NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, geçtiğimiz günlerde ‘NATO’nun Karadeniz’deki varlığını arttırmakta kararlı olduğunu’ açıkladı. Nedeni malum: “Karadeniz’in kilidi” Kırım, artık Rusya’nın denetiminde. Elbette NATO’nun ‘askeri varlığın arttırması’, Batı ülkelerinin Karadeniz’deki ilk gövde gösterisi olmayacak. Bundan 164 yıl önce, dönemin süper güçleri İngiltere ve Fransa, Rusya’nın Karadeniz’e hâkim olmasını engellemek adına savaşı dahi göze almış; Osmanlı Devleti’yle müttefik olarak Rusya’yla Kırım Savaşı’na girmişti. Ne var ki, zaferle sonuçlanmış gibi görünse de üç yıl süren bu savaşın maliyeti Osmanlı için çok ağır olacaktı… (Tabii Kırım denince bedel ödeyenlerin başında Tatarlar ve diğer Türkî ahali gelir. Ama onların sıkıntılarını ve zorunlu göçlerini ayrıca ele almalıyız.)
RUSLARIN ÇIKARDIĞI ‘GÖK GÜRÜLTÜSÜ’
28 Şubat 1853 tarihinde İstanbul’a yanaşan “Gök Gürültüsü” isimli buharlı geminin önemli bir yolcusu vardı: Çar tarafından özel olarak görevlendirilmiş Prens Menşikov. Menşikov’un görevi Kudüs’teki ‘Kutsal Mekanlar’ üzerinden Osmanlı üzerinde güç gösterisine girişmekti. Elbette, Kudüs’teki hangi kilisenin anahtarının kimde duracağı, hangi sırayla ayin yapılacağı sembolik bir meseleydi. Ruslar, bu bahaneyle Osmanlı’nın Ortodoks tebaası üzerinde açıkça hükümranlık talep ediyordu. Rusya’nın asıl hedefiyse, 1783’te ilhak ettiği Kırım’dan sonra Güney’e, yani Karadeniz ve Osmanlı toprakları üzerinden Akdeniz ve Ortadoğu’ya inmekti. Ancak İngilizler Hindistan yolunda, Fransızlar ise Akdeniz ve Ortadoğu’da Rusları görmek istemiyorlardı. Ama Menşikov taleplerinin kabulü için Osmanlı’yı savaşla tehdit edip herkese gözdağı vermekte kararlıydı. Ne de olsa dünyanın en büyük kara ordusu Rusya’ydı ve Osmanlı’nın derdi başından aşkındı… Ancak tüm nobran ve tehditkâr tavrına karşın Menşikov, payitahta boyun eğdiremedi. Bunun üzerine Rusya Çarlığı, Osmanlı Devleti’ne ültimatom verdi. Artık savaş kaçınılmazdı. İngiltere ve Fransa, Rusları Karadeniz’de durdurmak adına Osmanlı’nın yanında savaşmaya karar verdi. Bu ittifak önemli olsa bile yeterli olacak mıydı? Ne de olsa Osmanlı, bir değil iki savaşa birden giriyordu: Cephedeki savaş ve para savaşı.
YENİLEŞMENİN MALİYETİ
Özellikle Ruslar karşısında ağır yenilgiler alan Yeniçeri ordusu 1826’da kaldırılmış yerine ‘modern’ bir ordu kurulması için çalışmalar başlatılmıştı. Üstelik yenilenen sadece ordu değil, Tanzimat’la birlikte devletin neredeyse tümüydü. Eğitimden sağlığa her türlü yenilik için paraya ihtiyaç vardı. Öyle ki 1850-51 bütçesinde gelirlerin giderleri karşılama oranı %87,6’ya kadar gerilemişti. İşte Kırım Savaşı böyle bir ortamda patlak verdi. Normal koşullar altında bile devlet giderlerinin yaklaşık %40’ını oluşturan askeri harcamaların savaş sırasında yükselmesi kaçınılmazdı. Üstelik mesele artık sadece asker maaşı ödemekten ibaret değildi. Modern tarihin ilk büyük savaşlarından olan Kırım Savaşı, lojistiğin hayatî önemini göstermiştir. Askerin cepheye sevki, gıda temini, sağlık hizmetleri gibi konular daha büyük yatırım demekti. Haberleşme için artık telgraf hatları kurmak gerekiyordu. Üstelik ordunun beslenmesi, şehirlerdeki gıda temininde açıklara yol açıyordu.
Böylece 1853-54 bütçesindeki 779 milyon kuruşluk gider, bir sonraki yıl 1 milyar 108 milyon kuruşa yükseldi. Bütçe açığı iki yılda iki katına ulaşmıştı. Kırım Savaşı’nın Osmanlı Devleti’ne 11 milyon sterlinlik bir yük getirdiği düşünülüyor. Bu o kadar büyük bir meblağ idi ki, 1861-62 bütçe gelirlerinin neredeyse tamamına denk düşer!
PARANIN KAĞIT PARÇASINA DÖNÜŞMESİ
Bu ağır yükü karşılamak için öncelikle iç borçlanma yoluna gidildi. Bir tür hazine bonosu-kâğıt para karışımı sayılabilecek olan ‘kaime’ piyasaya sürüldü. Ne var ki bu iç borcun sadece faizi bile hazineye yüktü. Üstelik son derece basit bir şekilde, el yazısıyla hazırlanan kaimeler, kalpazanlar için bulunmaz fırsattı: Piyasa sahte kaimelerle doldu. Ayrıca ‘faiz getirili kâğıt para’ diyebileceğimiz kaimenin çok ciddi ‘konvertibilite’ sorunları vardı. El değiştirmesi ve nakde çevrilmesi sürecinde spekülatörlere gün doğuyordu. Bu da kaimenin (ve paranın) güven - değer kaybını beraberinde getiriyordu tabii… Yetmezmiş gibi, yüksek rakamlı kaimeler nedeniyle piyasada ‘bozuk para’ darlığı baş göstermişti.
1960’lı ve 70’li yılların popüler Türk sineması çok sevilen ‘babacan’ karakterle doludur. Elbette bunların başında Hulusi Kentmen’in canlandırdığı babalar gelir. Ayrıca Vahi Öz, Nubar Terziyan, Eşref Kolçak, Kadir Savun, İhsan Yüce gibi oyuncular da pek çok kez sevecen, tatlı-sert, koruyup kollayan, namuslu-onurlu baba figürlerini beyaz perdeye yansıttılar. Münir Özkul, Yalancı Yarim (1973) ve Mavi Boncuk’tan (1975) sonra Bizim Aile’de yine fedakâr bir baba olarak karşımıza çıktı. Üstelik bu defa çocuklarına hem annelik hem babalık yapıyordu. Bu öyle ideal bir babaydı ki kendisini kabul etmeye yanaşmayan üvey oğlunun (Tarık Akan) bile saygısını ve sevgisini kazandı. Benzer şekilde, Hababam Sınıfı’nın Mahmut Hoca’sı çocuk sahibi olmasa bile tüm öğrencilerine babalık eden idealist bir karakterdir.
Bu dönemin popüler filmlerinde kötü babaları ezici bir çoğunlukla üvey babalar veya Bizans kralı, tekfuru gibi ‘düşman’lardı. 70’lerin sonu ve 80’lerde ise popüler filmlerde kötü babalarla zenginlik arasında yakın ilişki görülür. Özellikle arabesk filmlerde zengin baba, fakir oğlanı hor görerek içindeki kötülüğü dışa vurur. Benzer babalar Kemal Sunal komedilerinde de bulunur.
SON ‘SÜPER BABA’LAR VE BİLGELER
Popüler Türk sinemasının ideal babaları, televizyon dizilerinde, ‘nostaljik’ bir tavırla karşımıza çıkacaktır. Elbette bunların başında 1993-97 arasında yayınlanan Şevket Altuğ’un canlandırdığı “Süper Baba” gelir. Onu 2002 yılında, AK Parti’nin seçim zaferiyle aynı günlerde yayına giren Ekmek Teknesi’ndeki Nusret Baba (Savaş Dinçel) takip eder. Nusret Baba sadece ailenin değil tüm mahallenin bilge-babasıdır aynı zamanda. Akasya Durağı’nın Nuri Baba’sı (Zeki Alasya) da babacan bir karakterdi. 2003 yılında başlayan Kurtlar Vadisi’nde ‘Ömer Baba’ (Emin Olcay), 2014 yılında ölünceye dek daima insani değerleri vurguluyordu.
Seksenler’in naifliğini yansıtan klasik iyi baba figürü ‘Fehmi’ (Rasim Öztekin) gibi istisnaları bir kenara koyarsak… Son birkaç yıldır dizilere damgasını vuran unsur, artık bu iyi kalpli, sevecen, bağışlayıcı babalar değil; tam tersine ailelerinin ve çevrelerinin hayatını allak bullak eden ‘kötü babalar’.
ALİ KAPTAN EŞİTTİR DRAM
“Öyle Bir Geçer Zaman ki” (2010-13) dizisinin kilit karakteri Ali Kaptan’dı. Karısı Cemile’nin ve ailesinin başına gelen neredeyse her türlü melanet ‘kötü baba’ Ali Kaptan yüzündendir.
‘Arkadaşlar İyidir’, dram türünde adeta ‘kötü babalar resmî geçidi’ gibiydi. Bu dizide çocuklarını zorla filmlerde oynatıp sömüren, paraları metresiyle yiyen babadan, sevgilisinden olan çocuğunu karısından-kızından gizleyen ünlü doktora, evlatlık olduğunu kendisine ölüm döşeğinde söyleyen babaya kadar türlü-çeşit ‘kötü baba’ modeli mevcuttu.
“XIV. ve XV. Asırlarda Osmanlı memleketlerinde dinî ve hukukî ilimlerde ve bundan başka kelam, matematik, felsefe ve astronomide yüksek değerde ilim adamları yetişmiş ve bunlar ilmi eserleriyle daha sonraki asırlarda da şöhretlerini muhafaza etmişlerdir.” İsmail Hakkı Uzunçarşılı, artık klasikleşen 1965 tarihli “Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı” başlıklı eserinde Osmanlı ulemasından (alimler) bu sözlerle bahseder.
Alim-ulema deyince çoğumuzun zihninde ‘din adamı’ canlansa da, aslında bu tanım günümüzün eğitmenlerini, akademisyenlerini, bilim insanlarını, hukukçularını; hatta genel anlamıyla entelektüelleri kapsar. Osmanlı’nın klasik sınıflandırmasında, eğitim ve yargıda görev üstlenenler, “ilmiye” sınıfı olarak adlandırılıyordu. Bunlara üst düzey din görevlilerini de eklemek yerinde olur.
Modern dönemdeki araştırmalarla ilmiye sınıfının niteliklerine dair kapsamlı bilgilere kavuştuk. Uzunçarşılı’nın ardından Halil İnalcık, Ekmeleddin İhsanoğlu, Mehmet İpşirli, Cahid Baltacı, Fahri Unan; yurtdışında Richard Repp, Madeline Zilfi, Cornell Fleischer başta olmak üzere pek çok araştırmacı ulema ve ‘ilmiye’ hakkında yazdılar. Son yıllardaki akademik çalışmalarsa bu öncü eserlere derinlik kattı; ilmiyenin eğitim, bilim ve yargıdaki fonksiyonları incelenirken bazı klasik görüşler de yeniden yorumlandı. Yrd.Doç.Dr. Abdurrahman Atçıl’ın kısa bir süre önce Cambridge University Press tarafından yayınlanan “Scholars and Sultans in the Early Modern Ottoman Empire” (Erken Modern Dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda Ulema ve Sultanlar) başlıklı kitabı da bu çalışmalardan birisi.
ALİM-BÜROKRAT
Osmanlı’da yüksek eğitim ve hukuk alanlarında ‘ilmiyenin’ şekillenmesi ve devletle ilişkisi önemli değişimler geçirdi. Atçıl, kitabında bu değişim sürecini kuruluş devri (1300-1453), hiyerarşinin oluşumu (1453-1530) ve hiyerarşinin pekiştirilmesi (1530-1600) olarak üç bölümde ele alıyor. Ayrıca anahtar kavram olarak “alim-bürokrat” tanımını kullanıyor. Aslında medreseler (üniversite olarak düşünebiliriz), geleneksel olarak ‘devlet okulları’ değil, ‘vakıf okullarıydı’. Osmanlı hanedanının kurduğu vakıf medreseleri ise bir tür ‘devlet okulu’ gibiydi. Çünkü Osmanlı’nın Hristiyanlardan aldığı topraklarda zaten medreseler yoktu. Bürokrasi, İstanbul’un fethinden sonra adım adım sistematik yapıya kavuşurken ‘ilmiye’ daha tanımlı bir sınıf haline geldi. İlmiyenin konumu kanunlara bağlandı. ‘Özel’ vakıf medreseleri ‘devlet’ medreseleriyle aynı derecelendirme, maaş ve hiyerarşi sistemine getirildi. Osmanlı, ‘YÖK’ benzeri bir kurum ihdas etmese de zamanla ilmiyedeki terfiler, sultanın onayına sunulan standart bir düzene oturdu. Yani günümüz terimleriyle ifade edersek, gelirleri ve tayin yöntemleriyle akademisyenler / eğitmenler, devlete tam anlamıyla bağlandılar.
BÜYÜYEN İHTİYAÇLAR
Zamanla imparatorluk büyüyüp medrese mezunlarının sayısı artınca yeni okullar açıldı; eskilere ‘kürsüler’ eklendi. Yine de mezun sayısı eğitim ve yargıdaki kapasiteyi aşınca açıkta kalanları devletin başka kademelerine kaydırmak kaçınılmaz oldu. Böylece hükümetten tayin bekleyen ‘stajyerler’ de, ‘alim-bürokrat’ sınıfı da giderek büyüdü. Bu görevler, ömür boyu sürebilecek devlet kariyeri içinde vezirliğe kadar uzanabiliyordu.
Atçıl’a göre tüm bu süreç, devletin ulemayı kontrol altında tutma tercihiyle bağlantılıydı. (Ne var ki özellikle Arap eyaletlerindeki ulema bu sistematiğin dışındaydı.) Osmanlı tarihinin en önemli bilim insanlarından Taşköprîzâde, ulemanın tarihini yazarken onları sultanlara göre sınıflıyor; adeta iktidarla ulema arasındaki yakın ilişkiyi yansıtıyordu. Elbette bu tek taraflı bir bağlılık değildi. Saltanat veya hükümet, kimi kararlarında ulemanın olumlu fetvasına, diğer deyişle desteğine ihtiyaç duyuyordu. Sultanın veya vezirlerin bile hükümranlığının sınırları vardı ve bu sınırların çizilmesinde ulema kritik önemdeydi. Bu ‘meşruluk’ arayışı ve desteği, Osmanlı’nın Safevîlerle mücadelesinde farklı bir boyuta taşınacaktır.
“İnsanlık tarihi Türklerle başlamıştır” diyordu kürsüdeki Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) Şükrü Kaya, güçlü bir inanç ve üst perdeden bir gururla… Bravo sesleri ve alkışlarla kesilen konuşmasına şu sözlerle başlamıştı: “Başta Cumhuriyet Halk Partisi’nin Umumî Reis Vekili Büyük Başvekil İsmet İnönü olduğu halde, Parti’nin mebuslarından 153 arkadaşın imzası ile hazırlanan Teşkilâtı Esasiye kanunu (anayasa) tadilleri (düzeltmeleri), huzurunuza sunulmuş̧ bulunuyor. Bu tadilleri icap eden zaruretleri huzurunuzda arz etmeği büyük şeflerim bana vazife olarak verdiler. Bu ödevimi yapmak için müsaadenizi rica edeceğim.” Kaya, anayasaya eklenecek olan ilkelerin bizzat Atatürk tarafından modern bir devletin meydana getirilmesi için tespit edilen ve parti programına eklenen ilkeler olduğunu belirtiyordu. Partinin güçlü ismi Kaya ayrıca konuşmasında devletçilik, milliyetçilik, halkçılık ve laiklik ilkesinden bahsediyor; “laiklikten maksadımız dinin memleket işlerinde müessir (etkili) ve amil (sebep) olmamasını temin etmektir. Bizde laikçiliğin çerçevesi ve hududu budur” diyor ve ekliyordu: “Hiç̧ bir din kendisini müdafaa için Türkler kadar azimkâr, Türkler kadar fedakâr bir millet bulamamıştır. Eğer, dünyada İslamiyet yaşıyorsa, 12 asırdan beri kendisini müdafaa eden Türklerin koluna, kanına ve kafasına medyundur (Bravo sesleri, alkışlar).
LAİKLİK KONUSUNDA BİR İTİRAZ
Elbette TBMM’nin 5 Şubat 1937 tarihli oturumunda muhalif bir parti bulunmadığı için anayasa değişikliği hakkındaki itirazların sesini tutanaklarda duyamıyoruz. Buna karşın bazı milletvekillerinin çeşitli noktalara itirazları da yok değildi. Örneğin Muş Milletvekili Hakkı Kılıçoğlu, laiklik ilkesiyle Diyanet İşleri kurumunun çeliştiği görüşündeydi: “İkinci maddeye biraz yan bakan, hattâ kafa tutan bir teşekkül var. Diyanet İşleri (Gülmeler). Ben bu teşekkülün aleyhinde değilim. Dinlerin ve dindarların hasmı da değilim. Ancak bütün dinî işleri vicdanlara bıraktıktan sonra bir devletin resmî bütçesinde, bilhassa Teşkilatı Esasiye’mizin bu yeni ikinci maddesi karşısında, yeri olmayacağı kanaatindeyim.” Kılıçoğlu’na göre laik olduğunu söyleyen bir devletin müftülerinin olması dışarıdan bakanların aklını karıştırıyordu. Dini binalara hizmet konusu ise vakıflar çerçevesinde çözülebilirdi.
PEKİ YA LİBERALLER VE KOMÜNİSTLER?
İzmir Milletvekili Halil Menteşe’nin de anayasadaki değişikliklerle ilgili mülkiyet hakları başta olmak üzere bazı tereddütleri vardı. “Devletçilik mesela” diyordu Menteşe, “şimdi ekonomide liberal taraftarı ferdiyetçi bir vatandaş ortaya çıkar da propagandaya başlarsa?... Acaba onu polis yakalayıp da mahkemeye verecek midir?” Rasih Kaplan onun bu endişesine oturduğu yerden şu cevabı vermişti: “Öbür dünyaya gitsin deriz.” Kaplan’ın bu sözlerini duymazdan gelen Menteşe, inkılapçılık ilkesinin de anayasa maddesi haline gelmesiyle ortaya bazı çelişkilerin çıkabileceğinden endişeliydi: “Şimdi bir komünist, komünizm propagandası yaptığından dolayı mahkemeye verildikten sonra, hâkim huzurunda derse ki; ‘beni niçin buraya getirdiniz ve niçin burada maznun sandalyesinde oturuyorum? İnkılapçılık Devlet şekline dahildir. Ben en geniş̧ ve en esaslı bir inkılap taraftarıyım. Vesaiti istihsaliyeyi (üretim araçlarını) kamilen komonize ederek Devletin eline veriyorum. Binaenaleyh beni niçin muhakeme ediyorsunuz?’ O zaman ne olacaktır? (Komünistlik istemiyoruz sesleri). Daha sonra kürsüye gelen Şemsettin Günaltay’ın bu sorulara cevabı kesindir: “Bir liberal çıkıp liberalizm esaslarını, bir komünist çıkıp komünizm esaslarını… Hayır, müdafaa etmeyecektir, edemeyecektir!” Keza cevaben kürsüye gelen Şükrü Kaya, komünizmin yanı sıra liberalizm konusunda da çok net bir tavır sergiliyordu: “Bugün liberalizm her yerde ya çökmüş, tarihe intikal etmiş̧ veyahut da sarsıntı nöbetleri içinde can çekişmektedir. Hayata yeni doğmuş̧ olan Türkiye Devletinin hayatı için liberalizm çok fena ve çok zararlı bir unsurdur. Bugün liberalizm demek hukuk bakımından bir anarşi, ekonomi bakımından da bir kısmı yurttaşları diğer yurttaşlar istismar ettirmeye açık bir kapı demektir.”
Muğla Milletvekili Hüsnü Kitapçı ise Devletçilik ilkesi ile şahsi teşebbüs hürriyetini uyumlu hale getirecek düzenlemelerin gerekliliğinden söz ediyor, “ileride yapılacak kanunlarda amme menfaati ile şahsın menfaatini telif etmek için Yüksek Meclisin inceden inceye çalışacağına emin olmak pek tabiidir” diyordu.
KABUL EDİLMİŞTİR…
Elbette Meclis kürsüsünde belirtilen tüm görüşler nihayetinde anayasa değişikliğinin özüne değil ortaya çıkarabileceği çelişkiler üzerineydi. Nitekim Kitapçı, sözlerini şöyle tamamlayacaktı: “Hülasa itibariyle söyleyeceğim şudur: Atatürk’ün işaretini bu memleketin hüsnüniyetle kabul etmesi bu memleketin ve bu milletin menfaatinedir”. (Bravo sesleri, alkışlar). Dile getirilen görüşlerden sonra yapılan oylamada anayasa değişikliği başkanın “Kabul edenler? Etmeyenler?... Kabul edilmiştir” ifadeleriyle kısa bir sürede kabul edildi. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin “cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçı” olduğu anayasaya eklenmiş oluyordu. Ayrıca anayasanın 75. maddesi şu şekli alıyordu: “Hiç̧ bir kimse mensup olduğu felsefî içtihat, din ve mezhepten dolayı muaheze edilemez. Asayiş ve umumî muaşeret adabına ve kanunlar hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü dinî ayinler yapılması serbesttir”.
İlk yüksek sesli itiraz, 2006 yılının Kasım ayında başladı. Muhafazakâr yazar Dennis Prager, Minnesota’dan ABD Kongresi’ne seçilen Keith Ellison’ın yemin töreniyle ilgili kararını sert biçimde eleştiriyordu. Prager’a göre “bir Kongre üyesinin nasıl yemin edeceğine Keith Ellison değil, Amerika karar vermeliydi”. Bir süre sonra Kongre’deki Virginia eyaleti temsilcisi Virgil Goode de bu sert eleştirilere katıldı. Peki ama törenin yapılmasına daha birkaç ay varken Ellison’un göreve başlama yemini neden böylesine bir tepkiyle karşılaşıyordu?
ELLISON VE TARTIŞILAN YEMİN
Keith Ellison beş çocuklu Katolik bir ailenin üçüncü oğlu olarak 1963 yılında Detroit’te dünyaya gelmişti. Ancak 19 yaşındayken Müslüman olmaya karar verdi. Yıllar sonra siyasete atıldı. 2002’de Minnesota Eyalet Meclisi’ne, 2006’da ise %56’lık oy oranıyla aynı eyaletten ABD Temsilciler Meclisi’ne seçildi. Söz konusu tartışma Ellison’un Kongre’deki görevine başlamadan önce edeceği yeminle ilgiliydi. Ellison ABD tarihinin ilk Müslüman Kongre üyesi olacaktı. Onun tercihi –pek çok kişinin tahmin edebileceği üzere- Kur’an’a el basarak yemin etmekti. Oysa Prager’a göre ABD, İncil’deki değerler üzerine inşa edilmişti ve Ellison’a Kur’an üzerine yemin etme izni verilmemeliydi. İşin ilginci dindar bir Yahudi olan Prager, eğer böyle bir göreve seçilse İncil’e el basarak yemin edeceğini belirtiyordu; çünkü İncil “Eski Ahit” adıyla zaten Tevrat’ı da içeriyordu. Cumhuriyetçi Virgil Goode ise Kur’an üzerine yemin edilecek olması nedeniyle “Amerikalıları uyanmaya çağırıyor”, “eğer böyle giderse daha fazla Müslüman’ın seçileceği” uyarısını yapıyordu!
HUKUKUN GEREĞİ Mİ, GELENEK Mİ?
Aslında Ellison’un Kur’an üzerine yemin ederek göreve başlayacak olmasına itiraz etmenin bir hukuki dayanağı yoktu. Çünkü aslında İncil üzerine yemin, anayasaya bağlılık yeminin bir şartı değil sadece ritüeliydi. ABD’nin ilk başkanı Washington, 30 Nisan 1789’da göreve başlarken İncil üzerine yemin etmişti. Bu gelenek günümüze kadar sürdüyse de istisnalar olmuştur. 6. Başkan John Quincy Adams (1825) ve 14. Başkan Franklin Pierce (1853) hukuk kitabı üzerine yemin ederken “İncil’e el basmayan” bir diğer Başkan, Theodore Roosevelt (1901) idi. Tabii bir de Johnson’ın yemin töreni vardı… Johnson, Kennedy’nin öldürülmesi sonucunda başkanlık uçağı Air Force 1’da yemin ederek göreve başlamak durumunda kalmış, İncil yerine uçaktaki bir Katolik dua kitabına el basmıştı. Özetle, ABD’de başkanların, kongre üyelerinin ve kamu görevlilerinin yeminlerinde kullandıkları kitaplar, hukuki bir nedene değil geleneklere dayanıyordu. Bu doğrultuda Keith Ellison -tüm tepkilere karşın- Kur’an üzerine el basarak yemin etmekte kararlıydı. Şimdi geriye tek bir konu kalmıştı: Yemin töreninde Kur’an’ın hangi baskısı kullanılacaktı?
JEFFERSON’IN KUR’AN’I
Keith Ellison yemin töreninden önce Kongre Kütüphanesi (Library of Congress) nadir kitaplar ve özel koleksiyonlar bölümünün yöneticisi olan Mark Dimunation’dan kendisine “özel bir Kur’an baskısı” bulmasını istemişti. Kaderin garip bir cilvesi olacak ki, bulunan ‘özel’ Kur’an, muhalif Kongre üyesi Goode’nin seçim bölgesindeki tarihi bir evden geliyordu: Bu, ABD kurucu babalarından ve aynı zamanda 3.Başkan olan Thomas Jefferson’ın (1743 – 1826) özel kitaplığındaki Kur’an idi! Jefferson, 17.Yüzyıl’da yaşamış İngiliz düşünürü John Locke’dan esinlenerek 1776’da şöyle yazmıştı: “Bir Pagan, bir Müslüman veya bir Yahudi, dini nedeniyle medenî haklardan mahrum bırakılmamalı.” Elbette Jefferson bu satırları sadece bir temenni olarak yazmamıştı. ABD’nin kurulduğu yıllarda kimlerin ülkeyi yönetebileceğine dair sert tartışmalar vardı. Hâkim konumdaki Protestanlar, azınlık durumundaki Katoliklerin, Yahudilerin, dinsizlerin ve dahi Müslümanların günün birinde göreve gelme ihtimaline şiddetle karşı çıkarken Jefferson bunun tersini savunuyordu. İşte bu tarihi tartışmanın gelip dayandığı noktada… Ellison’ı eleştirenlere, ABD’nin kurucu babalarından birine ait tarihî bir Kur’an, sembolik açıdan son derece güçlü bir cevap olacaktı.
4 Ocak 2007 tarihinde, Keith Ellison, Kongre’deki yemin töreninin ardından, Temsilciler Meclisi sözcüsü Nancy Pelosi’nin huzurunda Thomas Jefferson’a ait iki ciltlik, İngilizce Kur’an mealine el basarak yemin etti.
Millî Eğitim Bakanlığı’nca açıklanan yeni öğretim programlarında dikkat çeken iki önemli yenilikten biri geçmişimizi, birisi de geleceğimizi doğrudan ilgilendiriyor: İlki tarih, ikincisi ise bilişim dersleri.
GEÇMİŞ, ASLA SADECE GEÇMİŞ DEĞİLDİR
Yeni programda tarihle ilgili dersler ağırlığını koruyor: Hayat Bilgisi, Sosyal Bilgiler, T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük, Tarih, Türk Kültür ve Medeniyet Tarihi. (Bu listeye ‘Peygamberimiz'in Hayatı’ ile ‘Türk Dili ve Edebiyatı’ derslerini eklemek de mümkün). 9 - 11. sınıflara yönelik tarih dersinin içeriği, o bildik ‘savaşlar ve fetihler’ ekseninden biraz daha medeniyet tarihi alanına doğru kaymış gibi duruyor ki, bu olumlu bir değişiklik. Tabii bu değişimin pratiğe nasıl yansıyacağı, hazırlanacak kitaplar ve malzemelerle ortaya çıkacak. Dolayısıyla ilgili ders kitapları hazırlanırken olayların ve isimlerin azaltılıp, kavramların genişletilmesi yerinde olacaktır. Unutmayalım ki çağımızda ansiklopedik verilere ulaşmak giderek kolaylaşıyor. Buna karşın bilgi yığını içinden bütünlüklü bir bakış açısı geliştirmek giderek zorlaşıyor.
ÇAĞDAŞ TARİHE AÇILAN KAPILAR
Açıklanan taslak programda tarih adına iki yenilik dikkat çekici. İlki T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersine yeni bir ünite olarak eklenen 1950-2016 arası dönem. Diğeri ise “Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi” dersi. Türkiye’nin yakın tarihinin okullarda işlenmemesi, sadece müfredat adına değil toplum geneli için de çok önemli bir eksiklikti. Gençler (ve dolayısıyla yetişkinler), derslerde işlenmediği için yakın tarihteki en önemli olaylardan bile haberdar olamıyordu. ‘İkinci Dünya Savaşı’ndan sonrası adeta yaşanmamıştı! Bu durum haliyle kulaktan dolma, yanlışlarla dolu yorumlara yol açıyordu. Oysa günümüz olaylarına sağlıklı bakabilmenin bir koşulu yakın tarihi iyi bilmek. Dolayısıyla bu eksikliğin giderilmesine yönelik adım atılması yerinde olmuş. Ancak müfredatta yakın tarihe son derece kısıtlı bir çerçevede yer verildiğini belirtmeliyiz. Açıkça görülüyor ki tartışmalı konulardan bilinçli olarak uzak durulmuş.
Ders malzemeleri oluşturulurken dikkat edilmesi gereken noktalara gelince… İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersine eklenen bölümlerle birlikte genel bir kavrayışın ve anlatımda sürekliliğin korunması gerekiyor. Ders içeriği, keskin siyasi tartışmalara zemin hazırlayan ‘dönemsel kopuş’ algısına kurban edilmemeli. Bilindiği üzere yakın tarihin tarafları iktidardan ayrı kaldıkları dönemleri çok ağır bir dille eleştirirler. Mesela, bir grup için Tek Parti dönemi Altın Çağ, diğeri içinse baskı dönemidir. Tam tersi Demokrat Parti devri için de söylenir. Örnekleri çoğaltmak mümkün… Tüm bu katı bakış açıları, Türkiye tarihine süreklilik içinde bakmayı ve olgularla konuşmayı son derece güç hale getiriyor. Dolayısıyla ders kitapları yazılırken bu keskinliğin yumuşatılması sadece toplumsal değil aynı zamanda bilimsel bir gereklilik.
DÜNYA TARİHİ Mİ, TÜRKİYE TARİHİ Mİ?
Yeni müfredatta yer alan “Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi” dersi beş ana bölümden oluşuyor: İki Dünya Savaşı arasında dünya; 2. Dünya Savaşı; Soğuk Savaş̧ dönemi, yumuşama dönemi ve sonrası (1960’lardan 1990’lara uzanan dönem kast ediliyor); küreselleşen dünya. Öncelikle şunu söylemek gerek: Ders, “Çağdaş Dünya Tarihi ve Türkiye” başlığını daha fazla hak ediyor. Çünkü üniteler, Batı merkezli 20.Yüzyıl dünya tarihinin evrelerini esas alıyor. Türkiye’nin yakın tarihinden kesitler, bu süreçle bağlantılı olarak derse yerleştirilmiş. Dolayısıyla karşımızdaki bildik anlamıyla bir “Çağdaş Türkiye Tarihi” dersi değil. Dersin özü, dünya tarihi ve Türkiye’nin dış politikaları gibi görünüyor.
SOĞUKTAN KAÇANLAR
Buzul Çağı’nın sona ermesiyle “Ice Age” (Buz Devri) filminden tanıdığımız mamutlar ve uzun dişli kaplanlar yeryüzünden silinirken insanlık, ısınan dünyada daha geniş alanlara yayılacaktır. Son Buzul Çağı’ndaki sert iklim koşulları Avrasya genelinde pek çok topluluğu göçe zorlamış, bu da dillerin ve kültürlerin etkileşiminde rol oynamıştır. Bazı Asyalıların –ki onlara bugün Kızılderililer diyoruz- Son Buzul Çağı’nda Bering Boğazı’nı yürüyerek Amerika kıtasına geçtikleri düşünülüyor. Britanya adaları da yaklaşık 9000 yıl önce buzulların erimesiyle anakaradan kopmuştu. Karadeniz Havzası’ndaki göçler, iklim koşulları ile doğrudan bağlantılıydı. Keza İstanbul ve Boğaz, Son Buzul Çağı’nın doğrudan etkilediği noktalardan birisidir.
HALİÇ’İ DONDURAN KÜÇÜK BUZ DEVİRLERİ
Dünyamız daha sonra gerçek anlamda “Buzul Çağı” yaşamasa da kışların çok ağır geçtiği dönemler oldu. Hatta bilim insanları bu ara dönemleri “Küçük Buzul Devri” olarak adlandırdılar. Örneğin Avrupa 1250-1300 arasında aylarca süren uzun ve sert kışlara tanıklık etti. 1315-1319 yıllarında Avrupa’da yaşanan büyük kıtlığın da bu dönemin çevresel sonucu olduğu düşünülüyor. Bir sonraki kara kış devri, 1600’lü yılların ortalarına doğru yaşandı. 1621’de İstanbul’da Haliç’in bazı bölümleri donmuştu. (Yeri gelmişken… Boğaziçi yüzeyinin Kuzey’den gelen buz kütleleriyle dolması ve buzlar üzerinden yürüyerek karşı kıyıya geçilmesiyle, “Boğaz’ın donması” aynı şey değildir.) Kar ve buz, çocuklar için kızaklı eğlence anlamına gelse de İstanbul gibi bir metropol için ciddi iaşe ve beslenme sorunları demekti. Hatta soğuk hava şehirde can kaybına neden oluyordu.
Soğukla mücadele, insanlığı yeni çareler aramaya yöneltmiş; o yıllarda düğmeli giysi, soba ve seramik karo yapımında önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Hatta bazı araştırmacılar, dünyaca ünlü Stradivari kemanlarına benzersiz sesini veren ağaçların da 17.Yüzyıl’daki Küçük Buz Devri’nin ürünü olduğunu öne sürmüşlerdir.
ACIMASIZ KOMUTAN: KARA KIŞ
Kar ve buzun tarihteki en kritik etkileri elbette fetihler ve savaşlarda görülür. Örneğin havaların yumuşayıp denizlerin açılmasından yararlanan Vikingler, Grönland (ve bir ihtimal Amerika) kıyılarında koloniler kurdular. Ancak yıllar içinde giderek sertleşen kışlar sonucunda bazı koloniler ortadan kalkmış, ayrıca uzun yıllar Grönland’ın anakara ile bağı kopmuştur.
Vikinglerin uzak torunları sayılabilecek İsveç ordusu ise, 1658’de donan Büyük Kemer’i (Kuzey Denizi’ni Batık Denizi’ne bağlayan boğazlardan) geçerek Danimarka üzerine yürümüştü. Ne var ki soğuk, İsveçlilerin güçten düşmesine de yol açacaktır. 1708-1709’daki bahar aylarına sarkan kara kış, Rusya’ya ilerleyen İsveç Ordusu’nun lojistiğini bozmuş; yaşanan açlık ordunun yönünü değiştirip güneye yürümek zorunda kalmasında etkili olmuştu. Gücünü yitiren ve bağları kopan İsveç Ordusu, Ruslara Poltava’da yenilmişti. Bu ağır yenilgiyle İsveç güç kaybederken Ukrayna’nın Rusya’dan bağımsız kalma beklentisi sönmüştü. Hatta Osmanlı, Ruslara karşı savaşa katılmak durumunda kaldı.
Artçı etkileriyle uzunca bir zaman uluslararası gündemi belirleyen 11 Eylül saldırıları nedeniyle 2001 yılı, 21.Yüzyıl’ın ilk dönüm noktasıydı. 2008’den sonra 2016 da böyle bir yıl oldu ve hem Türkiye, hem de dünya tarihinde derin izler bıraktı. 15 Temmuz Darbe Girişimi, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin asker-sivil otorite mücadelesi ve demokrasi yolculuğu açısından bir dönüm noktasıdır. 15 Temmuz’un 28 Şubat 1999 post-modern darbesini ve 27 Nisan 2007 e-muhtırasını çok aşan bir ölçekte, çok yönlü toplumsal, hatta uluslararası etkileri olduğu açık.
Bu yılın bir diğer tarihi gelişmesi de “Fırat Kalkanı” oldu. Bu, 1974 Kıbrıs Harekatı’nda bu yana Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gerçekleştirdiği en geniş kapsamlı askeri operasyon. Doğrudan parçası olduğumuz Suriye ve Irak’taki gelişmeler, bir yandan 3 milyonu bulan mülteci akınıyla, bir yandan da bu kaynaktan sızanların gerçekleştirdiği terörist eylemlerle ulusal bir mesele halini aldı. Aynı şekilde uluslararası ilişkilerimiz de Ortadoğu’nun gölgesinde şekillendi. Türkiye-Rusya ilişkilerindeki zirve gerilim yerini bir yıl içinde zirve işbirliğine bıraktı. Ayrıca uzun süreli Türkiye-İsrail kopukluğu adım adım ortadan kalktı. 2016’nın son sürprizi ise Irak’la yılın son günlerinde sağlanan yumuşama oldu. ABD ve AB ile ilişkilerin merkezinde de Ortadoğu, mülteciler ve terör örgütleri konusundaki bariz görüş ayrılıkları vardı. 15 Temmuz’a verilen tepkileri dahi aynı sürecin bir devamı olarak okumak mümkün.
2016, özellikle Batı’da 2008 küresel finans krizinin siyasal etkilerinin kendini sandıkta açıkça belli ettiği bir yıl oldu. Küreselci, entegrasyoncu ve çok kültürlü değerlerin savunucuları karşılarında izolasyoncu, koyu milliyetçi tepkiler yükselişteydi. ABD’de Trump’ın seçim sürecindeki argümanları, İngiltere’de Brexit (AB’den ayrılma) ve kıta Avrupası’nda aşırı sağ, hatta yarı-ırkçı partilerin yükselişi tarihi gelişmeler olarak yerini aldı. Soğuk Savaş’tan bu yana karşılaştığımız en açık ABD-Rusya gerilimi de yine 2016’nın son günlerinde yaşandı. Ayrıca dünya ekonomisi daralma, zayıflama eğilimini sürdürürken kitlesel tüketici ürünlerinin içeriğinde de belirgin bir duraklığa tanık olduk.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da tarih alanında pek çok yüksek lisans ve doktora tezi tamamlandı. Daha önce tamamlanmış tezlerin bazıları kitap haline gelerek raflardaki yerini aldı. Bazı popüler tarih kitapları ciddi satış rakamlarına ulaştı. Ancak kitlelerin tarih bilincini etkileyen bu kitaplar değil 15 Temmuz gibi kritik deneyimler oldu. Türkiye’de yaşayan herkes bir şekilde bu olaylardan doğrudan etkilendi. Dolayısıyla bu tür dönüm noktaları kitlelerin geçmişe olan bakış açıları üzerinde çok etkilidir. Örneğin 15 Temmuz sonrasında, Kurtuluş Savaşı’na dair algıda belirgin değişimler gördük. Ayrıca Cumhuriyet Devrimleri sürecinde şekillenen ‘tarih oluşturma’ (anıtlar, özel günler, meydan-cadde isimleri verme, ders kitaplarına ve okul malzemelerine dahil olma vb.) sürecinin bir benzerine tanık olduk. 2016 yılının öne çıkan demeçlerini incelediğimizde, dünyanın pek az ülkesinde görülebilecek yoğunlukta tarihe atıf olduğu görülebilir. Tarihin bu kadar çok siyasi tartışmaya malzeme olması dikkat çekiciydi.
Geçtiğimiz yıl kitlelerin tarih bilinci üzerinde kitaplardan, makalelerden, söyleşilerden çok daha etkili olan bir diğer unsur da elbette televizyon dizileriydi. Diriliş dizisi bu yıl da kendi gününde liderliğini sürdürürken izlenme rekorları kırmaya devam etti. Filinta ve Muhteşem Yüzyıl – Kösem dizileri de tarih kontenjanından ekrana çıksalar da bu alanda Diriliş’ten sonra yüksek başarı sağlayan tek dizi Vatanım Sensin oldu. Diriliş, Osmanlı’nın filizlenme dönemlerine odaklanırken, Vatanım Sensin’in temelinde Osmanlı’nın dağılıp parçalanma süreci var. Yani bir dizide tarihin en önemli imparatorluklarından birinin ortaya çıkışı, diğerinde ise ortada kalkışı işleniyor. Bu ikisi ortasındaki zirveyi, yani Kanuni devrini ise daha önce Muhteşem Yüzyıl dizisinde izlemiştik. Yani Osmanlı’nın kuruluş, yükseliş, dağılma parametreleri hala zihnimizdeki en temel konu olmayı sürdürüyor.
Eninde sonunda ‘hayal mahsulü’ olan tüm bu diziler gerek tarihe uygunluk açısından, gerekse oluşturdukları veya oluşturmaya çalıştıkları algı açısından eleştiriye ziyadesiyle açık. Ancak köşe yazılarında, sosyal medyada veya televizyon tartışmalarındaki yer alan bu tür eleştirilerin etkisi, milyonlarca izleyiciye ulaşan dizilerin kitlesel etkisiyle kıyaslanamaz. Bu dizilerde ve popüler tarih anlatımında güncel gelişmelerin geçmişe bakış açımızdaki en temel belirleyici olduğu bir kez daha karşımıza çıkıyor.
Tarih bilinci, bir toplumun en önemli ilişki ve birliktelik oluşturma unsurlarından birisi. Öte yandan tarih aynı şekilde toplumdaki ayrıştırmalara ve ayrımcılığa da dayanak haline getirilebiliyor. Umarız, tarihin bize gölge ettiği değil, ışık tuttuğu daha günler ve takvimdeki daha parlak dönüm noktaları bizi bekliyordur.