DİPLOMAT ŞEHİTLER
Rusya Federasyonu Büyükelçisi Andrey Karlov’a Ankara’da düzenlenen suikast, ev sahibi ülke olarak Türkiye’yi üzdü ve sarstı. Üstelik Türkiye bu acıyı çok iyi biliyor. Fazla söze gerek yok. Teröristlerce şehit edilen diplomatlarımızın, idari görevlilerin ve yakınlarının adlarını anmak bile yeterli:
1973, Mehmet Baydar, Santa Barbara, ABD
1973, Bahadır Demir, Santa Barbara, ABD
1975, Daniş Tunalıgil, Viyana, Avusturya
1975, İsmail Erez, Paris, Fransa
1975, Talip Yener, Paris, Fransa
1976, Oktar Cirit, Beyrut, Lübnan
ÖNCE AYIR, SONRA AYRIL
Pan-Slavist ideallerle bağımsız bir Bulgaristan kurulması için yola çıkan ayrılıkçı-isyancı örgütlerin faaliyetleri 1850’lerden itibaren yoğunlaşsa da aslında halktan yeterli destek görmüyordu. Bu durum karşısında ayrılıkçılar iki hedef belirlediler: Hristiyan halkı Müslümanlarla bir arada yaşanmayacağına ikna etmek ve yabancı güçlerin müdahalesine zemin oluşturacak bir ortam yaratmak.
Çeteciler düzenledikleri saldırılarda hem Türk-Müslümanları öldürüyor, hem de Bulgar halkını baskı altına almaya çalışıyordu. Bu doğrultuda sadece Müslüman tarlalarını ve evlerini değil Bulgar köylülerinin mülklerini de yakıyorlardı. 1876 yılındaki ayaklanma sırasında Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın vahim yanlışları sonucunda gerekli askeri ve idari tedbirler sağlanamayınca Müslüman halk canını ve malını korumak için silahlanmaktan başka çare kalmadığı fikrine kapıldı. İşte bu, tam da ayrılıkçıların istediği şeydi. Türk-Müslüman halk, Bulgar ayaklanmacılara karşı saldırıya geçti ve bazı köylerin kontrolünü ele geçirdi. ‘Resmî’ Osmanlı askeri bölgeye ancak gecikmeyle intikal ederek kontrolü sağlayabildi. İsyancılar öldürülmüş; böylece isyan bastırılmış görünüyordu. Ne var ki isyanın liderlerinden Benkovski’nin kaçarken “seni yendim Türkiye, Avrupa görecek ve fikrini söyleyecektir” dediği rivayet edilir.
KIZGIN GÜÇLER İÇİN GÜÇLÜ BİR BAHANE
Açıklamalara göre AB Parlamentosu geçtiğimiz günlerde, ‘demokratik standartlardan uzaklaşan Türkiye’yi protesto’ amacıyla üyelik müzakerelerinin dondurulması yönünde karar aldı. Bunu Avusturya ve Hollanda’da aynı doğrultudaki kararlar izledi. Pek çok siyasi yorumcu için bu hamleler, Batı’dan bağımsız hareket etme eğilimindeki Türkiye’yi durdurmak, ‘ayar vermek’ amacını taşıyor. Öte yanda Avrupa’nın tepkisini yerinde bulanlar da var. Tabii tüm bunları yüzyıllar ötesine taşıyıp Müslüman-Osmanlı-Türk korkusuyla ilişkilendirenler de... Ne var ki bu kararların Avrupa’nın kendi dinamikleriyle yakından ilişkisi gözden kaçıyor.
MUAZZAM İŞGÜCÜ KAYBI
Aslında her şey II.Dünya Savaşı’nın ardından başladı. Almanya toplam nüfusunun en az %8,5’ini, Avusturya ise %5,5’ini büyük savaşta kaybetmişti. Fransa’nın kaybıysa nüfusun %1,5’i kadardı. Öte yandan işgücü kaybı bu oranların kat be kat üzerindeydi, çünkü en ağır kayıp, gençler ve donanımlı erkeklerdi.
Savaş sonrasında Batı Avrupa’da hızlı sayılabilecek bir ekonomik toparlanma görüldüyse de işgücü kaybı kapanmadı. 1950’lerin ortasında Fransa’daki Cezayirli göçmen işçiler 200 bini geçmişti bile. 1970’lerde bu sayı 700 binin üzerindeydi. Bugün ise Paris’te yaşayan her 5 kişiden biri göçmen. Ayrıca 20 yaş altındaki çocukların %41’inin annesi veya babası göçmen!
Açıklamalara bakarsanız AB Parlamentosu, demokratik standartlardan uzaklaşan Türkiye’yi protesto amacıyla üyelik müzakerelerinin dondurulması yönünde karar aldı. Pek çok siyasi yorumcu için bu karar, aslında Batı’dan bağımsız hareket etme eğilimindeki Türkiye’yi durdurmak, ‘ayar vermek’ amacını taşıyor. Ama bir de ‘iç etkenler’ var. Yani Avrupa’nın Türkiye’ye hiç de dostane görünmeyen yaklaşımına yol açan, kendi meseleleri…
MUAZZAM İŞGÜCÜ KAYBI
Aslında her şey II.Dünya Savaşı’nın ardından başladı. Almanya nüfusunun en az %8,5’ini, Avusturya ise %5,5’ini büyük savaşta kaybetmişti. Fransa’nın kaybıysa nüfusun %1,5’i kadardı. Öte yandan işgücü kaybı bu oranların kat be kat üzerindeydi, çünkü ölenler ağırlıklı olarak gençler ve donanımlı erkeklerdi.
Savaş sonrasında Batı Avrupa’da hızlı sayılabilecek bir ekonomik toparlanma görüldüyse de işgücü kaybı kapanmadı. 1950’lerin ortasında Fransa’daki Cezayirli göçmen işçilerin sayısı 200 bini geçmişti bile. 1970’lerde bu sayı 700 binin üzerindeydi. Ayrıca bu süreçte, Afrika’daki eski Fransız sömürgelerinden gelenlerle çok sayıda siyasi mültecinin yeni vatanı da Fransa oldu.
HANİ BANA, HANİ BANA?
Kaliforniya’da tasarlandı, Çin’de üretildi, her ülkede satıldı…
Seattle’da kuruldu, Kolombiya’da üretildi, tüm dünyada içildi…
New York Borsası’nda kazanıldı, ‘vergi cenneti’ olan küçük bir ülkede bankaya yatırıldı…
“Keep Breathing” (Nefes Almaya Devam Et) başlıklı şarkısında böyle söylüyor Amerikalı şarkıcı Ingrid Michaelson:
Fırtına yaklaşıyor ama ben umursamıyorum
İnsanlar ölüyor, ben perdelerimi kapıyorum
Tek bildiğim, şu anda nefes aldığım
İLERİ DEMOKRASİNİN EN GERİ BİÇİMİ!
Bugün ‘cumhuriyet’ denince çoğumuzun aklına her vatandaşın eşit haklara sahip olduğu ‘demokratik’ bir rejim gelir. Demokrasiyi, cumhuriyetin sonraki aşaması gibi düşünüyoruz. Oysa tarihe baktığımızda bunun tersini görmek mümkün. Demokratik toplumlar, muhtemelen antik cumhuriyetlerden çok uzun zaman önce ortaya çıktı. Araştırmalar Kuzey Amerika’dan Amazon bölgesine, Afrika’dan Avusturalya’ya kadar çok sayıda “ilkel (!!!)” kabilenin hem demokratik yaşayışa sahip olduğunu, hem de çevreyle uyumlu olduklarını gösteriyor. Bu eşitlikçi topluluklarda, mutlak liderden ziyade erkek-kadın bilgelerin ağırlığı vardır. Bizler insanlığın, ‘vahşilikten medeniyete’ uzanan dümdüz bir çizgide ilerlediğini varsayarız. Oysa demokratik kabileler, medeniyetin ‘en ileri’ değil, belki de ‘en erken’ aşaması.
KABİLE HİYERARŞİSİNDEN KANUNDA EŞİTLİĞE
‘Kabile’ kavramı, demokrasi tarihinde M.Ö. 500 civarında tekrar karşımıza çıkar. Atina demokrasisinin kurucu babası Kleistenes, kan bağlarına dayalı kabile hegemonyasını kırarak, bunun yerine yurttaşlığa dayalı bir toplumsal örgütlenme modeli getirdi. Ayrıca meclisin ve halk oylamasının gücünü arttırdı. Ne var ki ‘demokratik’ şehirleri veya görkemli Roma Cumhuriyeti’ni günümüzden ayıran çok önemli bir fark vardır: Bunlar ‘kadınsız’ cumhuriyetlerdir. Üstelik kölelik, bu çağların ayrılmaz unsuruydu. Yani antik cumhuriyetler, öyle herkes için eşitlik demek değildi. Ama sakın bu ‘anti-demokratik’ durumu o çağlara özgü sanmayalım…
13 Ekim, her yıl ABD Donanması’nın doğum günü olarak kutlanıyor. Bu yılki kutlamalarda ABD Donanması’nın resmi sosyal medya hesabından yayınladığı tweet, bir anda Türkiye’nin tepkisini çekti. Haber kanalları bu tweet’i “Skandal Paylaşım” benzeri başlıklarla duyurdu. Çünkü söz konusu mesajda Türk bayraklı askerlerle çarpışan Amerikan askerlerini gösteren bir resim yer alıyor ve şöyle diyordu: “Amerikan Donanması denizcileri, 241 yıldır çetin, cesur ve hazırdır”.
Sosyal medya kullanıcılarının yanı sıra Türk Dışişleri Bakanlığı da bu paylaşıma resmi tepki gösterdi. Memnuniyetsizlik ABD’nin Ankara Büyükelçiliğine iletildi. Tüm bu tepkiler sonrası tweet yayından kaldırıldı. Peki ama ABD Donanması neden kendi tarihini anarken böyle bir resim kullanmıştı? Bu haberi ve sosyal medyadaki yorumları okurken aklıma yıllar önce izlediğim bir film geldi…
DONANMA MARŞI’NDAKİ SÖZLER