İnsanlığın en önemli buluşlarından olan ekmek, Ortadoğu’dan dört bir diyara yayılmış, tarih boyunca fırınlarda, tandırlarda veya sac üstünde çok farklı yöntemlerle pişirilmiştir. Türkler bazlama denilen yassı ekmeklerde uzmanlaşmış, yufka açmayı, gözleme pişirmeyi pek sevmişlerdir. Balkan-Ortadoğu coğrafyasında bu yassı ekmeklerin bazı çeşitleri pide, pite, pita diye isimler aldılar ki, bunun da İtalyanların pizzasına ilham verdiği düşünülür.
ORUÇ AÇILAN YİYECEK
Türkler zamanla pidenin “hastası” oldular. Hatta Osmanlı zamanında günlük ekmek bile bugünkünden (somun) ziyade ramazan pidesine benzerdi. Bu kolay koparılan pide-ekmeğe “fodula” denirdi. Oruç açılan yiyecek anlamındaki “fature” kelimesinin “fodula”ya dönüşmesi bir ihtimalse de bu bağlantı net değildir. Adı nereden gelirse gelsin, “fodula” askerin, öğrencinin, garibanın en temel gıdasıydı. Öyle ki devlet görevlilerine maaş olarak verilirdi. Keza vakıf imarethanelerinde ihtiyaç sahiplerine dağıtılırdı. Pide yanında hurmayla birlikte, halka açık cami iftarlarının değişmeziydi. Selçuklu zamanında aşevlerinde yemeğe yetişemeyenlere 100 dirhem (300 gr civarı) pidenin yanında “80 dirhem bal ve 50 dirhem peynir” ikram edilirdi. Yüzyıllar sonra II. Abdülhamid döneminde ramazan ayındaki Kadir gecesinde askerlere Kiler-i Hümayun’dan peynirli büyük pideler ve şerbet dağıtılıyordu.
PİDENİN HASI
Elbette üst sınıflar kaliteli undan yapılan pideler yerdi. Osmanlı saray kayırlarındaki “nan-ı pite” yani pide ekmeğine “içli” pideleri de katmak gerek. Örneğin Fatih Sultan Mehmet zamanında sarayda “pide-i hassa”, yani ıspanaklı veya peynirli pide yapılırdı. Tabii yumurtalı pideleri de unutmayalım. Yumurta, ramazan pidesine de eşlik etmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber’in şifa için “Size çöre otunu tavsiye ediyorum” dediği çörekotu ve susam, ramazan pidesinin tamamlayıcısıdır. Ramazan pidesinin tam olarak hangi dönemde popüler hale geldiğini tespit etmek biraz güç. Ama bu geleneğin zamanla Anadolu’daki büyük şehirlere yayıldığını biliyoruz. Öyle ki Ramazan’da artan talebi karşılamak için fırınlar, pideye şekil veren “tırnakçı ustaları” çalıştırmışlardır. Pidenin yanı sıra simitler de fırınlardan alınırdı. İçi genellikle evde hazırlanan pideler ve lahmacunlar da yine buralarda pişirilirdi. Tüm bu pide tutkusuna rağmen arşiv belgelerine göre ekmek de ramazan sofralarında varlığını korumuştur.
HZ. Peygamber bir gün sahabeden sevdiği birinin evine ziyarete gider. Gittiğinde onu hasta halde yatar görünce hemen “Haris bin Kelede’yi çağırın” der, “O iyi bir hekimdir, sizi tedavi etsin.” Sadece bu olay bile İslam’ın “şifa bulmak” için maddi tedaviye, yani tıbba verdiği önemi anlatmaya yeter. Resulullah ayrıca “Kim bilgisi olmadığı halde hekimlik yapmaya kalkışırsa, sebep olacağı zararı öder” hadisiyle bunun bilgi ve sorumluluk gerektiren bir görev olduğunu vurgulamıştır. Bu anlayışın sonraki kuşaklarca da benimsendiğini görüyoruz. Üstelik İslam medeniyetinde tabiplik sadece Müslümanlara özel bir meslek olarak sınırlanmamış, her dinden ve etnik kökenden hekimler (Yahudi, Süryani, Rum, Hintli vb), ayrıca kadın hekimler, saray dahil tüm kademelerde görev almışlardır. Bu taassuptan uzak tutum, Hipokrat ve Galen’in klasik tıp kitaplarının Arapçaya tercüme edilip yayılmasını mümkün kıldı. “İlmi Çin’de bile olsa” arayıp öğrenmekten geri durmayan Müslüman hekimler, mevcut teşhis ve tedavi yöntemlerine yenilerini ekleyerek tıp biliminin gelişimine önemli katkı sağladılar.
TABİPLERİN PİRİ
Lokman Hekim, İslam âleminde tabiplerin piri olarak kabul edilmiştir. Adının İbranice (veya Süryanice) olduğu düşünülen Lokman’ın Hz. Peygamber’den ne kadar önce ve nerede yaşadığı tam olarak bilinmez. Onun tüm bitkilerin özü hakkında engin bilgisiyle en zor hastalıkları tedavi ettiği anlatılır. Ancak Lokman’ın “hekimliği” yalnızca doktorluğa değil, Kuran’da ifade edildiği şekliyle kendisine “hikmet verilen biri” olmasına dayanır. Çok geniş bir kavram olan “hikmet” kısaca, “bilgiyle, bilgece yargılarla ve kalbindeki nurla insanları aydınlatma” olarak tanımlanabilir. Lokman da hikmetli sözleriyle insanlara yol göstermiş bir velîdir. O, doğa bilgisiyle hastalıklara deva olurken hikmetli sözleriyle insanların diğer dertlerine derman oluyordu. Nitekim “hekim” ve “hikmet” sözcükleri aynı kökten türemiştir: “bilgiyle doğru hükmü vermek.”
KÜÇÜK ÂLEM İNSAN
İslam dünyasının ilk sistematik tıp kitaplarından birini yazan Alî b. Rabben et-Taberî (ö.861’den sonra), bu eserine ‘Firdevsü’l-Hikme’ (Bilgelik/Tabiplik Bahçesi) adını vermiştir. Ona göre hekim, “tıp ilminde küçük âlem olan insan doğasıyla, felsefede ise büyük âlem olan kainatla” meşgul olan kişidir. Gerçekten de İslam medeniyetinin önde gelen tabipleri aynı zamanda felsefeyle, ilahiyatla ve diğer bilimlerle ilgilenen çok yönlü isimlerdi. Bunlar içinde akla ilk gelen elbette İbn Sina’dır (ö.1037). Onun beş ciltlik ‘El-Kanun fi’t-Tıbb’ isimli eseri hem yüzyıllarca temel eğitim kitabı olmuş, hem de antik bilgilere eklediği yeni teşhis ve tedavi yöntemleriyle Batı’da gelişen modern tıbbın önünü açmıştır. Filozof hekimlere örnek başkaca pek çok isim vardır: “Arapların Galen’i” olarak takdim edilen Ebû Bekr er-Râzî (ö. 925), Bîrûnî (ö.1061?), İbn Hindu (ö.1032), şeker hastalığının karaciğere bağlı olduğunu ilk tespit edenlerden Abdüllatîf el-Bağdâdî (ö.1231), küçük kan dolaşımını keşfeden İbnü’n-Nefis (ö.1288)... Bu özet listeye Anadolu’dan İsmail Hakkı Erzurumi’yi de (ö.1780) eklemeliyiz. O, ‘Marifetnâme’ isimli meşhur eserinde astronomiden anatomiye, felsefeden tasavvufa kadar pek çok konuyu aynı anlayış içinde değerlendirmiş, ayrıca oruca büyük önem vermiştir: “Bedenin sağlığı az yemekte, ruhun sağlığı az uyumaktadır. Aşırı yemek hırsıdır ki cihan sarayını cana zindan etmiş; üstün ve bilge aklı, cahil nefsin esiri kılmıştır... Geldi ramazan ayı/Ol saim (oruçlu) ve az uyu/Savm (oruç) ile ten ü canı/Dolsun mey-i ruhani.”
TARİHİ kaynaklara göre Hz.Peygamber’in Medine’de yaşadığı ev, bir kişinin elini kaldırdığında tavanına değebildiği, gayet gösterişsiz bir mekândı. İki veya üç odalı bu mütevazı evlerde, “mutfak” diyebileceğimiz ayrı bir bölüm olmasa da yemek pişirmek için bir ocak bulunurdu. Peygamber ailesinin, bir başka aileyle ortaklaşa kullandığı, ev dışında bulunan bir fırını (tandır) vardı. Bu fırınların iç duvarına tutturulan hamurla ekmek yapılırdı. Ne var ki Resulullah’ın “hiç elenmiş undan ekmek yemediği” rivayet edilir. Çünkü evlerde un öğütmek için el değirmeni bulunsa da “elek” o dönemde henüz lüks bir aletti.
SADELİK VE TEVAZU
7. yüzyılda Hicaz bölgesinde kısa ayaklar üzerinde duran bakır sofralar ancak varlıklı kişilerin evinde bulunurdu. Yemekler çoğunlukla deriden sofralar üzerinde yenirdi. Bir tahta su bardağı ile Mısır’dan hediye gelen bir cam bardağa sahip olduğunu bildiğimiz “son Peygamber”, evinde orucunu açmak için işte böylesine sade bir sofraya otururdu. “Yemeğin bereketi, yemekten önce ve sonra (elin-ağzın) yıkanmasıdır” hadisinden elini yıkamadan orucunu açmadığını anlıyoruz. Rivayetlere göre iftar vakti girdiğinde acele eder, dua ettikten sonra besmeleyle yemeğe başlardı. Hurma, eğer hurma yoksa su, orucunu açmak için onun ilk tercihiydi. Bazen çorbayla iftar ettiği rivayet edilir. Öte yandan iftarda özel bir yemek aramazdı. “Midenin üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de nefese ayırın” diyen Hz. Peygamber’in tıka basa yemeği doğru bulmadığı anlatılmıştır. 628 yılı ramazanında Medine’de yaşanan kuraklık, Hz.Muhammed hayattayken gıda temininin ne kadar hassas bir mesele olduğunu hatırlatır.
ZENGİNLEŞEN SOFRALAR
İlk dönemdeki iftar sofraları böylesine mütevazı iken Müslümanların dört bir diyara yayıldığı fetihler sonucunda muazzam bir zenginleşme başladı. Suyun zor bulunduğu Hicaz’dan çıkıp tahıl zengini topraklara, yeşil bahçelere, balığı bol kıyılara varmak sofraları çok değiştirdi. Öyle ki yemek seçmek, artık seçkinlik göstergesi sayılacaktır. Örneğin 10. yüzyılda yazan El-Veşşa’ya göre: “Kibar insanlar güneşte kurutulmuş et ve tirit yemezler. Tencerenin dibinde kalan şeye yanaşmazlar. Et suyu ya da et sulu çorbalar içmezler. Sirkenin yanına yaklaşmazlar.” Elbette bu durum, dinden uzaklaşmaktan ziyade yiyecek kaynaklarına yakınlaşmakla ilgiliydi. Şaşalı Bizans/Sasani saray sofraları geleneği, bir şekilde Emevî ve Abbasî saraylarınca sürdürüldü. Sultanın zehirlenmesini önlemek için yemekleri tadan çaşnigîr (lezzettutan), gıdaların temininden ve sofraların hazırlanmasından sorumlu hânsâlâr, sarayların başlıca görevlileriydi artık.
SULTANLARA LAYIK
İslam medeniyetinde saray sofralarının zirvesi ise Osmanlı’dır. Bu, yiyecek çeşitlerinden pişirme tekniklerine, mutfak ve sofra gereçlerine kadar çok zengin bir kültürdür. “Kıldan mamul elek”lerden tutun da aslanbalığı kemiğinden (şîr-mâhî) veya deniz kaplumbağası kabuğundan (bağa) yapılan kaşıklara, siniler üzerine dizilen altın ve gümüş tabaklara kadar envai malzeme saraylarda kullanılmıştır. Solakzâde Tarihi’ne göre padişah şerbetini firûze (İznik çinisi) kâseden, vezir ve âlimler ise fağfûrî (Çin porseleni) kâselerden içiyordu. 19. yüzyılda, II.Mahmud devrinin sonlarında sultanların sofra kültürü bir kez daha değişime uğradı. Yemek tarihçisi Özge Samancı’ya göre bu değişim, Sultan Abdülaziz devrinden itibaren belirgin hale gelir. Artık sofrada Çin mamulleri değil, Saksonya ve Fransız porselenleri kullanılmaktadır. Yer sofrası, başrolü Avrupai masalara bırakır. Bağdaş kurmanın yerini sandalyede oturarak yeme alacaktır. 17. yüzyılda Fransız sofralarına yerleşen çatallar, Osmanlı’da 19. yüzyılda kullanılmaya başlanır. Hatta sofraların gözdesi haline gelen Batı tarzı porselenlerinin yerli üretimi amacıyla 1891’de “Yıldız Porselen” kurulur. Böylece iftar için sofraya getirilen tabaklar, sahanlar artık Osmanlı armasıyla veya ay-yıldız ile süslenecektir.
DEĞİŞMEYEN ALIŞKANLIK
Tüm yabancı gezginlerin hemfikir olduğu bir konu vardır: Türkler misafirperverdir. Hal böyleyken ramazanda misafir çağırmak özellikle sevilen bir âdettir. Davet sahibi “Ne ikram etsek, ne pişirsek?”, davetli ise “Giderken ne götürsek?” diye düşünür durur. İftar daveti dışarıda, yani bir restoranda olacaksa “Kaçta çıkmak gerekir?” sorusu başroldedir. Çünkü toplantınızın biraz uzaması bile trafikte iftara yetişme stresi anlamına gelebilir... Gelin görün ki bu bildik sahnelere bu ramazan pek tanık olamayacağız. Restoranlar kapalı, trafikten eser yok. Misafirlik daha ziyade tablet, bilgisayar ekranlarında yaşanacak, sofrada değil de akıllı telefon uygulamalarında buluşacağız. Ama çok daha eski zamanları düşününce buna bile şükretmek gerekmez mi?
İKİ KİŞİYSEN ÜÇÜNCÜYÜ ÇAĞIR
Ateşi yak evlat! Bu gece soğuk bir gecedir.
Dışarıda dondurucu bir rüzgâr var.
Bu gece bir misafir getirebilirsen bil ki sen hürsün.
Çok eski bir Arap şiirinde misafir ağırlama arzusu böyle anlatılmıştır. “Ateş yakma” bir tür davet sembolü olduğu gibi yol gösterme amacı da taşıyordu. “Misafirler” daha ziyade uzaktan gelen kişilerdi. Çöllerde, bozkırlarda, dağlarda “Tanrı misafirlerine” sahip çıkılması, otellerin, restoranların olmadığı bir dünyada hayat kurtaran bir hareketti. Misafirperverlik bahsinde akla hemen “misafirlerin babası” künyesini taşıyan Hz. İbrahim gelir. Kuran-ı Kerim’de onun evine gelenlere cömert ikramlarda bulunması anlatılır. Hatta akşam misafiri yoksa dışarıya çıkıp “Halil İbrahim sofrasında” ağırlamak için birini aradığı rivayet edilir. Hz. Peygamber de “Kimin yanında iki kişilik yemek varsa üçüncü kişiyi, dört kişilik yiyeceği olan beşinci ya da altıncı kişiyi misafir etsin!” demiş, misafir ağırlamayan kimselerin hayırdan uzak olduğunu vurgulamıştır. Dede Korkut hikâyelerinin açılış bölümlerinde ise konuğu olmayan “kara evlerin” yıkılması dilenirdi.
BEREKETİN ONDA DOKUZU
SİZ alışverişe gitmeseniz de alışveriş size gelir... Sudan süte, çiçekten diş fırçasına kadar tüm ihtiyaçlarınız kapınızda! Hayır, günümüzün online alışveriş sitelerinden söz etmiyoruz. Osmanlı devrinde evlerin pek çok ihtiyacı, kapı kapı dolaşan seyyar satıcılar tarafından karşılanırdı. Sütçüler gibi bazıları mahalleden aynı saatlerde geçerken, arada bir geçenler nidalarıyla cumbalarında oturanların dikkatini çekmeye çalışırdı. Eski zamanların bu ‘mobil’ satıcıları, otomobillerin gelişine kadar sokakların en canlı, en sesli unsurlarıydı. Nitekim Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre “Eski İstanbul mahallelerinde bu sesler bütün bir günü baştan başa idare eder, saatlerin rengini verirdi.”
BİZ ADRESİNİZE GETİRİRİZ
Osmanlı topraklarında kadınların evden çıkmaları yasak değildi. Hatta gravürler ve eski fotoğraflar bize kadınların çarşıya, pazara gittiğini, dükkânlardan bizzat seçerek alışveriş yaptığını gösteriyor. Ancak kadınların sosyal hareketliliği günümüze kıyasla çok sınırlıydı. Evin ve çocukların bakımını üstlenen şehirli kadının “asıl yeri” eviydi. Hal böyle olunca da satıcıların kadınların ayağına, eve gitmesi elbette çok daha pratikti. “Kapıya teslim” düzeni, sadece evde kalmayla ilgili değildi tabii. Tekerlekli alışveriş arabalarının, poşetlerin olmadığı bir düzende, çarşıdan pazardan alınan ürünlerin eve taşınması da bir meseleydi.
EVLERE SU SİPARİŞİ
“Eve sipariş” düzeninin en temel kalemi suydu. Sakalar, evlere kırbalarla su taşırdı. Mahalle halkının çeşmelerden su almasına mâni olmaması için saka esnafının ayrı su kaynakları bulunurdu. Evliya Çelebi’ye göre İstanbul’da atlı ve yaya olarak 8 bin 400 civarında saka vardı. Bu iş kolu, İstanbul’da II. Abdülhamid zamanında Hamidiye sularının Galata, Beyoğlu ve Yıldız civarına getirilmesiyle gözden düştü. Ancak kentlerde temiz suya erişimin zorlaşması, yakın geçmişte sakalığın canlanmasını sağladı. Tabii bu defa kırbalarla değil, damacanalarla; atlarla değil, kamyonetlerle; çığırarak değil, telefondan, internetten siparişle.
RAMAZANDA ARTAN TALEP
Eski ramazanlarda önceden toplu alışveriş yapılır, satın alınan bu yüklü miktardaki erzak, hamallar, küfeciler tarafından eve taşınırdı. Tabii ramazanın hangi mevsime denk geldiği bazı “kapıya teslim” ürünler için belirleyiciydi. Örneğin “Boooozaaaa!” kış mevsiminin ürünüydü. Sıcaklardaysa eski devirlerin “donmuş gıdası” olan kar/buz, dağlardan evlere getirilir, iftar sofralarının yıldızı şerbetlere eşlik ederdi. Taze mevsim sebzelerini, meyvelerini ise gezgin manavlar taşırdı. Eski zamanların diş fırçası olan misvaktan tutun da aynalara, çocuk oyuncaklarına kadar hemen her türlü ürün, yine kapıdan satılırdı. Tabii tam tersi bir alışveriş de söz konusuydu: Eskiciler evlerde kullanılmayan eşyaları alırdı.
RAMAZAN denince hepimizin aşina olduğu görüntüler vardır: Üç kuşağın bir arada olduğu kalabalık aile sofraları, iftar vakti minarelerde yanan ışıklar, meydanlardaki kalabalıklar... Ne mutlu ki II. Dünya Savaşı yıllarında yaşanan buğday kıtlığından bu yana Türkiye’de ramazan sofralarını ciddi biçimde etkileyen bir olay yaşanmadı. Özellikle son 25 yılda ramazan, daha renkli, daha kitlesel, daha gösterişli bir hal aldı. Reklamlar ramazanın geldiğini bize haftalar öncesinden haber verdiler. Hediyelik koliler marketleri doldururken, çalışanlar Osmanlı devrini çağrıştıran kostümler giydiler. Şehirlerde LED ışıklı süslemeler mahyaların önüne geçti. Sofralar ev dışında taşarken “dışarıda iftar” ramazanın önemli bir ritüeline dönüştü: Restoranlarda günler öncesinden masalar tutuldu, iftar saati garsondan gelecek “Okundu, orucunuzu açabilirsiniz” haberi heyecanla beklendi. Yemeklerin biri biterken diğeri önümüze kondu... Yabancı misafirler, farklı dinlerden olanlar ve oruç tutmayanlar da dahil olmak üzere şirket çalışanları, arkadaş grupları iftarda buluştular. Sokaklar halka açık davetlere, ikramlara, gösterilere sahne oldu... Ne gariptir ki tüm bunlar, bu yıl “eski” ramazanlara ait anılar oldu. COVID-19 salgını nedeniyle hep birlikte farklı bir ramazan tecrübe edecek, ağırlıklı olarak evde kalacağız. Peki ama böyle sıra dışı bir durumla karşı karşıya kalanlar ilk olarak bizler miyiz?
Tarih boyunca insanoğlu veba, kolera gibi salgınlarla baş etmek zorunda kaldı, bunların bazıları ramazanlara denk geldi.
YAŞANAN SALGINLAR
İnsanlık tarihindeki en kritik salgın hastalıklar başında gelen veba, İslam coğrafyasında da etkili olmuştur. Hz. Peygamber salgınlar konusunda “Sizler bir yerde veba hastalığı çıktığını işittiğiniz zaman, o yere girmeyiniz. Hastalık sizin bulunduğunuz yerde meydana gelirse, sakın sizler oradan dışarı çıkmayınız” diyerek karantina uygulamasının temel ilkelerine işaret etmişti. Hz. Ömer’i veba salgını çıkan Suriye’ye gitmekten vazgeçiren de bu hadisti. Kendisine, “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun ya Ömer?” diye soranlara halife, “Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyorum” cevabını vermiştir. Hz. Ömer’in ayrıca cüzzam hastaları ile “arasında bir mızrak mesafe bırakarak” konuştuğu nakledilir.
Elbette 7. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar geçen uzun sürede pek çok salgın ramazan ayına denk gelmiştir. Cemaatle namaz ve hac gibi toplu ibadetler salgınlarla doğal olarak etkileşim içindeydi. Öyle ki 1422-1424 yıllarındaki salgın nedeniyle Mekke’deki cami ve mescitlerde namaz kılınamaz olmuştu. Engin Çetin’in araştırmasına göre 1812’de Üsküdar’ı sarsan veba salgını, Ramazan Bayramı’nda geniş kitlelerin bir araya gelmesiyle daha da yayılmıştır. 1902 yılı ramazanında ise Mısır’ın hac emiri İbrahim Rifat Paşa, içişleri bakanı ile vebanın hac kafileleriyle yayılmasını önlemeye yönelik tedbirleri görüşüyordu.
NASIL BİR RAMAZAN
Salgın hastalıklarla ilgili örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama aynı şekilde, insanlığın ve Müslümanların yaşanan tüm bu acılı dönemleri atlattığını söylemek de... Yaklaşık 1400 yıl boyunca salgınlardan savaşlara kadar nice zorluklar aşılırken, “ramazan medeniyeti”ne yeni çözümler, yeni alışkanlıklar eklendi. Şimdi sıra bizde. Gelin yaşadığımız sıkıntılı gündemden bir parça uzaklaşalım... Bir ay boyunca ramazan kültürüne doğru bir yolculuğa çıkalım. İslam medeniyetine, tarihte iz bırakan olaylara ve ilham veren hatıralara değinelim. Anadolu bilgeliğinin kuşaktan kuşağa aktarılan sözlerine kulak verelim. Bu defa kalabalık sofralarda, sokaklarda, meydanlarda yan yana olamasak da hepimizin duası ortak: Gelecek ramazanların, eskilerinden güzel olması ve sağlıkla yaşanması...
DİJİTAL DÜNYANIN ATALARINDAN
847 yılı civarında vefat eden Harizmî, tüm dünyada algortimanın (cebirin) kurucusu kabul edilir. Hatta “algoritma” kelimesi bile Al-Kharizmi (Alkarizmi, algorizmi) isminden gelir. Harizmî’nin bilimsel başarılarıyla farklı bir aşamaya geçen algoritma, günümüzde kullandığımız bilgisayar yazılımlarının temelini oluşturur. Yani, 21.Yüzyıl’da uçuşa geçen dijital devrim, Harizmî’ye çok şey borçlu.
ANSİKLOPEDİ TÜRÜNÜN ERKEN ÖRNEKLERİ
Harizmî ile aynı yıllarda yaşamış olan İbn Sa’d’ın (ö.845) yazdığı Kitabü’t-Tabakati’l-Kebir ise, biyografik ansiklopedilerde önemli bir dönüm noktasıdır. Onun ardından gelen Cahiz, Dineverî, Yakut el-Hamevî gibi nice isimler, zoolojiden biyolojiye, coğrafyadan edebiyata kadar farklı alanlarda ansiklopedik eserler kaleme aldılar. İslam medeniyetinin adım adım zenginleşen ansiklopedileri, 15.Yüzyıl’da 65 ciltlik devasa içeriğe ulaştıktan sonra bayrağı 17.Yüzyıl’da Batı devralacaktır.
BİLGİSAYARLARDAN ÖNCE BATI’NIN İSLAM ANSİKLOPEDİLERİ
Batı’da Leibniz (ö.1716) bilgisayarın öncüllerinden mekanik hesap makinesini geliştirirken, ileride yazılımlara dönüşecek matematik buluşlarını ortaya koyuyordu. Onun Newton’la yarışan başarıları yanında “Ansiklopedistler” hareketi Bilimsel Devrim’in önemli unsurlarındandı. Aynı Batı, The Encyclopedia of Islam’ı yayınlanmaya ise 1908’de başladı. Şarkiyatçıların bu eseri sadece Batı’da okunmamış, Müslüman araştırmacıları da etkilemiştir. Hatta Türkiye’de MEB tarafından yayınlanan “İslam Ansiklopedisi” (1940-1987) bunun bazı eklemeler ve değişikliklerle yayınlanmış bir çevirisidir. Ne var ki bu çeviri-uyarlama ansiklopedi, daha tamamlanmadan Batı’nın gerisinde kalmıştı bile… Çünkü The Encylopedia of Islam, yeni bir anlayışla baştan yazılıyordu (1960-2007).
ANSİKLOPEDİNİN GETİRDİĞİ BİLİMSEL GELİŞİM
1980’li yıllar bilgisayar çağının yükselişine tanıklık ederken 1983’te Türkiye Diyanet Vakfı (TDV) yeni bir ansiklopedinin, yani TDV İslam Ansiklopedisi’nin (DİA) çalışmalarını başlattı. Hedef, İslami ilimler, Müslüman ülkelerin tarihi, kültürü ve coğrafyası gibi konuları kapsayan, yaklaşık 16.000 maddelik tamamen özgün bir ansiklopediydi.
BATI’DAN BAKINCA
Son zamanlarda ABD’deki İslam-Ortadoğu araştırmalarında, İslam’ı Sünnîlik, Şiîlik ve Sufîlik olarak üç ana kategoriye ayırma ve müstakil olarak inceleme eğilimi gözleniyor. Klasik oryantalistler Şiîliğin ortaya çıkışında siyasi, Sünnîliğin biçimlenişinde hukuki etkenleri vurgularlar. Sufîliği (tasavvufu) ise daha çok İslam-dışı etkilerin ürünü sayarlar. Bunlardan kimisi Yahudi-Hristiyan, kimi Zerdüşt, kimiyse Hint kültürünün etkisini öne çıkarır. Bu görüşlere bazı temelden itirazlar olsa da tartışılan genellikle İslamiyet üzerinde hangi kültürün daha etkili olduğudur.
GELENEK NE SÖYLÜYOR?
Gelin görün ki tasavvufun klasik kaynaklarında böyle bir etki mevzubahis edilmez. Buna göre tasavvuf, tüm İslami ilimler gibi ‘kulu doğru yola iletme ve yaratıcısına yaklaştırma’ gayesi taşır. Hatta ‘ilm-i tasavvuf’, İslam’ın bir nevi ‘yüksek lisansı veya doktorası’ gibi görülür. Öte yandan kişinin öğrendikleriyle ‘amel’ etmesi, yani bilgisini davranışlarına, haline yansıtması gerekir. Tasavvuftaki ‘hâl ilmi’ de, diğer ilimlerdeki gibi usta-çırak (şakird) ilişkisiyle öğretilirdi. Üstelik mutasavvıflara göre bu ‘öğreten-öğrenen’ usulü sonradan değil Kur’an’da belirtildiği üzere Allah’ın Hz.Adem’e isimleri(ni) öğretmesiyle başlamıştır. Hızır ve Hz.Musa ilişkisinde olduğu gibi peygamberlerce sürdürülmüş ve Hz.Muhammed’le son şeklini almıştır… Hz.Peygamber’in yetiştirdiği Hz.Ali –bazılarına göre Hz.Ebu Bekir- başta olmak üzere, bir kısım sahabe benzer şekilde talebe yetiştirmiş, ve böylece sözlü gelenek kesintisiz devam etmiştir. Dolayısıyla her mürşidin mutlaka Hz.Peygamber’e bağlanan sağlam bir silsilesi olmalıdır. Tüm bunlar tasavvufun kendini İslam’dan ayrı görmediğine dair işaretlerdir.
Sufîliğin Sünnîlikten (duruma göre Şiîlikten) ayrı bir ‘mezhep’ olduğu görüşüne gelince… Bunun da karşılığını klasik metinlerde bulmak oldukça zor. İmam Gazzalî’nin, Adülkadir-i Geylanî’nin, Ahmed er-Rufaî’nin ve daha nicelerinin sünnete riayet konusundaki sözleri/yazıları bu teorilerle büyük ölçüde çelişiyor. Benzer bir durum Şia için de geçerlidir.
GELENEĞE BİLİMSEL YAKLAŞIM
Peki ama Batılı araştırmacıların görüşleriyle gelenek arasındaki bu çelişki giderilebilir mi? Madem ‘ehl-i sünnet ve’l cemaat’ veya ‘ehl-i tasavvuf’ gibi kavramlar, yazılı metinlerde Hz.Peygamber’in vefatından hayli zaman sonra belirginleşti… Öyleyse bunlar ‘icat edilmiş gelenekler’ midir (invented tradition)? Yoksa kökleri İslamiyet’in ilk dönemlerine mi dayanır?
Feryal Salem’in Brill akademik yayınlarından çıkan kitabı, işte bu sorulara aradığımız yanıtlar için bize yeni kapılar açıyor. Salem’in “The Emergence of Early Sufi Piety and Sunni Scholasticism” (Erken Dönem Sufî Dindarlığının ve Sünnî Öğretilerin Yükselişi) başlıklı eseri bizi İslamiyet’in ikinci yüzyılına götürürken, Abdullah bin Mübarek’in yaşamına ve eserlerine odaklanıyor.