şimdilik gülümsememi tutuyorum.
Bir önceki paragraftaki ’oliym’, olayım gibi yapıyor. Buna sinirlenenler olucaktır bu hafta. Beni de biraz sinirlendirdi. Bu kadar da olmaz canım... Bu hafta Nil çınlamıyor. Şükür ki, tınlıyor. Hangi makamı çalıyor bilmiyorum. Birşeye sıkılmıştır canı.
Öyle değilmiş gibi yapın, hemen geçer.
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2007
’Sevdim seni bir kere, başkasını sevemem’ şarkısını, ben hep erkeklere söylerim. Ben onları severim. Hatta kadınları, kadınsever ve erkeksever diye ayırıverseler birgün, erkeksever kadınlara katılırım. Küçük bir kızken bile, diğer küçük kızlara güvenmezdim. Çünkü hepimiz, elleri ayakları küçük birer kadın gibiydik taa o yaşta. Arkadaşlık falan da edemezdim. Ben kadınlara sırlarımı vermez, yanlarında ağlamazdım.
Büyüdükçe bu biraz değişti. Ama biraz. Aralarından bazılarına güveniyorum şimdi. Şimdi bazı cümlelerimi sadece onların anlayabildiklerini biliyorum. Düğümlerim varsa kadınlarla, kurdalelerim varsa erkeklerle paylaşıyorum. Yani çözümleme modumdaysam başka, düğümleme modumdaysam başkayım. Ama eğer Madonna gibi İmparator olmuş kadınlara, sırf bunu becerdiler diye hayran değilim dersem de, yalancıyım. Bu bağlamda bir anda sertleşip, evet kadın dediğin güçlü olmalı derim. Kadına gücü ve zekayı hele hele espiritüelliği çok yakıştırırım. Eminim çoğu erkek buna katılmaz. Anlayacağınız kafam karışık bugün, ne kadar kadıncı ve erkekçi olduğumla ilgili. Galiba yaşım büyüdükçe, düğümlerim artıcak ve cümlelerimin anlaşılması önem kazanıcak ve kadınlar ağır basıcak gibi duruyor ama... Henüz orda değilim.
Bütün kızları toplayıp, çocuk ve kariyer yaptırıp, tek taşlarını kendilerine aldırtan ben, aslında ne demek istiyorum? Sezen Aksu bir keresinde, şarkılarda ne demek istediğini insan, onları yazdıktan çok sonra anlıyor demişti. Belki benim jeton da geç düşücek, bu şarkılarla ilgili. Sivri olmaları, bazılarının sinirlerini bozmaları, sağlıklı olduklarını gösteriyor ama erkeklere yüklenmek istemiyorum. Kadınların herşeye alttan alta hükmettiği bir dünyada, asıl korkulması gerekenin bizler olduğunu düşünüyorum. Hatta biliyorum. Kendimden biliyorum.
Kadınların olaylara birçok açıdan bakan o petekli gözleri, bazen kafamı bulandırıyor. Ayrıca yorumlarının dürüstlüğünden son derece şüpheliyim. Çünkü kadın dediğin, konuşmadan önce konuşmanın sonuna gider. Ne söyliyeceğine ’varır’. Erkeklerse söyleceğini ’söyler’. Bu yüzden iş yaparken, erkekleri tercih ederim. Hem uzun süre konsantre olurlar, hem fazla kurcalamadan sonuca giderler. Ha, kadınlar da o işi daha önce yapılmamış bir şekilde akıllarına getirebilirler, o ayrı. Çoğumuz net gördüğümüz yeni adreslere, sadece çetrefilli yollardan gitmeyi bilmekten kayboluyoruz.
Beynimin iki lobunun, erkeklerinkinden üç kat daha fazla kabloyla birbirine bağlı olduğunu biliyorum. Kablo çok, fakat net görüntü az. Özne ve yüklemle cümle kurmak varken; ver elini zarf, edat, gizli özne demek, yüklemi yapamaz hale getirebilir. Bu, biz kadınların zayıf noktası. Ama ’Nil genetik programına uy’, ’otur yemek yap, çocuk bak’ fişlerini asarsanız da, error veririm. Devir değişti derim. Ayrıca doğaya discovery channel’dan bakıldığında, aslanların dişisi gidip avlanıyor. Öbürü sadece yele ve kükreme. Bakın şimdi kadın tarafına kaydım. Hemen öbür tarafa koşayım....
Erkekler, kadınların dediklerini yapıyorlar. Bir yere, arkadaşınız olan bir erkeği çağırmak istediğinizde, kız arkadaşını ya da karısını ararsınız. Kararı verecek olan, odur çünkü. Gizli açık bir sürü kararı verdiği gibi. Erkeğin haberinin olmadığı binlerce haber, ’az sonra’ alt yazısıyla geçmez mi beynimizden? Neredeyse hiçbir zaman da şaşırmayız. Bu kadar sıkıcıyız işte.
Ben kadınlara kolay kolay kollarımı açmam. Onların mutlaka bir bildiği vardır. Benim bilmek istemediğim. Onların benim bilmemi istemediği. ’Ay yavrum, çocukken başına ne geldiyse’ demeyin, beni annemle babam eşit derecede sevdi. Hayatta en güvendiğim kadın annemdir. Annem olduğu için. Diğer birkaç kişi, onlar kendilerini bilir, benim şıklarımı aza indirmemi, sorularımı doğru sormamı sağlarlar. Onlarla güneş gelen her masada, saatlerce oturup konuşurum... Yine de erkeklerin yeri ayrı benim için. Başka şarkılarımda, onlar için selülit kremi sürer, kek yapar, prensesleri olurum. Nakaratta ne dersem deyim, olurum. Derim ki:
Herşeyimsin dedim ona
Ben birşeyler bulayım sana
Olurum ben senin şeyin
Olur musun herbişeyim?
Neyim var bugün?
Yazının Devamını Oku