Paylaş
“İnsanlık tarihi Türklerle başlamıştır” diyordu kürsüdeki Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) Şükrü Kaya, güçlü bir inanç ve üst perdeden bir gururla… Bravo sesleri ve alkışlarla kesilen konuşmasına şu sözlerle başlamıştı: “Başta Cumhuriyet Halk Partisi’nin Umumî Reis Vekili Büyük Başvekil İsmet İnönü olduğu halde, Parti’nin mebuslarından 153 arkadaşın imzası ile hazırlanan Teşkilâtı Esasiye kanunu (anayasa) tadilleri (düzeltmeleri), huzurunuza sunulmuş̧ bulunuyor. Bu tadilleri icap eden zaruretleri huzurunuzda arz etmeği büyük şeflerim bana vazife olarak verdiler. Bu ödevimi yapmak için müsaadenizi rica edeceğim.” Kaya, anayasaya eklenecek olan ilkelerin bizzat Atatürk tarafından modern bir devletin meydana getirilmesi için tespit edilen ve parti programına eklenen ilkeler olduğunu belirtiyordu. Partinin güçlü ismi Kaya ayrıca konuşmasında devletçilik, milliyetçilik, halkçılık ve laiklik ilkesinden bahsediyor; “laiklikten maksadımız dinin memleket işlerinde müessir (etkili) ve amil (sebep) olmamasını temin etmektir. Bizde laikçiliğin çerçevesi ve hududu budur” diyor ve ekliyordu: “Hiç̧ bir din kendisini müdafaa için Türkler kadar azimkâr, Türkler kadar fedakâr bir millet bulamamıştır. Eğer, dünyada İslamiyet yaşıyorsa, 12 asırdan beri kendisini müdafaa eden Türklerin koluna, kanına ve kafasına medyundur (Bravo sesleri, alkışlar).
LAİKLİK KONUSUNDA BİR İTİRAZ
Elbette TBMM’nin 5 Şubat 1937 tarihli oturumunda muhalif bir parti bulunmadığı için anayasa değişikliği hakkındaki itirazların sesini tutanaklarda duyamıyoruz. Buna karşın bazı milletvekillerinin çeşitli noktalara itirazları da yok değildi. Örneğin Muş Milletvekili Hakkı Kılıçoğlu, laiklik ilkesiyle Diyanet İşleri kurumunun çeliştiği görüşündeydi: “İkinci maddeye biraz yan bakan, hattâ kafa tutan bir teşekkül var. Diyanet İşleri (Gülmeler). Ben bu teşekkülün aleyhinde değilim. Dinlerin ve dindarların hasmı da değilim. Ancak bütün dinî işleri vicdanlara bıraktıktan sonra bir devletin resmî bütçesinde, bilhassa Teşkilatı Esasiye’mizin bu yeni ikinci maddesi karşısında, yeri olmayacağı kanaatindeyim.” Kılıçoğlu’na göre laik olduğunu söyleyen bir devletin müftülerinin olması dışarıdan bakanların aklını karıştırıyordu. Dini binalara hizmet konusu ise vakıflar çerçevesinde çözülebilirdi.
PEKİ YA LİBERALLER VE KOMÜNİSTLER?
İzmir Milletvekili Halil Menteşe’nin de anayasadaki değişikliklerle ilgili mülkiyet hakları başta olmak üzere bazı tereddütleri vardı. “Devletçilik mesela” diyordu Menteşe, “şimdi ekonomide liberal taraftarı ferdiyetçi bir vatandaş ortaya çıkar da propagandaya başlarsa?... Acaba onu polis yakalayıp da mahkemeye verecek midir?” Rasih Kaplan onun bu endişesine oturduğu yerden şu cevabı vermişti: “Öbür dünyaya gitsin deriz.” Kaplan’ın bu sözlerini duymazdan gelen Menteşe, inkılapçılık ilkesinin de anayasa maddesi haline gelmesiyle ortaya bazı çelişkilerin çıkabileceğinden endişeliydi: “Şimdi bir komünist, komünizm propagandası yaptığından dolayı mahkemeye verildikten sonra, hâkim huzurunda derse ki; ‘beni niçin buraya getirdiniz ve niçin burada maznun sandalyesinde oturuyorum? İnkılapçılık Devlet şekline dahildir. Ben en geniş̧ ve en esaslı bir inkılap taraftarıyım. Vesaiti istihsaliyeyi (üretim araçlarını) kamilen komonize ederek Devletin eline veriyorum. Binaenaleyh beni niçin muhakeme ediyorsunuz?’ O zaman ne olacaktır? (Komünistlik istemiyoruz sesleri). Daha sonra kürsüye gelen Şemsettin Günaltay’ın bu sorulara cevabı kesindir: “Bir liberal çıkıp liberalizm esaslarını, bir komünist çıkıp komünizm esaslarını… Hayır, müdafaa etmeyecektir, edemeyecektir!” Keza cevaben kürsüye gelen Şükrü Kaya, komünizmin yanı sıra liberalizm konusunda da çok net bir tavır sergiliyordu: “Bugün liberalizm her yerde ya çökmüş, tarihe intikal etmiş̧ veyahut da sarsıntı nöbetleri içinde can çekişmektedir. Hayata yeni doğmuş̧ olan Türkiye Devletinin hayatı için liberalizm çok fena ve çok zararlı bir unsurdur. Bugün liberalizm demek hukuk bakımından bir anarşi, ekonomi bakımından da bir kısmı yurttaşları diğer yurttaşlar istismar ettirmeye açık bir kapı demektir.”
Muğla Milletvekili Hüsnü Kitapçı ise Devletçilik ilkesi ile şahsi teşebbüs hürriyetini uyumlu hale getirecek düzenlemelerin gerekliliğinden söz ediyor, “ileride yapılacak kanunlarda amme menfaati ile şahsın menfaatini telif etmek için Yüksek Meclisin inceden inceye çalışacağına emin olmak pek tabiidir” diyordu.
KABUL EDİLMİŞTİR…
Elbette Meclis kürsüsünde belirtilen tüm görüşler nihayetinde anayasa değişikliğinin özüne değil ortaya çıkarabileceği çelişkiler üzerineydi. Nitekim Kitapçı, sözlerini şöyle tamamlayacaktı: “Hülasa itibariyle söyleyeceğim şudur: Atatürk’ün işaretini bu memleketin hüsnüniyetle kabul etmesi bu memleketin ve bu milletin menfaatinedir”. (Bravo sesleri, alkışlar). Dile getirilen görüşlerden sonra yapılan oylamada anayasa değişikliği başkanın “Kabul edenler? Etmeyenler?... Kabul edilmiştir” ifadeleriyle kısa bir sürede kabul edildi. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin “cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçı” olduğu anayasaya eklenmiş oluyordu. Ayrıca anayasanın 75. maddesi şu şekli alıyordu: “Hiç̧ bir kimse mensup olduğu felsefî içtihat, din ve mezhepten dolayı muaheze edilemez. Asayiş ve umumî muaşeret adabına ve kanunlar hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü dinî ayinler yapılması serbesttir”.
Paylaş