Hepimiz biliriz. Ramazan gelir, günümüz şehirlerinde büyük çadırlar kurulur. İnsanlar iftara bir süre kala çadırın önünde sıraya girerler. Ezanın okunmasıyla birlikte çadır bir anda hareketlenir... Büyük şehirlerin bir “ramazan klasiği” olan çadır, Tevrat’ta ve Kuran’da aynı zamanda ev anlamındadır. Kuran’da çadır, “hayvanların derilerinden, gerek göç gününüzde gerekse konaklama zamanında sizin için taşınması kolay evler” olarak tarif edilir. Nitekim Arapçada önceleri “çadır” anlamında kullanılan “beyt” kelimesi, göçebelikten yerleşik hayata geçişte “ev, hane” anlamına dönüşmüştür. Yani aslında çadır, ilk evdir. Kutsal kitaplardaki kelimenin bu iki anlamına da gönderme vardır. “Kutsal” demişken... Bu kelimenin de çadırla ilginç bir bağı var.
KUTLAMA ÇADIRLARI
Türk kültürü tarihçisi Jean-Paul Roux, “kutsal” kelimesinin peşine düştüğünde dikkatini çeken bir kök anlama denk gelir. “Kut” eski Türkçede ‘çadırın en tepesindeki açıklıktan içeriye damlayan sıvı’ demekmiş. Yani kut, “gökten çadıra gelen” demek. İşte bu kelime, şaşırtıcı bir yolculuğa çıkıyor... “Kutlu”, zamanla “gökten/tanrıdan gelene sahip olan”, anlamı kazanıyor. Kut, TDK sözlüğündeki ifadeyle, “ilahi bir kaynaktan gelen rahmet, bereket” demek. Yani “kut-bereket”, “kutlu-mübarek”, “kutlamak-tebrik etmek” aslında denk anlamlara sahip. Dolayısıyla çadır, bir bakıma ilahi bereketin indiği “kutlu” bir mekân. Türkler, tarih boyunca çadıra büyük saygı göstermişlerdir. Örneğin evlilik gibi “kutlu, kutsanacak” güzel bir olay olduğunda bu iş için özel çadırlar diker, burada yemekler pişirip herkese dağıtır, kısacası “kutlama” yaparlardı. (Düğünler için günümüzde de özel çadırlar kurulduğunu, ayrıca pek çok kültürde nikâhın özel bir gölgelik altında kılındığını hatırlayalım). Türklerin kutlu çadırları, konik formdan çıkıp “yurt” adıyla bildiğimiz yarım küre benzeri biçime dönüşüyor. İşte o çadırlar da insanlığa, mimariye çok önemli bir ilham veriyor: Kubbe.
GÖK - KUBBE İLİŞKİSİ
Kubbe, pek çok dinde “göksel/kozmik/ilahi” olanı simgeler. Bu iki anlam birleştirilerek Türkçede uzaya “gök kubbe” de denmiştir. Aynı şekilde İncil’de “göğün bir çadır olduğuna dair” benzetmeler vardır. Tarih boyunca yapı teknikleri geliştikçe ibadethanelerin çatıları kubbe formuna kavuştu. Bunun yanı sıra insanlar “kutsal/göksel” olanla ilişkilerini farklı şekillerde sürdürdüler. Örneğin günümüzde gol atan futbolcular, şükran ifadesi için göğü işaret ediyorlar. Ayrıca gündelik dilde Türkçe dua ederken “Açtım ellerimi semaya” ifadesi kullanılıyor. Kuran’da pek çok yerde geçen sema, “gök, yüksekte olan her şey, evin tavanı” demek. Hem fiziki, hem de fizik ötesi anlamlara sahip. “Semavi” dinler ifadesi de buradan türemiş. Semayı, kâinatı (hatta kâinatları) simgeleyen kubbeler, zamanla “Allah’ın evleri” sayılan camileri örttü. Bunun küçültülmüş bir türevini, kumaştan bir örtüyü de insanların başında görüyoruz: Takke.
DİNİ SİMGELERDEN TAKKE
Genellikle namaz kılarken veya Kuran okurken başa takılan takke, Müslümanlığın simgelerinden biridir. Tüm Müslüman coğrafyasında takkelerin çok farklı renkleri, biçimleri vardır. Zarafetle işlenmiş yalın, beyaz takkeler olduğu gibi bazıları çok renkli işlemelerle süslüdür. Ayrıca takkeler kimi coğrafyalarda güneşten korunmaya yönelik pratik amaçlarla kullanılır. Takke kelimesinin aslı “tâkiyye”dir (mezhebini gizlemek anlamındaki takiyye ile karıştırmayalım). Takke, günümüzde “zafer takı” ifadesinde kullandığımız, “tâk” kelimesinden gelir ki bunun anlamı “kemer veya kubbe”dir. Benzer şekilde tasavvuf ehlinin ‘baş tacı’ sayılan külahın üst kısmına “kubbe” denirdi. Keza Musevilerin ibadet sırasında başlarına taktıkları “kipa/kippa” da Arapçadaki “kubbe” ile aynı kökten gelir. Kipa (ve taç) Hıristiyanlıkta da din adamlarınca farklı renklerde kullanılmaya devam etmiştir. Yani inananlar dinine göre kipa da giyse, takke de giyse, tac/külah da giyse hepsinin sembolik anlamı birdir: Kutsalın altında olmak... Aynı gök kubbenin altında mübarek, ilahi olanla bir bütün olmak. Ne var ki ‘insan olma’ yolunda tüm bunların ötesinde bir de “görünmez başlık” giymek gerekiyor. Onun adı da “edep”. Kadim bir ifadede dile getirildiği gibi: Edeb bir tâc imiş nûr-ı Hûdâ’dan/Giy ol tâcı emîn ol her belâdan.
Fakir kelimesinin Arapçadaki kök anlamı “omurgası kırılmış kimse”dir. Türkçedeki “belini doğrultamayan, boynu bükük” gibi yani... Zekât, fitre, sadaka gibi kategorilere ayrılan yardım ibadetleri, fukaranın durumunu ‘düzeltmek’ için vardır. Fitre zaten ramazan ayında yerine getirilen bir ibadettir. Öte yandan ramazan diğer tüm yardımların da doruğa çıktığı ay olarak bilinir. Ne var ki Kuran, bu yardımların “başa kakarak, gösteriş için” yapılmasının yanlışlığını vurgular. Ayrıca açıktan sadaka vermek güzel bir iş olsa bile gizli verilmesinin daha hayırlı olduğunu söyler: “Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Fakat onları gizleyerek fakirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” Hz. Peygamber, aynı şekilde en güzelinin “Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse” olduğunu vurgulamıştır.
SERT TAŞLAR, YUMUŞAK GÖNÜLLER
“Sağ elin verdiğini sol el bilmesin” anlayışı özellikle Osmanlı’da kök salmış, bireysel yardım için çeşitli yöntemler geliştirilmiştir. Bunun en bilinen örneği Selçukludan devralınan “sadaka taşları”dır. Camilerin, imarethanelerin, dergâhların, türbelerin yakınlarına yerleştirilen sadaka taşları, yüksekçe bir sütun üzerindeki derin bir oyuktan ibaretti. Formu basit olsa da amacı gayet incelikliydi. Bağışta bulunmak isteyenler bu oyuğun/deliğin içine usulca para bırakırdı. İhtiyaç sahipleri de daha ziyade akşam vakti buralara uğrar, dolayısıyla kimselere görünmeden bu yardımı alırlardı. Hatta bazen ihtiyaçları kadarını alıp paranın tamamını almadıkları rivayet edilir. Böylece “alan el” mahcup olmaktan, “veren” el de kibirden korunmuş oluyordu. Payitahtın her köşesinde rastlanan sadaka taşları, pek çok Anadolu şehrinde de mevcuttu.
ESKİ DEFTERLERİ KAPATALIM
İslam medeniyeti, sıkıntılı halini dışarı yansıtmayan “gizli fakirlerin” varlığını da dikkate almıştır. Kuran’ın “Bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın” dediği bu insanlar, durumlarına sabredenler anlamında “fukara-yı sabirin” olarak tanımlanmıştır. Özellikle bu ihtiyaç sahiplerini rahatlatan bir yardım türü vardı: Zimem defterini temizletmek. Zimem defteri, bakkalın manavın, kasabın vb borç/kredi defteriydi. Varlıklı kişiler -mümkünse kılık değiştirerek- veya bir aracı vasıtasıyla bakkala gider, güçleri nispetinde ödeme yaparak bu defterde kayıtlı borçları sildirirlerdi. Hatta borçların hepsinin ödenip ‘defterin kapatılması’ da mümkündü. Böylece zor durumdaki kişiler üzerindeki borç yükü kalkar veya en azından hafiflerdi. “Allah rızası için” yapılan bu hayrın sahibi, adını borcu silinenlere duyurmazdı. Rencide olmayan gizli fakirler de bu isimsiz hayır sahibine “hayır duası” ederlerdi. Bu tür gelenekler, günümüzde de farklı biçimlerde yaşatılıyor.
HAYIRDA KİMLER EN ÖNDEYDİ?
Hz. Peygamber’in insanları sadaka vermeye teşvik eden pek çok hadisi vardır. Dönemin canlı tanığı olan sahabe, “Resulullah’ın bu çağrısına uyanlar içinde en çok sadaka verenler kadınlar olurdu” demiştir. Bu bize ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir. Ancak İslam tarihinin ilk büyük bağışçılarından birisi Hz. Muhammed’in hanımı Hz. Hatice idi. Hz. Hatice, Hz. Peygamber’le evlenmeden önce de Mekke’nin en varlıklı iş kadınlarından biriydi. Daima cömert bir hayırsever olarak bilinirdi. Ne var ki İslam’ın ilk yıllarında yaşanan bir olay sonucunda bunu en ileri noktaya taşımıştır. Mekke’nin güçlü isimleri, Müslümanlara ve destekçilerine hicretten önce üç yıl kadar süren ağır bir ambargo uyguladılar. Onları Mekke’nin bir bölümüne kapatarak katı şekilde tecrit ettiler. Söz konusu ambargo nedeniyle Müslümanlar işlerinden, ticaretlerinden mahrum kaldılar. Bu yokluklarla dolu, çok sıkıntılı bir dönemdi. Hz. Hatice bu darlık zamanında tüm servetini ihtiyaç sahiplerine infak etmekte (harcamakta) hiç tereddüt etmedi. Ne var ki o zor günlerin sona erdiğine şahit olamadan, ramazan ayının onuncu gününde vefat etti. Onun bu koşulsuz fedakârlığı İslam kültüründe unutulmamış, malını-mülkünü, hatta mücevherlerini zor durumdakiler için bağışlaması Türk halk edebiyatına da yansımıştır: Er boyunca dört küp incü var idi/Dahı her dânesi cevher-dâr idi/Lal-ü yâkut her biri kıymetlü taş/Bi-hisâb bi-kıyâs zerrin kumaş.../Didi Mekke ulularına bilin/Siz benim bu sözüme şâhid olun.../Bilünüz bu işi böyle işledim/Kamusı Muhammed’e bağışladım.
Kuran “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın” derken, İslamiyet hastalıktan korunmayı ve kaçınmayı desteklemiştir. Buna göre insan beden emanetine iyi bakmalı, kendisinin ve başkalarının sağlığını korumalıdır. Örneğin Resulullah hapşırdığı zaman yüzünü elleriyle veya elbisesiyle örter, “yere açık şekilde tükürmeyi” en kötü davranışlar arasında sayardı. Eve geldiğinde dişlerini fırçalar, bu konuda sık sık tembihte bulunurdu. Eller başta olmak üzere beden temizliğinin önemini vurgular ve “Saçı olan ona iyi baksın, özen göstersin” derdi. Ayrıca “Yiyecek ve içecek kaplarının ağzını açık bırakmayınız” diyerek gıda temizliğine dikkat çekmiştir. Tüm bu ilkeler, çoktandır gelişmiş ülkelerde temel sağlık kuralları olarak benimsenmiş durumda. Ne var ki bırakın 7. yüzyılı, günümüzde bile dünyanın pek çok ülkesinde bu standartları sağlamak için yeterli koşullar mevcut değil.
SU MEDENİYETİ
Eski devirlerde İslam coğrafyasında insanların “hijyen” alışkanlıklarında, bireysel çabanın ötesinde sosyal sınıf, coğrafya, iklim, meslek gibi etkenler önemli rol oynuyordu. Temizliğin olmazsa olmazı temiz suya erişimdi ve suyun şehirlere dağıtılması mühim bir meseleydi. Bu konuda İslam medeniyeti, Roma İmparatorluğu’ndan zengin bir miras devralmıştır. Bent, kemer ve suyolu teknolojisinde önemli bir birikim mevcuttu. Öte yandan Müslümanların suya çok daha fazla ihtiyacı vardı: Evlerin yanı sıra camilerde namaz için düzenli olarak abdest alınması gerekiyordu. Bu ihtiyaç, İslam mimarisinde büyük su projelerinin yanı sıra göz alıcı çeşmeleri ve şadırvanları ortaya çıkardı. Şadırvanlar, abdest alınması için genellikle cami avlularına veya kervansaray bahçelerine yapılmıştır.
ESKİ HAMAM, ESKİ TAS
Yıkanmanın dini bir emir olduğu İslam-Osmanlı medeniyetinde, temizlik için en önemli mekânlardan biri hamamlardı. Hamamlar Osmanlı Türklerinde başlı başına bir gündelik hayat kültürüydü. Çarşı hamamlarının yanı sıra büyük konaklarda dahi hamamlar bulunurdu. Perşembe geceleri ve cuma sabahlarının yanı sıra ramazanda ve bayram arifelerinde hamama gitmek özel bir âdetti. Hatta bazı ramazanlarda hamamda iftar bile edilirdi. Hamamlar, kadınların sosyalleşmesinde de başı çekerdi. Peştamallardan nalınlara temizlik eşyaları arasında elbette sabunun ayrı bir önemi vardı. Bugün olduğu gibi geçmişte de Ege ve Doğu Akdeniz, zeytin ağaçlarının varlığıyla sabun üretiminin çok önemli bir bölgesi olmuştur. Sabun, Osmanlı’da temel bir ihtiyaç maddesi olarak görüldüğünden büyük şehirlerdeki talebin karşılanmasına yönelik kararlar çıkarılır, sabunun üretimi, sevki ve satışı dikkatle denetlenirdi. Sadece başkentin yıllık sabun tüketimi bile temizlik alışkanlıkları hakkında fikir verir. Hamamlar dışında beden sağlığı için ihtiyaç duyulduğunda ayrıca kaplıcalara gidilirdi. “Câmeşûyan” ise Osmanlı sarayında elbiselerin yıkanmasından ve temizliğinden sorumlu görevlilerin adıydı. Çamaşır kelimesinin “elbise-yıkayan” anlamındaki “Câme-şûy”dan geldiği düşünülür. Çamaşırhaneler elbette saray dışında da faaliyet gösterirdi. Kuran’daki “Elbiseni tertemiz tut” ayeti, “Ruhunu örten bedenini, kalıbını temiz tut” anlamında da tefsir edilmiştir. Zaten maddi ve manevi temizlik, ayrılmaz bir bütün olarak görülmüştür. Örneğin manevi terbiyesinde çilesini tamamlayan Mevlevi dervişi hamama götürülür, yıkanıp temiz kıyafetlerini giydikten sonra yeni bir manevi makama geçmiş sayılırdı.
BİR RAMAZAN ARMAĞANI
Hamam ve ramazan kelimeleri yan yana gelmişken, müzik tarihinin en önemli isimlerinden Hamamizade İsmail Dede Efendi’yi de analım. “Dede”liği Mevlevilikten alan büyük bestekâr, babasının hamam işletmecisi olması nedeniyle “Hamamizade” olarak da tanınırdı. Ne var ki güfte mecmualarında ismi çok daha alçakgönüllü bir lakapla, “Derviş İsmail” olarak geçer. Onun “Yine Bir Gülnihal” isimli bestesi günümüzde bile geniş kitlelerce severek dinlenir. İsmail Dede Efendi’nin gelenek olduğu üzere bir ramazanda teravih namazından sonra besteleyip okuduğu ilahi II. Mahmud tarafından çok beğenilmiş, bunun üzerine padişahın isteğiyle ferâh-feza Mevlevî ayinini besteleyip müzik dağarcığımıza armağan etmiştir. Ömrü boyunca gönlünü manevi kirlerden arındırmaya gayret eden İsmail Dede Efendi, 1846’da kolera salgını sonucu vefat etmeden önce son olarak Yunus Emre’nin bir şiirini bestelemiştir: “Yürük değirmenler gibi dönerler/El ele vermişler Hakk’a giderler/Gönül Kâbe’sini tavaf ederler...”
Ramazan eğlencesi denince pek çoğumuzun zihninde Osmanlı yadigârı Karagöz-Hacivat, ortaoyunu, meddahlık gibi gösteriler canlanır. İşin ilginci bu sanatların ramazanla doğrudan bir ilişkisi yoktur. Karagöz-Hacivat adıyla tanıdığımız gölge oyununun kökleri, Orta Asya’dan Çin’e kadar uzanır. Ortaoyunu ise Karagöz-Hacivat’ın doğrudan oyuncular tarafından sahnelenen biçimi sayılır. Bu sanatlar sadece ramazanda değil, yıl boyunca sahnelenirdi. Ama ne var ki ramazan, büyük şehirlerde seyircisi çoktan hazır bir kültür-sanat festivali gibiydi. Bu nedenle dini boyutunun yanında gösteriler ve eğlencelerle de özdeşleşmiştir.
GENİŞ İZLEYİCİ KİTLESİ
Elektrik öncesi devirlerde, “normal” aylarda havanın kararması, sokakların çok büyük ölçüde sessizleşmesi anlamına geliyordu. Oysa ramazanda iftardan ve teravih namazından sonra ortaya serbest zaman dilimleri çıkıyordu. Diğer aylarda çocukların yetişkinlerle yan yana bu kadar zaman geçirmesi pek mümkün değildi. Aynı şekilde kadınlar ramazanda sokağa daha fazla çıkma imkânı buluyordu. Herkes aynı anda yemek sofrasına oturuyor, teravihe gidenler aynı anda camiden çıkıyordu. Tüm bunlar, büyük camilerin etrafındaki meydanlarda, caddelerde buluşan kalabalıklar oluştururdu. Seyirci hazır olduğuna göre sırada güzel vakit geçirme vardı. Tabii tasvir ettiğimiz bu tablo ağırlıklı olarak bahar ve yaz ayları için geçerlidir. Kara kışa denk gelen ramazanlarda aynı ölçüde gezmeden, açık hava gösterilerinden söz etmek zordur.
UĞURLU, MAMUR YER
Osmanlı kültürünün başkenti olan İstanbul’da ramazan eğlencelerinde dönem dönem öne çıkan mekânlar vardır. Bunlardan birisi Kağıthane deresinin iki yakasındaki, ismi “uğurlu yer” anlamına gelen Sadâbâd idi. Sadâbâd tarihte Lale Devri ile özdeşleşmişse de önceki yüzyıllarda kalabalıklara ev sahipliği yapmıştır. Bu mesire yerindeki hareketlilik ramazandan önce şaban ayından başlardı. Gün boyunca hokkabazlar ve sihirbazlar çadırlarda hünerlerini sergilerken yiğit pehlivanlar çayırda kıyasıya mücadele ederdi. Güreş, o devrin en fazla rağbet gören sporlarındandı. Geceleriyse binlerce kandilin ışıkları eşliğinde sazlı eğlenceler düzenlenirdi. Bu neşe, Ramazan Bayramı’nda en üst seviyeye çıkardı. Ünlü şair Nedim, 18. yüzyılda bu konuda şöyle yazmıştır: “Seyr-i Sadâbâd’ı sen bir kerre ıyd (bayram) olsun da gör.”
İĞNE ATSAN YERE DÜŞMEZ
Ramazan eğlencelerinin 19. yüzyıldaki en hareketli mekânıysa “Direklerarası” denilen bölgeydi. İstanbul genelinde baskın bir sosyal sınıf olan Yeniçeri ocaklarının kalkması ve Batılılaşma hareketleri, başkentin sosyo-kültürel dokusunda gözle görünür değişikliklere neden oldu. Öte yandan bu geleneksel olanla yeni olanın iç içe geçtiği bir süreçti. Direklararası işte bu değişimin en açık biçimde görüldüğü kültür-sanat merkezlerindendir. Recâizâde Mahmud Ekrem’in ‘Araba Sevdası’ isimli meşhur romanı, Batı hayranlığını budalalık seviyesine taşıyan Bihruz’un duygusal çöküntüye uğradığında nasıl hemen geleneksel değerlere sığındığını ve yaşadığı buhrandan çıkmak için nasıl oruç tutup, kendini ramazan iklimine verdiğini anlatır. İğne atsan yere düşmez kalabalıkların Direklararası’nda yaşadığı o çok hareketli ramazanlar, Bihruz’un iki kültür arasında gidip gelen inişli çıkışlı ruh halinin bir temsili gibidir.
BAK ŞU HOCANIN YAPTIĞINA
İslam mimarisinin en güzel formlarından birini oluşturur minareler. Bir şehirde cami bulmak isteyen öncelikle minareyi arar. Minare, caminin ayrılmaz bir parçası gibidir. Öyle ki minaresiz cami, camiden ziyade “mescit” olarak algılanır (ki bu aslında doğru bir tanım değildir). Bir beldede minare gördüğünüz zaman orada Müslümanların yaşadığını hemen anlarsınız. Minareler günümüzde Tokyo’dan New York’a kadar dünyanın pek çok şehrinde görülüyor. İstanbul gibi metropollerde inşa edilen minareler, etraflarını saran yüksek binalarla yarış halinde. Ayrıca günümüzde ezan, minareye tırmanıp “şerefe” adı verilen daire şeklindeki balkona çıkılarak okunmuyor. Çünkü artık mikrofon ve güçlü hoparlörler işbaşında. Elbette bunlar çok yakın dönemin icatları. İşin garibi aslında minarenin kendisi de İslamiyet’in ikinci yüzyılından itibaren yaygınlaşan mimari bir icattır.
EZAN SESİNİ YÜKSELTMEK
Genel bilgi, minarelerin ezanın yüksek bir yerden okunması için ortaya çıktığı yönündedir. Ancak Hz. Peygamber hayattayken henüz bugün bildiğimiz anlamda minare yoktu. Zaten Mescid-i Nebevî başta olmak üzere mescit-cami mimarisi bugünkü gibi değildi. Cami, kerpiçten yapılma, son derece sade, üzeri hurma dallarıyla örtülü dörtgen bir yapıydı. İslam tarihinin ilk ezanı Hicret’in ilk yılında, Bilal-i Habeşi tarafından Medine’de bir evin damından okunmuştur. Müezzinlerin piri kabul edilen Bilal-i Habeşi ezan okumaya Mescid-i Nebevî etrafında, üzerine iple tırmandığı silindir şeklinde bir yükseltiden devam etti. Onun Mekke’nin fethedildiği gün Kâbe’nin damına çıkarak ezan okuması, tüm tarih kitaplarında anlatılır. Müezzini ezan okurken aşırı sıcaktan korumak için zamanla mescitlerin damlarına küçük gölgelikler eklendiği düşünülür. Ancak bunun yüksek kulelere, büyük yapılara dönüşmesi bu pratik işlevin ötesindedir.
YOL GÖSTEREN KULELER
Minare kelimesi köken itibarıyla “ateş kulesi” anlamına gelen “manar, manare” kelimesinden türemiştir. Bu bağlantı bize minarelerin kökeni hakkında çok şey anlatır. Eski zamanlarda karayollarında kervanlara yol göstermek için de ateş kuleleri yani fenerler vardı. Uzakları gözlemeye yarayan bu kuleler, ayrıca uzaktan ışıkla haberleşmeye yarıyordu. Bu kuleler ile akraba sayılabilecek Hıristiyan çan kulelerinin 4. yüzyıldan itibaren yayıldığı düşünülür. Müslümanlar, Şam gibi büyük şehirleri fethettiğinde kilise mimarisi ile mescit mimarisi arasındaki tezat hemen görünür oldu. Bu durum, İran coğrafyasındaki ateş tapınakları için de geçerli olsa gerek. Kiliseler, tapınaklar hayli gösterişli iken “yeryüzünü ibadethane kabul eden” Müslümanların mescitleri son derece mütevazı idi. Sonuçta Arap-Müslüman fatihlerin, yönettikleri halklarınki gibi azametli ibadethaneler inşa etmeleri kaçınılmaz gibiydi. İlaveten camiye çevrilen bazı kiliselerin çan kuleleri, “ezan kulesi” olarak kullanılmaya çok uygundu. Tüm bu nedenlerle cami ve minare mimarisi iklim koşullarına, malzemeye ve ustalık geleneğine göre büyük çeşitlilik göstermiştir. İslamiyet’in ilk asrında Mısır’da mimari bir unsur olarak görülmeye başlanan küçük yükseltiler, zamanla bildiğimiz minarelere dönüşüp Müslüman ibadethanelerinin ayrılmaz bir parçası oldu.
SALTANAT NİŞANESİ
Minareler, ateş kulelerinden ilhamla diğer dinlerin tapınaklarına nazire olarak yükselse de tek etken bu değildi elbet. Büyük ibadethaneler aynı zamanda devletin gücünü, kazanılan zaferleri yansıtan simge binalardır. Ayrıca sultanın zenginliğini dinin ve halkın hizmetine sunduğunu anlatırlar. Her cami, onu yaptıranın –halife sultan, valide sultan, emir, vezir...- gücüne ve cömertliğine yakışır olmalıydı. Sultanların yaptırdığı “selâtin” camilerin görkemiyse bu yarışta en öndedir. Selçuklu ve Timur devirlerinde farklı bir dokuya kavuşan İslam mimarisinin en zarif minareleri Osmanlı devrinde görülür. Bursa’da yeşeren anlayış Ayasofya’ya eşlik eden güçlü minarelere dönüşmüş, en göz alıcı biçimlerine Mimar Sinan’ın Süleymaniye ve Selimiye camilerinde ulaşmış ve Laleli Camisi gibi örneklerde farklı bir estetiğe kavuşmuştur. Ramazan ayında oruçluların büyük bir heyecanla beklediği akşam ezanları, yüzyıllardır işte bu zarif minarelerden yankılanıyor.
TESPİH, İslam kültürünün yüzyıllardır en çok talep gören, elden ele, kuşaktan kuşağa dolaşan unsurlarından biridir. Kökeni çok daha eskidir. Günümüzden yaklaşık 3 bin 600 yıl öncesine tarihlenen bir freskte bile tespih çeken kadınlara rastlamak mümkün. Hinduizm ve Budizm’de “Japamala” adıyla bilinen tespihlerin tane sayısı genellikle 108’dir. Hıristiyanlıkta 4. yüzyıldan itibaren kullanılan düğümlü iplerin zamanla Doğu’dan gelen tespihlere dönüştüğü tahmin ediliyor. Hemen hemen tüm kültürlerde tespihlerin ana işlevi, ibadet sırasında okunan kutsal sözleri veya duaları saymaktır.
Hz. Peygamber’in şahsen tespih kullandığına dair net bir bilgimiz yok. Ama İslamiyet’in en erken dönemlerinde bile zikirleri sayma amacıyla keselerde biriktirilen taşlar, hurma çekirdekleri veya düğümlü ipler mevcuttu. Zikir, Allah’ı ve sıfatlarını anmak anlamına gelir ve “Muhakkak ki Allah’ı zikretmek en büyük iştir” (Ankebut, 45) ayetiyle en önemli ibadetler arasında sayılır. “Esmaü’l-Hüsna” olarak bilinen Allah’ın güzel isimlerini anmanın yanı sıra namazdan sonra da “tesbihat” yapılır. “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahüekber, kelime-i tevhid, ya sabır” en bilinen zikirlerdendir. İbadette kullanılan tespihler 33 veya 99 taneli olurken, 500’lük veya 1000’lik çeşitleri de vardır.
Tespih, Müslümanların en önemli el işi sanatlarından biri olmuş, zirvesine 17. yüzyıldan itibaren İstanbul’da ulaşmıştır. Sabır ve titizlik gerektiren tespih ustalığı, bir ölçüde kuyumculukla akrabadır. Nitekim zümrüt gibi değerli taşlar, gümüş gibi değerli madenler de tespih yapımında kullanılmıştır. Güzel kokulu ağaçlardan meyve çekirdeklerine kadar kullanılan malzemeler, tanelerin iriliği, biçimleri, renkleri, dizilme sıklığı... Başlangıcı ve bitişi belirleyen, bölüm aralarını işaret eden parçalar... Taşların üzerine eklenebilen süslemeler, atılan düğümler... Tüm bunların ayrı ayrı isimleri, türlü hususiyetleri vardır. Tespihler, küçük boyutlarına karşın büyük bir dünya, zengin bir kültürdür. Bu seçkinliğine karşın tespih, ibadetteki kullanımından uzaklaşmış, doğrudan cinsiyetle ilişkili olmamasına karşın zamanla erkek nesnesi haline dönüşmüş ve “tespih sallama” farklı bir sosyo-kültürel anlam kazanmıştır. Bu “imaj” kaybına rağmen tespih sanatının nadide eserleri geçmişte olduğu gibi günümüzde de çok büyük meblağlara alıcı buluyor. Üstelik sadece bir “erkek mücevheri” olarak değil aynı zamanda koleksiyon değerine sahip eserler olarak.
Tespih, ramazan aylarının da değişmeyen renklerindendi. Osmanlı İstanbulu’nda ramazan dolayısıyla büyük camilerin avlularına kurulan açık hava sergilerinde satılan eşyalar arasında tespihlerin ayrı bir yeri vardı. Üst sınıfların iftar davetlerinde seccadenin yanı sıra tespih hediye edilirdi. Hatta aynı hediye, sarayda Kadir Gecesi’nde veya bayramda sunulurdu. Elbette bunlar elmas, inci gibi değerli malzemeden yapılmış çok değerli tespihlerdi.
VEYSEL KARANİ
Tespih ustaları, mesleklerinin piri olarak Veysel Karani’yi kabul eder, dükkânlarına “Besmeleyle açılır her gün bizim tezgâhımız/Hazret-i Veysel Karani pîrimiz üstadımız” yazılı levhalar asarlardı. Anlatıldığı kadarıyla Veysel Karani, Hz. Peygamber zamanında Yemen’de yaşayan bir deve çobanıdır. Resulullah’ı bir kez olsun dünya gözüyle görebilmek için günün birinde Medine’ye gelir ama Peygamber’i evde bulamaz. Bir rivayete göre bakıma muhtaç durumdaki annesini yalnız bırakmamak için bir an önce Yemen’e döner. Bu durumu öğrenen Hz. Peygamber, kendi hırkasını hediye olarak ona gönderir. İşte bu hırkanın kuşaktan kuşağa geçerek İstanbul’a geldiği, ramazan aylarında Fatih’teki Hırka-i Şerif Camii’nde sergilenen hırka olduğuna inanılır. Resulullah’ın Veysel Karani için “Yemen’dedir bendedir, bendedir Yemen’dedir” dediği rivayet edilir. Bu sözler, birbirlerini yüz yüze görmeseler de gönüllerinin muhabbetle bir olduğu anlamında yorumlanmış, Veysel Karani’nin hem Peygamber sevgisi, hem de çevresine hizmet aşkı yüzyıllar boyunca anlatılmıştır.
Hicretin ilk yılında Medine’de inşa edilen Mescid-i Nebevi’nin yapımında çalışanlardan birisi de İslam Peygamberi Hz. Muhammed idi. Ayrıca Medine’nin savunması için şehir çevresinde büyük hendekler kazılırken herkesle birlikte Peygamber de çalışmıştı. Medine’ye hicret eden ilk Müslümanlar (Muhacir), Mekke’deyken genellikle ticaretle uğraşır, sahibi oldukları kervanlarda pek çok kişi çalışırdı. Ama aynı insanlar şimdi Medine’de işsiz ve büyük ölçüde parasızdılar. Hicretin ilk yılının ramazan ayında Hz. Peygamber, Ensar (Medineli Müslümanlar) ile Muhacir arasında bir kardeşlik bağı ilan etti. Ağırlıklı olarak tarımla uğraşan Medineliler, Muhacirlere kendi arazilerinde işçi olarak çalışma imkânı tanıdılar. Böylece İslam tarihinin ilk “istihdam meselesi” çözülmüş oldu. Bu dönemde bile ramazanda işlerin durduğu veya yavaşlatıldığına dair bir bilgi yoktur.
DEV PROJELERDE ÇALIŞANLAR
Hulefa-i Raşidin döneminde fetihlerle gelen zenginlik, inşaatların ölçeğini baştan sona değiştirmiştir. İlk mescidi elleriyle yapan Müslümanlar, dört bir diyarda bataklık arazilerin ıslahı, yeni şehirler kurulması gibi devasa projeler başlattılar. Örneğin Mısır’daki ‘mega’ su kanalı projesi 120 bin kişilik bir dev kadro gerektirmiştir! Ayrıca büyüyen devlet, daha fazla memur demekti. Hadislerde ‘çalışma süresiyle bedelinin önceden belirlenip duyurulması, ücretin çalışana gecikmeden ve tam ödenmesi’ gibi temel konular çok açık olsa da değişen koşullar, beraberinde yeni sorular getirdi. Bunlar içinde oruçla ilgili olanlar da vardı...
DEĞİŞEN MESAİ SAATLERİ
Sefere çıkanlar ramazan orucunu kaza edebilirdi, peki ama “meşakkatli” sabit işlerde, örneğin gün boyu fırın karşısında, yüksek sıcakta çalışan birisi oruç tutmalı mıydı? Ramazan dışında çalışanın oruç tutmak için işverenden izin alması gerekli miydi? Âlimler, Kuran’ı ve İslam’ın ilk dönemini inceleyerek bu gibi sorulara yanıt verdiler. Yine de iş hayatında daha ziyade güncel ihtiyaçlar ve örf etkili olmuştur. Çalışma saatlerini asıl belirleyen, gün ışığı veya havanın sıcaklığı gibi faktörlerdi. Ramazandaki çalışma saatleri, mevsimlere göre farklılık gösterebilirdi. Aynı şekilde Tanzimat sonrasında devlet dairelerinin çalışma saatlerinde, “mübarek ramazan günleri için makul ölçüde” ayarlama yapıldığı olmuştur. Öte yandan yüksek bürokrasi ve güvenlik kuvvetleri tam gün çalışırdı. Mesai saatlerinin elektriğin kullanımına dek zaten gün ışığıyla belirlendiğini unutmayalım.
İŞ DEĞİL, İŞÇİ AÇIĞI
Sanayi Devrimi öncesi ve hemen sonrasında temel sıkıntıların başında işçi temini gelmiştir. Bugünkünün aksine pek çok işkolunda öncelikli sorun işsizlik değil, “işçisizlikti”. Sonuçta kısıtlı insan kaynağı olduğundan her usta, her kalfa veya işçi değerliydi. Kadir Yıldırım’dan öğrendiğimize göre 19. yüzyılda Osmanlı’da bazı maden sahipleri ramazan ayı boyunca işçi yokluğundan şikâyetçiydi. İşçiler çok ağır koşulları olan madende çalışmaktansa bu ayda evlerinde olmayı tercih ediyorlardı. Aynı durum ramazan dışında işçiler hasat için köylerine gitmek istediğinde de yaşanıyordu.
ÂLİMLER NE İÇİN ÇALIŞMALI?
GÜNDELİK dilde kullandığımız en yanlış ifadelerden biri “çalışan kadın” olsa gerek. Sanki “ev kadınları” gün boyu iş yapmayıp yan gelip yatıyormuş gibi! Henüz elektrikli ev aletlerinin olmadığı zamanlarda ev işleri çok daha zahmetliydi. Hele de ramazan aylarında... Peki ama modernleşme öncesinde kadınların tek işi ev ve çocuklar mıydı? Yani İslam şehirlerinde hiç “çalışan kadın” yok muydu?
ÇALIŞMA HAYATI
Hz. Muhammed’in peygamberliğini ilk kabul eden kişi olan Hz. Hatice, Mekke’nin en varlıklı iş kadınlarından biriydi. Kadınlardan ticari işlerinin uygunluğunu bizzat Resulullah’a danışan olduğu gibi, deri tabaklama işinde çalışıp Medine’de pazar denetimi yapan da olmuştur. Yani kadının çalışmasında dini bir engel yoktu. Ayrıca evli bile olsalar kadın-erkek arasında mal ayrımı esastı. Osmanlı belgeleri, kadınların “iş hayatında” varsayılandan çok daha aktif olduğunu gösteriyor. Örneğin 17. yüzyılda Kayseri’deki resmi mal ve emlak satışlarının yüzde 40’ında taraflardan en az biri kadındı! Üstelik sadece satıcı değil, aynı zamanda alıcıydılar.
MAL SAHİBİ, MÜLK SAHİBİ
Kadınların en etkin olduğu faaliyetlerin başında vakıflar gelir. Örneğin Bursa’da 15. yüzyıldaki vakıf kurucularının yüzde 51’i kadındı. Bu oran, Mısır’da 18. yüzyılda yüzde 25, 19. yüzyılda Halep’te ise yüzde 44’tür. Elbette vakıf kurabilmek için her şeyden önce para ve mülk (dükkân, arazi) sahibi olmak gerekliydi. Kadınlar para ticareti yapmışlar, çoğunlukla borç veren taraf olmuşlar, bazen de alacaklarının tahsili için mahkemelere başvurmuşlardır. Değirmen, fırın, hamam, mumhane, çiftlik işletenlerin yanı sıra kocasından kalan işi devam ettirenler de olmuştur. Bu gibi örnekler çoktur. Ayrıca kadınlar yüzyıllar boyunca pamuk, dokuma, halı, dantel ve ipek üretiminde çalışmıştır. 19. yüzyılda Müslüman Osmanlı kadınlarına artık atölyelerde ve fabrikalarda rastlıyoruz. Yine de bu bilgileri kendi ölçeğinde değerlendirmek gerek.
SAVAŞTA VE BARIŞTA