25 Haziran 2007
Bazen, ben de tıpkı sizin gibi, çok sevdiğim şeyleri kaybetmemek için saklarım. Öyle bir yere saklarım ki, sadece ben biliyorumdur ve mesela siz onu aramaya kalksanız, aklınızın ucundan geçmeyecek bir yerde olur. Böylece, ölene kadar asla okunmayacak bir kitabın arası, bir toka kutusu ya da bir çekmecenin sağ arka köşesi benim için bir hazine haritası olur. Hayatımın bir köşesinde, sanki tatlı bir kedi, kıvrılır uyur. Hiç miyavlamaz.
Buraya kadar tamam da, insan çoğunlukla sakladığı şeylerin yerini unutuyor. Asla hatırlamıyor. O kediyse mesela, nefes seslerini duymak için kulak kesiliyor ama nafile. Orada yok, burada yok... Dünyada senin bilip de diğerlerinin bilmediği her yere bi bakarsın yok. En sakındığın şey, sonsuza dek senden saklanmış. Peki onunla kim saklambaç oynadı? Sen.
Ben, bu vakadan birkaç tane yaşadım ve şu sonuca vardım: hiçbirşeyi saklamıycam (’anasını satiym’ de var burada, saklamıyorum, yazıyorum size transparan bir yere). Kimse bulmasın korkusundan sakladığımız şeyler, bize de yar olmuyor çünkü. İşte sakladığımız şeyler yasası bunu söyler. Bu yasa, bize sakladığımız şeyi yasaklar. Saklanan şeyi de sonsuz hapse atar.
Yerini unuttuğumuz şeyleri bir düşünelim: somut eşyalardan benim en son, i pod nanom; soyut eşyalardan neler nelerim kayıp! Aslında neden olduğunu da biliyorum, size delice gelicek ama, eşyaların iradeleri ve kendi kendilerine kaybolma özellikleri var. O kadar eminim ki, aksini çok fazla iddia eden olursa, kuantum fiziğinde böyle birşeyin var olduğunu çalışır, ispatlarım! Mesela, hakkında kötü konuştuğunuz bir eşyayı düşünün ya da artık yenisini almayı istediğiniz... Eğer bunu ona belli ederseniz, birisine söylerken falan duyarsa, intihar eder. Kendini yere atar, bir şekilde bir yere takıp parçalar, ocağın falan yanında durup yakar. Kendine birşey yapar. Bu bana hep oluyor. Sevdiklerimse, ben saklamazsam hiçbir yere gitmiyor. Bu durumda saklanan şeyin neden yok olduğu ortada. O artık onu sakınacak kadar sevdiğimizi düşünüyor. Bu bir nevi sevgisizlik. O da kendini kaybediyor. Sakladığımız yerde durmayarak. Aslına bakarsanız, kimse saklanmak istemez. Herkes, eşyalar bile, güneşin altında rengini belli etmek ister. Bu durumda, yasalara uyalım derim ben. Saklayarak kaybettiğimiz maddi manevi eşyalarımızdan af dileyelim.
Bir daha bir şeyi saklarken, büyük bir ihtimalle ona son defa baktığımızı unutmayalım.
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2007
"’...Madem öldürdün/ akbaba olmasın!/ eğer sen yoksan/ kimsem olmasın.’ Bu şarkıya akbabanın nasıl girdiği konusunda bir fikri olan varsa, kendine saklasın, asla öğrenmek istemiyorum." Parçada yazarın asıl yakındığı aşağıdakilerden hangisidir?
A) Pop müzik parçalarındaki dil ve ritim yanlışları
B) Pop müzik parçalarının sözlerindeki anlam tutarsızlığı
C) Ülkemizde sanat kalitesinin düşüklüğü
D) Müzikle uğraşan insanların eğitim konusundaki duyarsızlığı
E) Halkın müzik alanındaki beğenisinin çok zayıf olması
Bir dersanenin ÖSS Türkçe soru kitapçığında, paragrafta ana düşünce, soru 2
Geçen hafta, beni ve müziğimi seven, ve anlamlı bulan, Duygu getirdi bu kağıdı. ÖSS’ye hazırlanırken karşısına bu soru gelince şaşırmış. Kulise girer girmez elime tutuşturdu. Ben okur okumaz bastım kahkahayı. Arada bir, böyle bir kitapçıkta soru olur muyum esprisi yapıp, kendi kendime gülmüşlüğüm var. Dersanenin bir kabahati yok, almış paragrafı ’ne demek istemiş bu adam’ diye bir bakış açısını anlama sorusu soruyor. Fakat benim anlamadığım şu: yazar benimle ilgili neye yakınıyor?
Eğer yakınıp durduğu şeyi ’asla öğrenmek istemeyip’ gerçekten öğrenmek isteseydi, kafasında inceden bir soru kitapçığı taşısaydı, şunu kolaylıkla anlardı ki: bu şarkıya akbaba, ölümden de beteri temsil etmek için girmiş. Sonra da uçup gitmiş. İnsan şarkısını asla açıklamamalı, ben de açıklamayacağım ama Duygu gibi bunu ’anlayan’, çünkü dinlediği şeyi ’öğrenmek isteyen’ bazıları için, komik duruma düştüğünü bilmeli yakınan bu yazarımız.
Bazı şarkılarda, bazı cümlelerde, bazı filmlerde, birşeyi anlamak için atlanması gereken birkaç ufak taşı, üşengeçliğinden anlamayan ve suya düşen insanlar, bizi anlamsızlık içinde boğuluyor zannedebilirler. Oysa buradaki matematik, ilkokul seviyesinde bir basitliğe sahip. Hayatımın 1 senesini Boğaziçi Üniversitesi’ne girebilmek için soru kitapçıklarıyla geçirdim. ’Ya hepsi ya da hiçbiri’ olmak istediğim için, okudum, anlamaya çalıştım herşeyi. Hala çalışıyorum.
Aslında bana da malzeme oldu. Geçen ayki üniversite konserlerinde, bu soruyu okuyup, yaş 18’i söylemeye başlayınca, hem eğlenceli oldu, hem de taşlar daha da yerine oturdu. Zira benim naçizane çabam, kendi hayatıma ve sizinkine, ’yakınmadan’, anlam katabilmektir.
Bu sorunun cevabını b diye işaretleyen, üniversiteye girer ama yakınanadama hak veren, hayatın içine giremez. Çünkü yakınanadam, kendi yazısında da belirttiği gibi, ’fikri olan varsa, kendine saklasın’ der. Ben onunla saklambaç oynamak istemediğim için, söyledim ve yazdım.
Dün ÖSS’ye girenlere ve Duygu’ya duyurulur: Hayat çoktan seçmelileri doğru bilenlerin değil, kendi hakkında yakınmadan bir paragraf yazabilenlerin... ve iyi ki de öyle.
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2007
Neredeyse 7-8 ay önce, bir sokakta uzuuun bir kuyruğa girdim. Londra’da, illa kadın solistin söylediği bir konsere gitmek istemiştim ve Amy Winehouse diye, ’caz gibi ama kendi besteleri, seversin’ birinin konserine götürdüler beni. Koko diye ikibin kişilik çok güzel bir venuede.
Mütevazı bir ön grup, akustik bir vakit geçirme yapıyordu biz girdiğimizde. ’Kaç kişilik bu koko’, ’ikibin’, ’dolar mı, bu kadın meşhur mu’, ’evet, bu albümüyle patladı burada’. Bakalım ben o patlamayı görecek miyim... Yok, ukalalıktan değil, insanların karakterlerine göre dinlediği grupları kümeleyen bir yazı okumuştum. Çok doğruydu bence. İçindeki seslere karşılık bulanı dinliyorsun. Yani aynı şeyleri aynı şekilde hissedip, söyleyenleri. İçine dönük bir yumuşakçaysan şu grup, dışına dönük bir hipersen ama aklına paranoyakça şeyler de gelmiyor değilse şu adam falan. Onu sonra yazarım, o başka konu. Amy Winehouse’un dedikleri bugünkü konu.
Kadın kesinlikle ’kadın’. Kesinlikle çirkin ve sesinin çok güzel olduğundan kesinlikle emin. Kesin akıllı, o çırpı vücuda bu kadar dar mini elbise giyilir. Kesin çok akıllı, bir eyeliner ve upuzun ’Bart’in annesi topuzu’yla bitirmiş işi. Dişi. Kendisi hakkında yaptığım ilk yorumda, friends dizisindeki chandler’in ’oh my god’ diyip duran, kurtulunası eski sevgilisine benzettiğimi söyledim. Sonra övdüm. ’Yiğidi öldur’me kısmını içeride, ’hakkını yeme’ kısmını dışarıda yapabilenlerdenim. Bunun tersi insanı hasta eder. ’Tarzım değil, e eski soundlar bunlar, e şu e bu’yu bir kenara bıraktım. Bunları bir kenara bırakamamak insanı hamal yapar. Bunları sonra anlatırım, başka konu. Amy Winehouse’un dedikleri bugünkü konu.
Sonra albümünü aldım, sözleriyle dinledim. Çok beğendim. Benim karakterim herneyse, yanardöner meyve tabağı, o işte. Pop için, soul için fazla cesur sözler. Resmen rap gibi, hiphopcu bir erkek gibi, kelime sansürlemeden yazmış. Benzetmeler, imalar yok. Lank.
Bunu çok kıskandım. Sesini çok beğendim. Melodilerini çok beğendim. Birisi onu fena üzmüş, kötü terketmiş, o da kusar gibi yazmış. Bir an, tek bir duraklama yaşadıysa namerdim. Şarkılar birgün bile beklememiş, pişmemiş, durmamış, değişmemiş. Çıkarır çıkarmaz çıkan, çıkartılan şarkı en güzeli.
Bu kız bütün ödülleri topladı. New York’ta, Londra’da her yerde o çalıyor. Elton John, onun için ’şu an dünya üzerindeki en iyi kadın şarkıcı’ dedi. Prince ve Arctic Monkeys sahnelerinde şarkılarını coverlıyorlar. Sadece 23 yaşında. Ona bu şarkıları yazdıran, terkedip eski sevgilisine gidip aylar sonra geri dönen, sevgilisiyle evlenmiş. E, tamam. Konu ne? Ne diyeceksen de:
Bir daha hiç şarkı söylemesem, turneye çıkmasam da olur. Ben burda şarkı söylemek için değil, iyi bir eş, iyi bir anne olmak ve aile kurmak için bulunuyorum demiş!
...ama biz burda, ’o zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz’ diye...????!!???
Devamı yok.
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2007
Böyle dergiler de olsa ya. Bu şehirden giderseniz bu bu bu, şu şu şu var diyen. Çünkü belli bir yerden sonra insan, tamamen kendimden bahsediyorum, time out falan değil, düpedüz sign out istiyor. Peki insan, kendisini koşullu seven bu şehri koşulsuz severken, onu nasıl terk edebilir?
İstanbul’u havasından, karasından ya da suyundan terk eder etmez, hayat spaya girmiş gibi olur. Bir tatlı filmin jeneriği akar. Aslında herkesi, en başta da kendimizi seviyor oluruz. Her şey yoluna girecek gibi, gerekli yerlere doğru yollanır. Hem artık İstanbul’da olmadığımıza göre, bunlar bizi pek ilgilendirmez. Başka bir şehrin kartpostalını kaldığımız sayfaya koyar, artık olayları okumayı bırakırız. Artık hasta olmaz, terk edilmez ve kötü tek bir söz söylemeyiz. Umudumuzu da kırıp içmez, ağzımızda uzun uzun emeriz. İşte bu kadar soyut oluruz. Somut olan bize iyi gelmemiştir.
İstanbul’un insanı hipermetrop yaptığı olur. İnsan yakınını, yakın zamanını ve hatta yakınlarını göremez. Uzakta bir yere odaklanır ve gider. Halbuki İstanbul dışı hep miyop. Gelecek bir anda flu. Yanımdakiler bana yeter. Ellerimi ayaklarımı göreyim yeter.
Yürüyen kaldırımlarına binmiş akan insanlar, bir an durup nereye gittiklerini sormazlar. Çoktan kalkmış gitmiş uçaklarına, umutsuzca yolculuk ederler. Ellerinde ağır bavullar taşır ve kimseyle konuşmazlar. Bu kadar renkli bir şehirde, o kadar yönden esen rüzgar arasında, her şeyden bıkmayı becerirler. Burası İstanbul, yolu yokuş. Muş.
Bu yüzden ben, sürekli İstanbul’a geri giden ayağıma çelmeyi takıp, dışında kalmayı becermek istiyorum bazen. Belki de sırf ona geri dönen olmak için. Öyle bir aşk-nefret ilişkisinin erkek kısmı olduğumdan. İstanbul’un kadın olduğundan şüphesi olan var mı?...
Bir soğuk duşa girer gibi altında durup ürpermeden önce, kendimi güneşe yatırıp biraz, kurutmak istiyorum nemlileri. Güneye gidiyorum anlayacağınız...
Elektrik süpürgesi kablosu misali içine çekene kadar beni İstanbul, i sign out.
Knockout. (tamamı İstanbulca)
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2007
Önce bu mail geldi: "...İKSV’nin öncü sponsoru Eczacıbaşı Holding, bu yıl sanata ve sanatçıya verdiği desteğin 35. yılını kutluyor. ’Festivallerin en sesli harfi ’e’’sloganıyla yola çıktığımız bu yılki kutlamamıza, Nil Hanım’ı da dahil etmek istiyoruz. Kampanya kapsamında göndereceğimiz Eczacıbaşı’nın üç boyutlu e logosunun, sanatçılarımız tarafından yorumlanmasını rica edeceğiz..."
Sonra eve, kollarını açarak tutabileceğin büyüklükte bir e harfi geldi. Diş macunu gibi bembeyaz bir e. Ben de onu çantaymış gibi koluma asıp, dışarı çıktım. Ben ondan birşey yapana kadar, benimle gezsin hep gözümün önünde olsun diye, arabada da yanıma oturttum. Bembeyaz bir e, ’o’ bana bakıyor ben ’e’ye! E, ben bununla napıcam şimdi? Bana niye yolladılar bunu şimdi?
İki gece ben yatarken ayakucumda durdu. Üçüncü gece ben onu unuttum. Bir şey aklıma gelmiyorsa, ben onun ayağına gidemezdim. Akıl, fikirlerin büyüğü müdür, yoksa küçüğü mü? Neyse, şimdi bunu düşünemezdim. Aklıma gelen fikirleri beğenmedim. Her akla uğrayan, gezenti tiplerdi. Herkes onları bir yerden çıkarırdı. Kovaladım hepsini, kaldım bembeyaz bir harfle. Beyaz bir sayfayı doldurmak mı daha zor, beyaz bir harfi mi?
Sonra aklıma, ondan bir müzik aleti yapmak geldi. Kendimi e’ye değil, e’yi kendime benzeticektim. Kafiyeli laflarla bezeli, her telden çalan bir müzik aleti. İngilizcede ’stupidly infectious’ (aptalca bulaşıcı) denen melodilerini herkese bulaştırmak için, kendi çaldığına oynayan bir e. Daha önce keşfedilmemiş bir müzik aleti. Hem şıngırdayan, hem tıngırdayan hem de gümbürdeyen bir şey. Sallarsın, tırnaklarsın, vurursun ses çıkartır. Zaten sadece bu koşullar altında ses çıkarma ihtiyacı duyar. Değil mi.
Sonra, ’e çal hadi’ adını verdiğim bu müzik aletime, şunları yazdım: e çal hadi/ sen çal biz oynarız vallahi/ sen el perro del mar’dan ’god knows’u dinledin mi ki?/ müzikte de hayat kadar tesadüfe yer var/ ister gümbürdet, ister şıngırdat, ister tıngırdat/ olur billahi/ gümbede güm!/ tıngırı mıngır!/ şangırı şungur!/ ilk çalan sen olucaksın/ e ne duruyorsun çal hadi!
Sonra onu Kaan’a verdim. Zilleri, darbukası ve telleri takıldı. Resimdeki gibi oldu.
Sonra da oturup bunları yazdım. E, oku hadi. Sen oku, ben yazarım vallahi!
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2007
Çimenlerine uzanıp, hiçbir şey yapmadan, sadece sıram geldiğinde karton bardakta çay taşıyarak, yazlar geçirdim. Mermer basamakların bile, mermer olmaktan vazgeçip zamana mahcup olduğu o merdivenlerinden, koşarak çıktım. Derslere hep geç kalırdım. Sınav öncesi günlerde, kapısında pudra şekerli böreklerden yerdim, sonra yan tarafındaki kırtasiyeden fotokopi çektirirdim, sonra yan tarafındaki korsancıdan Tom Waits cd’leri, Jim Jarmoush filmleri alırdım, sonra onun da yan tarafındaki kütüphaneye girip, ders çalışamazdım. Bazen aşıktım.
Sosyete kantininde, kumpir sırası beklemezdim. Bana, ’acelesi olan bayan’ diyen kumpirci, benimkini çabuk çabuk yapardı. Yangın merdivenlerinde, yeni tanıştığım biriyle ders aralarında oturur, sessizce beklerdik. Sessizlikten hiç korkmazdım. Yüzlerce kere, güney kampusünden Bebek’e inen dar, ormanlı yoldan inip çıktım. Bazen merdivenlerle, bazen patikayla. Çoğunlukla neşeyle. Birçok düşünceyle ilgili, birçok şey öğrendim. Hepsini unuttum. Kendimle ilgili bir şey öğrendim, unutmam imkansız.
Hikayesi şöyle: 2. senemin sonunda bölüm değiştirip, uluslararası ilişkilere geçmeye karar verdim. Not ortalamam, böyle bir düşünce için çok düşüktü. 2,5 falandı 4 üzerinden. Bölüm değiştirmem imkansıza yakındı. Hem yeni bölümün 2 senelik tüm derslerini ekstra kredi olarak almam gerekirdi, hem de ortalamamı 3,5’in üzerine çıkarmam. Fakat bu son şansımdı, çünkü 2. seneden sonra bölüm değiştirilmiyordu. Yine de, cesaretimi toplayıp, o zamanki bölüm başkanının odasına gittim. Bölümünüze gelmek istiyorum ne yapmam lazım dedim. Kaçıncı senen? 2. Ortalaman kaç? 2,5. Senin bu bölüme geçmen imkansız.... Bu konuşmanın üzerinden 2 sömestr ve 2 uzun yaz sonra, ben o bölüme geçtim. Yaz okullarına kalmış, her dönem fazladan 5 ders daha almış, 4,4,4,4 ortalama getirmiştim. Nasıl yaptığımı hala bilmiyorum. Ama Boğaziçi bana, istersem yapabileceğimi öğretti. Öğrenilecek şeylerin en büyüklerinden birini.
Güney kampusteki, denize bakan banklarda melankolik; yaz sıcağında, sınıfta, antik mimari slaytları seyrederken manik olurdum. Bir rock grubu kurdum, adını kopuk koydum. Bir süre sonra dağıldık. Adını kopuk koydum diye sanırım bu kadar kısa sürdük. (Bu espriyi belki 100. yapışım.)
Bana F veren felsefe hocasına gidip teşekkür ettim. Sorusuna cevap olarak, iki sayfa soru sormuştum ve bir A’yı ya da F’yi haketmiştim. Koridorlarında, Garbage’dan Milk’i söyleyip, birinin kalbini çaldım. Birkaç kişi birbirimizin kalbini çaldık, kırdık ve onarması için zamana bıraktık. Karların ortasında kartpostallardaki gibi sarılıp ağladık.
Ceren’e de orda rastladım. Uzun sarı saçlarıyla, ’ben yurtdışında okudum, buraya yeni geldim ama görüyorsunuz Cumhuriyet okuyorum’ yapıyordu hepimize, dersin başlamasını beklerken.
6 yıl ordaydım. Sonra 7 yıl hayata girdim. İki gün önce, yine orda, ’en iyi kadın pop müzik sanatçısı’ olarak bir kürsüye çıktım. Ağlamamak için, kaşlarımdaki bulutları zor dağıttım. Koşarak ödülümü babama götürdüm. Doğumgünüydü. Küçükken Bebek’te el ele yürürken, ’Boğaziçi Üniversitesi’ yazan tabelalı girişi gösterip, ’kızım bak burası Türkiye’nin en iyi üniversitesi, sen büyüyünce burada okursun’ demişti. Yıllar sonra, o üniversiteden bir de bu ödülü almak nasıl bir şey, anlatamıyorum şu an.
Beni bu ödüle layık gören herkese çok teşekkür ederim. Heyecandan söylemeyi unuttum. Buraya yazmayı unutmadım.
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2007
Filmde böyle soruverince Emma Thompson, ben de pause’a bastım. Neyin olmasını iple çekiyorsunuz bayan Nil? Bu soruya verilecek kısa ve noktası kocaman olan bir cümleniz var mı? Sonra, bu cümlenin olmamasının, ölmek demek olduğuna karar verdim. Bir şeyin olmasını iple çekmemek, yaşamamak demekti. Bu soruya soluk almadan cevap verememek, bitkisel hayat demekti. Çoğu insanın hayatı bitkiseldi. Biraz kötü yürekli ama insanı şeytanca sırıttıran bir teoriye göre, dünyada başrol oynayanların sayısı 500’dü. Gerisi yardımcı oyuncu ve figürandı. Onlar birşeyin olmasını iple çekmeyenler miydi?...
Filmdeki Bay Stevens’in, bu soruya cevabı hazırdı. Fakat cevabı o kadar içeri atmıştı ki, ses tellerine kadar çıkaramıyordu... Halbuki biz, seyirci olarak cevabı biliyorduk. Miss Kenton’i iple çekiyordu. Ama çoğu şey duyulmayınca olmaz. Bu da olmayacaktı. Ben, Bay Stevens gibi olmak istemiyordum. Bayan Kenton’im her ne ise, onu istediğimi söyleyemediğim ve dolayısıyla yaşayamadığım bir dünyada, kısacık bir ömür geçirmek istemiyordum.
Söz konusu cümlenin geçtiği yer, bir limandı. Gece, sokak lambalarının aniden yandığı bir andı. (Şeker Portakalı diye bir kitap vardı. Tekrar mı okusam? Nedense aklıma geldi...) Florasanlar yanınca, herkes alkışladı. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben de gece lambalarının yandığı bir anda sokakta olursam, içimde bir alkış kopar. Böyle pasta mumu gibi yanar. Hava tam kararmadan yanar ve içine hiç karanlıkta kalmayacağına dair bir umut dolar. Dolmaz mı?
Mr. Stevens gibi bir sürü insan var. Bu soruyu hiç kendine sormamış birinin kendisine bu soruyu sorduğu hiç olamamış insanlar var. Halbuki ne mühim soru. Sormayanın ne hazin olabilir sonu. Kafiyeden demiyorum bunları.
Tabi hayatın her evresinde, bir şeyin olmasını iple çekmek kolay değil. Yine de hep iple çekilecek bir şey var. İpler elindeyse, ipin ucunda bir ağırlık hissediyorsan, ipini çekince o ağırlık geliyorsa... Burada politik bir parantez açmak isterim. İpin gelecekle ilişkisinin kopmaması için, barış, özgürlük ve huzurun varlığı şart. Cumhuriyet yürüyüşleri, bir kadın olarak benim ipimi elime dolayıp, yola devam etmem için atılmış en güzel adımlardı.
Bazı şeyleri, az çok, arada bir düşünen her insan bilir. Herşey, Mr. Stevens’in suskunluğu bile, o anki koşullara bağlı olarak değerlendirilir. İple çekilecek şeyler olması için, ipin su gibi aktığı bir zamanda, ona asılacak gücü bulmak gerekir.
Öteki ölüm demektir. Ve yaşarken ölmek ölümlerin en fenasıdır. Öyleyse, huzurlarınızdan çekilmeden önce, müsadenizle, tekrar sormak isterim: Neyin olmasını iple çekiyorsunuz bayanlar baylar?
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2007
Roma’da yürürken aklıma geldi. Japon turist, elinde fotoğraf makinesi, aşk çeşmesinin önünde sevgilisinin fotoğrafını çekiyordu. Ben de, sıkkın bir şekilde, havuza para atıp dilek diliyordum. Ve o karenin içinde, kıyısında ve köşesinde, bu halim sonsuza dek belgelendi. Hiç tanımadığım, ve beni hiç tanımayan iki kişinin hayatlarında, dondurup sakladıkları bir anda, ben de vardım artık. Üçümüzdük. Belki de daha kalabalıktık.
O fotoğrafa bakan hiçkimse, bana dikkat etmiycekti. Belki ilgisini tanıdık yüzlerden ayıracak kadar uzun süre resme bakan biri, bir saniye bana bakıp, kimbilir hakkımda hemencecik nasıl bir paragraf yazıcaktı. Muhtemelen, benim sıkkın bir Türk şarkıcısı olduğumu bilemeyecekti. Bunu zaten bir saniye bile umursamayacaktı. İnsanın ’hiçkimse değil’ halinde donucaktım. Kendisini ’birisi’ olarak var etmeye çalışan ’biri’ için, o kağıt parçası, egonun yıkılışının portresi olucaktı. Ego onu asla evine asmiycak, başkalarının ona turist kalmasına bir an bile bakamayacaktı.
Kimbilir bugüne kadar kaç yüzbin resimde ben, ben falan değilken, ama aynı zamanda da ta kendimken, başım önde yürüyüp geçmiş, arka masada hamburger yemiş, bir arabanın önünde torbalarla beklemiştim! Esnemiş ve gülmüştüm. Sadece bir gövde ya da paltoluydum. Bu resimleri bir şekilde toplamayı becersem, ne ilginç bir sergi olurdu bu! Başkalarının hayatlarıyla kesişmiş, kesiştiği belgelenmiş bir sürü ben. Böyle bir sergi yapmanın en kolay yolu, aslında ve belki de, bunu Jeff Wall gibi kurgulayarak yapmak.
Güzel olmaz mı, çok şey söylemez mi? İnsan, görüp görebileceği en küçük haliyle buluşmaz mı? Hayatta kapladığımızı düşündüğümüz alan, bir anda dapadar olmaz mı? Bakanın, gözünün görmek istediğini gördüğünü kanıtlamış olmaz mıyız? Önem sıralarının en en arkasında bile olmadığımız bir hücreye hapsolur, böylece ilk defa gerçekten özgürleşmez miyiz? Bir aşıktan, bir çeşmeden, bir gökyüzünden bile sonra gelmeyerek en flu halimizi almış olmaz mıyız? Bizi fokuslamayan her fotoğraf makinasını yerlere atıp, üzerinde tepindiğimiz için kendimizden utanmaz mıyız? Utanıp arlanmaz mıyız?
Ayrıca, böyle birşeyin flu’su olmak istesem, aranızdan gözü olmak isteyen çıkar mı? Peki bunu böyle yaparak kendimi netlemiş olmaz mıyım?.. Peki benim kendimle derdim ne? Shhh, çok soru sormayalım, sanat bu sanat...
(web sitem bir açılsın, hep böyle web sergileri yapıcam. Siz bana şimdiden içinde yanlışlıkla yer aldığınız karelere rastlarsanız yollayın. Ya da yanlışlıkla karenize girdiysem ve bunu farkettiyseniz yollayın. İlk web sergimize bunu koyarız.)
Yazının Devamını Oku