30 Nisan 2007
Şefin tavsiyesi:
Yiğit Özgür’ün karikatürleri
Nuri Bilge Ceylan’ın fotoğrafları
Göksel’in ’çok kötü şeyler’ şarkısı
Beğendiğim şeyler olunca, hayat iştahımı açıyor. İnsanın tıkalı duyuları açılıyor. (Çakralardan bile mühim). Bu hafta, bir tuhaf haftaydı. Göz açıp kapayıncaya kadar hızla, birşeyler oldu, bazıları etkiledi. Bana değip, geçti. Zaman boşa geçmemiş oldu.
Nurkan mesela, bana çok güzel bir mektup yazdı. Benim şarkılarıma gitar olan, çok yetenekli adam Nurkan askerde. Günleri bizimki kadar ’rüzgar gibi’ geçmiyor tabi. Zaman hızlanıp yavaşlayabilen bir şey. Yerine göre, anına göre, yanında kim olduğuna göre hızını ayarlıyor. Nurkan da öyle demiş işte. Çok güzel anlatmış, kelimeleri, duyguları çok güzel dizmiş. Son satırda da adım geçince, gözlerim doldu. Birazı taştı. Bıraktığın yerde kalan insanlara bayılırım. Nurkan onlardan. En büyük Nurkan, bizim Nurkan kısacası.
Orhan Pamuk’un ’hüzün’le ilgili bir makalesini okudum. İstanbul’da yaşayıp, hüzünden nasibini almamanın neredeyse imkansız olduğunu yazmış. Demek, sebebi İstanbul’muş. Öyle yaşlı, yüzündeki derin çizgilere rağmen öyle güzel ve öyle yorgun bir şehirle beraberiz ki, Haliç’te gün batırmaya gerek yok, loş olmak için. Her sokağı ve her iklimi ruha nem verir cinsten. Bunu okumam iyi oldu. Denizin dalgalarıyla çevrili bir şehirde yürüdüğümü hatırladım. İnsan, kendini çembere alıp durduğu için, unutuyor yaşadığı yeri bazen. Bu hafta bu da hatırlandı.
Bu hafta, yeni asistanım Hayal’le tanıştım. Tanıştığıma memnun oldum.
Televizyondan, sperm bankasından hamile kaldığı bilinen ilk anne, Leyla’yla tanıştım. (Başkaları da vardır belki). Tanışır tanışmaz alıştım. Hani olur ya bazı insanlarla. Tatlı insanlarla.
Sonraaa, en baştaki şefin tavsiyelerini tattım. Üçünü de beğendim. Yiğit Özgür’ü karnıma, Nuri Bilge’yi ruhuma, Göksel’in o şarkısını da (cd’de 5) dudağıma yolladım.
Hüznümü de katladım, zamanımı da ağırladım. Kendimi anlamak için, ip uçları topladım. İnsan casus olunca, delil çokmuş anladım.
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2007
Bir sayfaya geldim. Yazı, resmen botox yaşının 20’ye indiğini yazıyor. Bir tane güzel surat, suratın üzerinde bir sürü işaretlemeler, yok buraya önlem, buraya felç buraya kalojen! İmdaaaaaaaat! diye bağırmak isterken, alaycı bir gülümseme takınıp, okumaya devam etmeye zorladım kendimi. Bir su istedim acil. Malum uçaktayız ve cildimizden su hızla çekilmekte. Benim moralimin bozulduğu kadar, sizinki de bozulsun istediğimden açıklıyorum: Bir kadının dudakları 14 yaşında dolgunluk ve tazelikte zirve yapıp, yavaştan sönmeye başlıyormuş.
Yapılan araştırmalar göstermiş ki, asıl önemli olan kırışmadan önce alınan önlemlermiş. Bu nedenle, suratına bakıldığında ’e ne varki senin suratında’ denilecek yaştakiler gidip, o erkenin de erkeni mimik yerlerine, minik operasyonlar yaptırsalar fena olmazmış. Amerika’da estetisyene gitme yaşı hızla düşmüş ve 20’lerin başına kadar inmiş. Yazıyı yazan 30 yaşında. Bu konuya yerinde incelemek için, Manhattan’ın en ünlü estetik cerrahlarından birine gitmiş. Ben ne yapayım demiş? Adamın ona verdiği programı okuyunca dehşete düştüm. Kalojen yükleyen lazer tedavisi 6 hafta, gözlere dudak kenarlarına falan botox ve ayrıca bişey iğneleri. Daha neler!!! (Fakat adamın adını not etmedim değil:) Anladım ki, ilk jenerasyon kadınlar eskidi. Onlar, ’kırıştım yardım edin, suratımı kesin biçin, komik de görünsem şu halimi düzeltin’cilerdi. Şimdiki yeni jenerasyon da: erken davranıp, kırışmadan ve bir yerim kesilmeden önlem almam lazım’cılar. Of Allahım, kadın olmak ne zor. Ömür, çok yavaş geçen ve 14’ünde dudaklarımız en tombalakken biten bir bahar gibi olsaymış ya. Buzdolabından çıkmış et gibi, gitgide pörsümemiz, çürümemiz şart mıydı? Bunları düşündürdü bana o yazı, ne yalan söyliyeyim. Ki normalde, yüzlerini zamana, neşenin ve acının ellerine teslim edenler daha güzel, mücadeleci yüzlerden. Bir sonraki sayfada, güneşin cildimizdeki önlenemeyen zararları üzerine bir yazı daha vardı. Uvb ışını var ya, o cildimizi kızartıp bronzlaştıran ışınmış, o derinin üst katmanlarına zarar verirmiş. Güneş kremleri onu engelleyebilirmiş. Fakat, bir de uva ışını var. Derinin çok derinine gidip, renk değişimi yapmıyor. İnsan, onun verdiği büyük zararı anlamıyor. Kalojen tabakasını tahrip ederek, cildimizi mahvediyor.
Bunları okurken, uçağın penceresinden, ellerime, kollarıma yüzüme çok keskin güneş geldiğini fark ettim. Ona asitmiş gibi davranıp, üzerimden silkelercesine, pencereyi indirip, ellerimi kendime doğru çektim. Sonra, düşüncemde biraz daha ilerleyip, bir kadın olarak ömrümü böyle geçirmek istemediğime vardım. Pencereyi açıp, inadına güneşe baktım. Güldüm. İz kalana kadar güldüm. Ben buydum. Ben, kaşımı çattıran şeylere gülmeye çalışan ve öyle şarkılar yapan biriydim. Bir sonraki sayfada Meksika’daki tatil yerleri vardı. Burdan kalktım, oraya oturdum.
:): hergün yapın
:(: hergün yapmayın ama yaparsanız da yapın
>:(: ben çok yapıyorum ve yapmaya devam edicem
:O: çünkü böyle, ooooooolmam olaaamam dedim, içlerinde duraamam dedim, dışlarında ka-la-maaam dedim.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2007
Eğer karikatürünü çizmek gerekseydi, kendisini olduğu gibi çizerdik. Benim için türünün orijinali olmak, böyle birşey. Peki kimdir bu Zeki Bey? Zeki Bey, 20 yıldır New York’ta yaşayan, şu anda burada bize şoförlük yapan ve Jim Jarmoush’a rastlasaydı, her filminde oynayacak olan beyefendidir. Beyefendidir’i kibarlık olsun diye yazmadım. Beyefendi, kibarlık olsun diye zoraki ince bir tona çıkmadan, kalbinizin bütün kapılarından jilet gibi geçmeyi başaran kişidir. Öbür türlüsüne ’kibar adam’ denir. Ki bizim şu anda bahsettiğimiz tipi anlamamız için, kibar lafı çok ’sıfat’ sıfat kalır.
Ben, başımıza, üstümüze başımıza, ruhumuza, aklımıza fikrimize, hayatımıza Zeki Bey’in hoşgeldiğini, daha havaalanında anladım. Bizi alacak olan arabanın sadece plakasını biliyorduk. Bize doğru gelen arabanın, hakikaten o araba olduğuna inanmam için, plakasını 3 kere içimden tekrar etmem gerekti. Evet, sonradan Zeki adını, Arif’den daha çok kullandığını bize söyliycek olan Zeki Bey, bizi almaya 69 model açık yeşil bir Ford’la geldi. Arabanın arkasında ’Satılık’ ilanı vardı. Sağa çekerken, komik hareketler yaptı. Komik hareketler yapan insanları hemen sevmemin sebebi, hayatın, insanı soktuğu binbir maymun halini kamufle etmekten daha önemli şeyler olduğunu, bize hatırlatmalarından olsa gerek. Onların yanında, insan egosunun fazla gazı gak diye çıkıveririr ve nedenini tam bilmeden rahatlarız. Arabanın ön koltuğu, eski dolmuşlardaki gibi birleşik. Bu yüzden iki kişi rahat rahat, öne oturabiliyor. Üç kişinin ön koltukta yan yana, fasulye gibi dizildiği bu yolculukta, New York gökdelenlerinin üzerimize çullanmasının imkansız olduğunu hemen anladım. Bu adam ve Fordu, bizi New York’un içinde bir kapsüle soktu. İnsan bazen refakatçisinin koruyucu bir melek olduğunu hisseder ya, o misal.
Zeki Bey’i Zeki Bey yapan, sabit şeyler var. Bu seyahati Zeki Bey’li yapan, çok şeyler var. Çok uzun ve ince oluşu. Ne giyerse giysin, boynuna doladığı atkısı. Birşey tarif ederken, ellerini zarifçe dalgalandırması. Konuşurken cümlelere küçük harflerle başlayıp, noktada frene basmayan ses tonu. Örnek: ’Her ne kadar gideceğiniz yeri bilmiyor olsam da / uzak ya da yakın fark etmez / gideriz.’ Her zaman her koşulda, kendi içinde huzurlu ve mutlu olduğunu belli eden, bir oda bir salon ruhu. ’Bu araba, kaloriferi çalıştırınca, bir anda amma da ısınıyor!’ diyince verdiği cevap: ’İnanın bu arabayı / Amerika’nın Kars’ından aldım / yani normal’. Hayatta u dönüşlerinin hep muhtemel olduğunu hatırlatan elastikiyeti: Kırmızı için dönelim isterseniz?
(kırmızı bir ayakkabıda aklım kalmıştı). Arabanın satışı için, hep beraber sergilediğimiz küçük komedi sahneleri. Örnek: Trafikte yan camdan bize ’how much?’ (ne kadar) diye bağıran, hiphopu çok açık, hummer limuzinli siyah soföre, ’t-wel-we thousand’ diye bağırırken, çıkardığımız sesler ve havada 12 yapmaya çalışan ellerimiz. (Şu an aradı. Otelin önüne gelmiş. Tamam birazdan iniyoruz dedim. Cevabı şu oldu: Acele koşturmaya gerek yok / sadece bilin.) İşte böyle paranteze almak gereken cümleleri.
Açınca, bize sadece önemli birkaç haber veren ve 10 dakikada bir hava durumunu bildiren, zaten diğer istasyonları (canı) çekmeyen radyo. Kendinden başka bir istasyonu, (canı) istese de çekmeyecek olan Zeki Bey. Bu ikisinden başka bir istasyonu (canı) çeksin istemeyen Nil Hanım.
Camın dışında, (canı) herşeyi çeken New York ya da Nil Hanım’ın tabiriyle, Zeki Bey ve Ford’u olmasa (hakikaten) çekilmeyecek olan New York.
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2007
Bir tatlı huzur aradığım günlerden bir gün, Kıbrıs’a konsere gelmiştim. Bu konser vesilesiyle, kalbimde saklı olanları ve etrafımda aşikar olanları gördüm. Yaşadığımız herşeyin vesile olduğuna, batılca inanırdım. Fakat aşikar olanı görmeyi, her zaman beceremezdim. İşte bu yüzden, bugün benim için mühim gündür. Eğer okudukların, içindeki boşluklardan birini dolduracaksa, senin için de mühim gündür.
Ben Kıbrıs’ta, hayatta nasıl mutlu olunacağını bulmuştum. Ayaklarıma dalga vururken bulmuştum. Henüz yaz bile değildi. Derdim bu bile değildi... Aklıma gelişi güzeldi. Aklımdan çıkmayışı güzeldi. Bir düşünceyi, kendine çeki düzen verirken buldum. Halbuki gerek yoktu, çünkü demek istediğini biliyordum. İnsan, demek istenileni bildikten sonra, anlatım çok sıkıcı hale gelebilir. Ben de, bu telaşa girmeden direk söyleme taraftarıyım. Bulduğum şeyi çıkarıyorum:
Birini çok sev. Sevdiğin işi yap. Sevdiğin insanlarla yap.
Bazen mutluysam, bundan mutluyum. Bazen şanslıysam, bundan şanslıyım. Bazen mutsuzsam, bundan mutsuzum ve bazen şanssızsam, bundan şanssızım. Bu üç cümle, benim yeni hayat mottom. Belki daha önce, benzerlerini bin kez duydunuz. Fakat ben, kendimden bugün duydum. İnsanın birşeyi kendinden duyması, başkadır. Sadece kendini dinleyebilen bir varlık olduğunu düşünürsek...
Birini sevmek, aşık olmak, hayatta kalmanın yarısını hallediyor. Bir yakıt, yanaklarında pembe bir enerjiyle seni yakıyor. Koşuyorsun, niye koştuğunu bilmiyorsun; gülüyorsun, neye güldüğünü bilmiyorsun; yaşıyorsun, niye yaşadığını biliyorsun. O var diye, burada diye, sen de burada duruyorsun. İşte aşıkken buna inanıyorsun ve aşk, üzerindeki bu varoluş ağırlığının yarısını götürmüş oluyor... diğer yarısı da yaptığın iş. Bence, aşk ve iş dışında hayat boş! Bugün kendimden, kendi kulaklarımla duydum.
İşini sevdiklerinle yaparsan, ayaklarına da kuvvet geliyor. Gövde zaten, bıraksan dans edicek. Beni bundan sonra, bu üç cümle yöneticek. Bugün New York’a gidicem, New York bile bunu değiştiremiycek. Bu, benim bir kara parçam artık. Bana da, bir tatlı huzur arayanlara da, duyuruldu bu artık.
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2007
Bu da ne demek oluyor şimdi?
Hem de pazartesi pazartesi. Bir hafta daha, sanki başa sarmış gibi yapmışken. İşler yolundayken ve hayat rutinken. Yuvarlanıp giderken. Somut haberler, dedikodular ve hikayeler varken. Bu kadar organsal ve soyut olmanın alemi yokken. Hem niye cümleleri böyle deviriyorum, bazı harfleri kelimelerin sonundan atıyorum...bilmezken. Benim hafta boyu, <B>başımın üzerinde bu bulut </B>var diye, varsayıyorum ki, başkaları da kötü havada. İşte bu yüzden. Kendini yağmur öncesi bir nemlilikte hissedenler, bir sonraki paragrafın salonuna geçelim. Demek istediğimi açayım:
<B>Kendimi akıllı buluyorum</B>. Bunu bir marifet sayıyorum. Dum. Son günlerde, akıl pek bir işime yaramıyor. Muş. Yani, genelde pek işime yaramıyormuş meğer, bunu farkettim. Beni fazla kontrollü, fazla bilinçli, fazla uyanık yapıyor. Rüyalara dalamıyorum. Uyurgezer olamıyorum. Saçmalayamıyorum. Kendimi kaybedip, birgün ce e diye bulmak nedir bilmiyorum. Etrafımda, bundan şikayetçi arkadaşlarım da oldu. Duyuyorum. Daha şiirsel olmak gerekirse:
<I>Bir sabah bir köşeden bir döndüm
Kafamın aldıklarını,
kalbimin bozdurup bozdurup sattığı
arka sokağı gördüm.
</I>Cep telefonumun ekranında, aylardır aynı resim var. Bir koca <B>kaplan </B>ve arkasına tam ters yönde oturmuş, elinde direksiyon tutan, bir küçük <B>maymun</B>. Kaplan, bizi koştura koştura götüren tek hayvan olan duygularımız, içgüdülerimiz ve yeteneklerimiz. Yani evcilleştiremediklerimiz. Küçük maymuncuksa, binbir dereden su getirerek, değirmenleri döndürdüğünü zanneden aklımız. Direksiyonu oyuncaktan onun. Bizi götüren o kaplan. Bizi süren bir akıl da yok. Bunu kendime hatırlatanın da, o maymun olması ne ironik.
Aklımın aldıklarını, buhardan olan diğer organlarım -ruh gibi, duygu gibi- giysin, taksın takıştırsın istiyorum hemen. Mesela korkmamam gerektiğini öğrendiğim şeylerden, <B>korkmamak istiyorum</B>. Ama yok. ’Korkma bak, bu askıya asılmış bir ceket’ diyorsun; ’yok, ben burdan onu cadı gibi görüyorum’ diyip, kaçıyor. Aslında onu da anlıyorum. Hepsi, hayatın çok loş olmasından kaynaklanıyor. Ampül var. Elektrik düğmesi yok.
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2007
R, rüya. Rüyamda, hayırdır inşallah, lacivert derin bir okyanusun ortasındaki bir gemideyim. Geminin penceresinden, hayatımda bugüne kadar gördüğüm en güzel şeylerden birini görüyorum. Suda giden... Koccaman... Işıl ışıl yanan, plaka dolu bir kamyon! Her plakanın çerçevesi de var ayrıca. Anlatamam çizmem lazım.
S, sineğin s’si. Bir sinek türü var. Böyle bildiğimiz sinek gibi ama ince uzunu. Böyle yapışık bir şey. Uçamıyor. Zıplayıp duruyor. Gıcık bir ses çıkarıyor. O sineğin, nasıl olup da bu fonksiyonsuzlukla türünü devam ettirdiğine inanamıyorum. Silinsin’in s’si olsun o istiyorum yeryüzünden.
Ş, Şov biznıs. Işıklar yüzümüzden, alkışlar kulaklarımızdan, şarkılar ve kelimeler dudaklarımızdan ve boyalar gözümüzden eksik olmasın diye, ne kadar kaynasa da altı kısılamayan alev. Güzel anlattım mı? İşte bunu hiç bilmiyorum. Şovum devam etsin diye yazıyorum.
T, teessüf ederiz Nil Hanım’la teşekkür ederiz Nil Hanım’ın baş harfi. Aman aman bu ne tesadüf. Geçenlerde biri yazmış: bu alfabe oyunuyla, güya burayı doldurmaya gayret ediyorsunuz, fakat okurlar sizden daha zeki şeyler bekler. Lütfen dikkat edelim. Hmmm dedim. Kafamda hemen, ’bu doğru olabilir mi?’ sorusu belirdi. Doğru falan değildi ama olsun. Hiçbir cevaba ayıp olmasın. Derken bir sonraki mail şöyleydi: Bu alfabe oyununa bayıldık. R için bir hafta nasıl bekliycez? Buyurun. Daha doğrusu, ikinci kategoridekiler buyurun, birinci kategoriler...onlar allah bilir bekleyeceğiz yerine bekliycez yazmama da teessüf ederler. Bense herkese tesadüf ederim buradan.
U, UYARI: Gezegenimiz zor durumda. Birisi bize teker teker, tane tane, serseri bir apartman sakinine anlatır gibi, neler yapmamız gerektiğini söylesin. Söylesin ki, biz sadece kutup ayılarının değil, kendimizin de zor durumda olduğunu bilelim ve gerekeni yapalım. Şu Kyoto anlaşmasını da imzalayalım. O anlaşma, dünyayla aramızdaki romantik evliliğin sürmesi için, ona yapılacak bakımları sıralıyor. Madem bu yerçekimine yenik düştük, bakınca hergün aşık olduğumuz bu güzel yer için, herşeye değer. Jipleri falan da satalım artık. Ne o kadar omuz kabartmaya ne de o kadar atmosfer kirletmeye hakkımız var. Hayat, çok küçük şeylerden ibaret. Sahi, bunu göremiyor muyuz acaba? Bu konuda da uyarıyorum, hazır uyarmışken...
Ü, ü ürrü üüü, horoz sesi. İnsana huzur verir. Sabahı erkenden getirir. Sesizliği noktalı harflerle böler. Arkasından keçi çıngırağı da duyarsak, köydeyizdir. Köydeysek, şehiri özlemeyiz. Başka şehirdeysek şehiri özleriz. Ben, en son Ordu’da, yaylada konser verdiğimde, (orada ne işim olduğunu merak edenler, lütfen arşivlerde geriye dönüp okusun) kaldığım odanın penceresinden bahçesine atlamıştım bu sesi duyunca. Keçi de ordaydı. Dere de ordaydı. İstanbul’u da hiç özlemiyordum o an.
V, ve. Benim için en önemli bağlaç, bir de ya da’nın Y’si. Bunlar olmadan ben tek kelime edemem. ’Ve’ olmazsa seçenek olmaz, ’ya da’ olmazsa seçim olmaz. Seçeneksiz, seçimsiz de soru ve iktidar olmaz. Hayatın zevki de, suyu da çıkmaz. Şimdi başa dönelim, rüyalara...
Nil, alfabesini tamamlamış, ama daha çok harfi varmış. Onları buraya dizmeye devam edicekmiş... Şimdi biraz, bu masalı dinleyerek uyuyacakmış. Zzzz.
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2007
J, joker. Başlıkta kullandım gitti. K, kıyafetler. Hoş şeyler. İnsan kendini onların içine sarıp, nasıl bir dükkanı ve dükkan sahibi olduğunu, ne satıp neyi satmadığını (tamamen metaforun üzerine binmiş durumdayız, takip edin) gösterebilir. Hüseyin Çağlayan gibi bir beden mimarıyla, Londra’da ilk karşılaşmamda, çok normaldi üstü başı. Neyi satmadığını gösteren bir duruş. Severim. Ben de sattığımla dalga geçen duruşu benimseyen bir okuldan gelmeyim. Alışveriş mesaim çok. Tek dezavantajım bu.
L, Lorel ve Hardi. Çocukken babam bütün serilerini almıştı. Çok komikti diye hatırlıyorum. Başlamaya kıyamazdım. İnsanın başlamaya kıyamadığı şeyleri olması ne güzel. O sayfalarda, samanlı bir dünyam vardı. Biri şişko biri zayıf iki adam, bir de ben, sayfalarca saçmalardık. Alıp okusam yine güler miyim? İnsanın komik bulduğu şeyler de genetik mi?
M, mi mu mı midir mudur mıdır gibi soruların elebaşı. Ben, terazi burcu olmamla bir alakası var mı bilmiyorum, her cümlenin sonunda hayal meyal bunları görür gibi olurum. Belirir ve kaybolurlar. Beni şaşı yaparlar. Cevaplarımın sonuna nokta koymazlar. Sağlıklıdır da aslında. Bin bilinmeyenli şu hayatta, kim dir dır dur diye d’yle bitirebilir ki cümlelerini? Bakınız:
N, nil. Bir keresinde, bir medyum bana demişti ki: Ben eski hayatımda Mısır’da yaşarmışım. Kocam beni bir sürü çocukla, eve kapatmış. Hiç çıkıp özgür olamamışım. Bu yüzden benim bu hayattaki misyonum, özgür olmak ve kendini ifade etmekmiş. Bu güzel bir masal olduğu için inanıyorum. Mısır’a gidersem anlarım, daha önce orada bulunup bulunmadığımı. Adımın Nil olması da hayatın şakacılığı olmuş olur.
O, Okinawa. Hani insanların 100 yaşına kadar falan yaşadığı sağlık dolu, bitki dolu, neşe dolu, stressiz ada. ’Çabuk içindeki Okinawalıyı bul’ çağında insan, yanında götürmek istediği 3 şeyi sormayan, böyle ıssız yerlerine sığınmalı. Herkes en derin sularının ortasına, kanaviçe işlemeleriyle bu adadan yapmalı... Ne güzel şey kanaviçe. Ne yazık ki, K’yı geçtik.
Ö, korkmayın ama ölümün bö’sü! Hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşıyoruz. Hayatın, koluna, geriye doğru hızla sayan dijital bir saat taktığını bilmiyoruz. Guguklu saatli salonlarımızda, haksız bir yavaşlık içinde, zamansız yaşlanıyoruz. Hepimizin, hemen dolan bir sürede yapılacak bir dolu işi var. Biri yapsak ne ala, doluya vakit kalmayacak çünkü. Alfabenin sonuna gelemeden, ö çıkacak karşımıza çünkü.
P, pilavın, pelin’in, pırlantanın, perinin, prensesin p’si. Şarkılarımda bu kelimeleri kullanıyorum diye, beni bazen kızlar kadınlar şarkıcısı zannediyorlar. Zannetme diye birşey yok gerçi. Herkesin baktığı yer, kendi gerçeği. Ben şarkı yazdığım odada, kendimi dinleyince bu kelimelere rastlamışım. Söylemeye gelince, pencereye çıkıp seslenmişim. Geçen herkese. Geçen kadınla adama, kızla oğlana, teyzeyle amcaya. Sadece pembe’nin p’si değilim yani. Birşey anlattığımı zannediyorum.
Bir sonraki harf de, R, zannediyorum.
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2007
A, bir nida. Şaşırtan herşeye duyduğum derin batıl inanç. Beni yola koyan ses. Bu yazıyı, alfabeye uygun bir sesle yazmak istediğimde, en başa gelen harf. B, Britney Spears’in B’si. Bu kız o kadar harfi varken, kendini niye kaybetti? Harbi mi bitti? Onu şimdi her zamankinden çok seviyoruz. Dizlerinin üzerine indi. İnsanlar, dizüstünde yürüyenleri çok sever, övgülere boğarlar. Ben birgün Rehab’e girer miyim? Büyük konuşmayayım. Daha alfabenin başındayım ama, Amy Winehouse’un dediği gibi: Noo, no, no.
C, bir vitamin. Çocuklara çıkarılan beliriverme sesi. Üçüncü şık. Pek işaretlemeyin.
D, ’duyuanstend?’ hahahaha. İbrahim Tatlıses’in tatlı sorusu. Son bombası. Gayet yerinde bir kullanım. Dün, bir ropörtajında duydum. Duyduğuma emin olunca, çok sevdim. Duyuanstend?
E, eczane. Geçen hafta, hasta hasta, Mayadrom’daki kitapçıdan kendime ’hastalık dergi ve dvd’leri alıyordum. Annem de yanımdaydı. Doktorla telefonla konuştum ve bana antibiyotiğe geçmeden önce minoset plus almamı söyledi. Ben de anneme dönüp, hasta şımarıklığımla: anne, burada eczane var mı, minoset plus almamız lazım dedim. Bakarız dedi. Raflara geri döndük. Ben bir dergiye bakarken, arkadan bir kol uzandı ve son derece kibar bir erkek sesi: ’Buyurun, eczane’den minosetiniz’ demez mi! O sırada dilim tutuldu ve bu güzel jesti gerektiği kadar kutlayamadım. Teşekkür ettim ama azdı. Sonuçta beni tanımayan biri, bir ihtiyacıma kulak misafiri olup, gidip bana ilaç aldı. Kendisine bu köşeden, bu kadar incelerek girdiği kapılardan seslenerek, çok teşekkür ediyorum. Bu şifalar az bulunur, biliyorum.
F, fantastik-komedi. Hayatın türü. Fantastikliği, koca bilinmeyenlerle dolu bir yolculuk olmasından geliyor. Komedisi de bizim o bilinmeyenleri kontrol etme isteğimizdeki gülünç çabalar. Ne episodlar yaşıyoruz değil mi bu uğurda?
G, gargara. Hastayken ondan da yaptım. Amma tuhaf şey. Kim bunu bir dakika boyunca yapabilir? Ancak gırtlaksız ve bademciksiz biri. O halde üzerine yazsınlar: Biliyoruz çok kısa bir süre için yapabiliceksiniz, ama yapabildiğiniz kadar yapın, iyi gelir. Gibi. Niye birbirimizle ilaç paketlerinde ve heryerde bu samimiyette konuşmuyoruz anlamıyorum! Hepimiz aşağı yukarı aynıysak, bu mesafe niye?
Ğ, yumuşağın ğ’si. Demek g, çok sertti. Ayrıca yumuşatmak ve o yumuşak versiyonu da peşisıra yanına koymak gerekti. Mukayet olsun diye. Ayrıca sert sessizlerimiz, kesmez bizi o varken...
H, havaalanları. Dünyaya sınırlar çizilmiş. Tamam. Bunlar o ülkelerin kutsal ve değişmez alanlarıdır. Peki. Sınırlarda bu yüzden, kontroller, bekçiler ve evraklar olucak. Olsun. Ama ayakkabılarımızı çıkarttırmak, parfümlerimizi bıraktırmak, gitar kutularımızı söküp açmak, çantalarımızı köpeklere koklatmak olmasın. Sanki Nazi kampındaymış gibi oldum. Sıraya dizilip, şüpheli muamelesi görmek beni mutsuz etti. Zaten ışınlanma olunca, bu çok yavaş ve ilkel yöntemler de kalkıcak. Tabi biz o zaman burada olmayabiliriz. İngiltere’den Türkiye’ye girerken oldu bunların çoğu. Seyahatten soğutan şeyler. Korku kokulu havaalanları. Ülkenden çıkmaaaa, ülkemize gelmeeee. Der gibi. Sanki dünya, üzerindeki bütün insanları ağırlamıyormuş gibi.
I, ıssız/ ve kırsız/ bir adada/ bir hırsız.../ hırssız ama arsız/ buldu bir cımbız/ başucunda bir evin, damsız/ bir şiir vardı bunu anlatan/ kısa ve iddasız/ yazmış nil diye bir kız.
Haftaya devam edicekmiş, İ, ile.
Yazının Devamını Oku