Böyle dergiler de olsa ya. Bu şehirden giderseniz bu bu bu, şu şu şu var diyen.
Çünkü belli bir yerden sonra insan, tamamen kendimden bahsediyorum, time out falan değil, düpedüz sign out istiyor. Peki insan, kendisini koşullu seven bu şehri koşulsuz severken, onu nasıl terk edebilir?
İstanbul’u havasından, karasından ya da suyundan terk eder etmez, hayat spaya girmiş gibi olur. Bir tatlı filmin jeneriği akar. Aslında herkesi, en başta da kendimizi seviyor oluruz. Her şey yoluna girecek gibi, gerekli yerlere doğru yollanır. Hem artık İstanbul’da olmadığımıza göre, bunlar bizi pek ilgilendirmez. Başka bir şehrin kartpostalını kaldığımız sayfaya koyar, artık olayları okumayı bırakırız. Artık hasta olmaz, terk edilmez ve kötü tek bir söz söylemeyiz. Umudumuzu da kırıp içmez, ağzımızda uzun uzun emeriz. İşte bu kadar soyut oluruz. Somut olan bize iyi gelmemiştir.
İstanbul’un insanı hipermetrop yaptığı olur. İnsan yakınını, yakın zamanını ve hatta yakınlarını göremez. Uzakta bir yere odaklanır ve gider. Halbuki İstanbul dışı hep miyop. Gelecek bir anda flu. Yanımdakiler bana yeter. Ellerimi ayaklarımı göreyim yeter.
Yürüyen kaldırımlarına binmiş akan insanlar, bir an durup nereye gittiklerini sormazlar. Çoktan kalkmış gitmiş uçaklarına, umutsuzca yolculuk ederler. Ellerinde ağır bavullar taşır ve kimseyle konuşmazlar. Bu kadar renkli bir şehirde, o kadar yönden esen rüzgar arasında, her şeyden bıkmayı becerirler. Burası İstanbul, yolu yokuş. Muş.
Bu yüzden ben, sürekli İstanbul’a geri giden ayağıma çelmeyi takıp, dışında kalmayı becermek istiyorum bazen. Belki de sırf ona geri dönen olmak için. Öyle bir aşk-nefret ilişkisininerkek kısmı olduğumdan. İstanbul’un kadın olduğundan şüphesi olan var mı?...
Bir soğuk duşa girer gibi altında durup ürpermeden önce, kendimi güneşe yatırıp biraz, kurutmak istiyorum nemlileri. Güneye gidiyorum anlayacağınız...
Elektrik süpürgesi kablosu misali içine çekene kadar beni İstanbul, i sign out.