Beğendiğim şeyler olunca, hayat iştahımı açıyor. İnsanın tıkalı duyuları açılıyor. (Çakralardan bile mühim). Bu hafta, bir tuhaf haftaydı. Göz açıp kapayıncaya kadar hızla, birşeyler oldu, bazıları etkiledi. Bana değip, geçti. Zaman boşa geçmemiş oldu.
Nurkan mesela, bana çok güzel bir mektup yazdı. Benim şarkılarıma gitar olan, çok yetenekli adam Nurkan askerde. Günleri bizimki kadar ’rüzgar gibi’ geçmiyor tabi. Zaman hızlanıp yavaşlayabilen bir şey. Yerine göre, anına göre, yanında kim olduğuna göre hızını ayarlıyor. Nurkan da öyle demiş işte. Çok güzel anlatmış, kelimeleri, duyguları çok güzel dizmiş. Son satırda da adım geçince, gözlerim doldu. Birazı taştı. Bıraktığın yerde kalan insanlara bayılırım. Nurkan onlardan. En büyük Nurkan, bizim Nurkan kısacası.
Orhan Pamuk’un ’hüzün’le ilgili bir makalesini okudum. İstanbul’da yaşayıp, hüzünden nasibini almamanın neredeyse imkansız olduğunu yazmış. Demek, sebebi İstanbul’muş. Öyle yaşlı, yüzündeki derin çizgilere rağmen öyle güzel ve öyle yorgun bir şehirle beraberiz ki, Haliç’te gün batırmaya gerek yok, loş olmak için. Her sokağı ve her iklimi ruha nem verir cinsten. Bunu okumam iyi oldu. Denizin dalgalarıyla çevrili bir şehirde yürüdüğümü hatırladım. İnsan, kendini çembere alıp durduğu için, unutuyor yaşadığı yeri bazen. Bu hafta bu da hatırlandı.
Bu hafta, yeni asistanım Hayal’le tanıştım. Tanıştığıma memnun oldum.
Televizyondan, sperm bankasından hamile kaldığı bilinen ilk anne, Leyla’yla tanıştım. (Başkaları da vardır belki). Tanışır tanışmaz alıştım. Hani olur ya bazı insanlarla. Tatlı insanlarla.
Sonraaa, en baştaki şefin tavsiyelerini tattım. Üçünü de beğendim. Yiğit Özgür’ü karnıma, Nuri Bilge’yi ruhuma, Göksel’in o şarkısını da (cd’de 5) dudağıma yolladım.
Hüznümü de katladım, zamanımı da ağırladım. Kendimi anlamak için, ip uçları topladım. İnsan casus olunca, delil çokmuş anladım.