Paylaş
“XIV. ve XV. Asırlarda Osmanlı memleketlerinde dinî ve hukukî ilimlerde ve bundan başka kelam, matematik, felsefe ve astronomide yüksek değerde ilim adamları yetişmiş ve bunlar ilmi eserleriyle daha sonraki asırlarda da şöhretlerini muhafaza etmişlerdir.” İsmail Hakkı Uzunçarşılı, artık klasikleşen 1965 tarihli “Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı” başlıklı eserinde Osmanlı ulemasından (alimler) bu sözlerle bahseder.
Alim-ulema deyince çoğumuzun zihninde ‘din adamı’ canlansa da, aslında bu tanım günümüzün eğitmenlerini, akademisyenlerini, bilim insanlarını, hukukçularını; hatta genel anlamıyla entelektüelleri kapsar. Osmanlı’nın klasik sınıflandırmasında, eğitim ve yargıda görev üstlenenler, “ilmiye” sınıfı olarak adlandırılıyordu. Bunlara üst düzey din görevlilerini de eklemek yerinde olur.
Modern dönemdeki araştırmalarla ilmiye sınıfının niteliklerine dair kapsamlı bilgilere kavuştuk. Uzunçarşılı’nın ardından Halil İnalcık, Ekmeleddin İhsanoğlu, Mehmet İpşirli, Cahid Baltacı, Fahri Unan; yurtdışında Richard Repp, Madeline Zilfi, Cornell Fleischer başta olmak üzere pek çok araştırmacı ulema ve ‘ilmiye’ hakkında yazdılar. Son yıllardaki akademik çalışmalarsa bu öncü eserlere derinlik kattı; ilmiyenin eğitim, bilim ve yargıdaki fonksiyonları incelenirken bazı klasik görüşler de yeniden yorumlandı. Yrd.Doç.Dr. Abdurrahman Atçıl’ın kısa bir süre önce Cambridge University Press tarafından yayınlanan “Scholars and Sultans in the Early Modern Ottoman Empire” (Erken Modern Dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda Ulema ve Sultanlar) başlıklı kitabı da bu çalışmalardan birisi.
ALİM-BÜROKRAT
Osmanlı’da yüksek eğitim ve hukuk alanlarında ‘ilmiyenin’ şekillenmesi ve devletle ilişkisi önemli değişimler geçirdi. Atçıl, kitabında bu değişim sürecini kuruluş devri (1300-1453), hiyerarşinin oluşumu (1453-1530) ve hiyerarşinin pekiştirilmesi (1530-1600) olarak üç bölümde ele alıyor. Ayrıca anahtar kavram olarak “alim-bürokrat” tanımını kullanıyor. Aslında medreseler (üniversite olarak düşünebiliriz), geleneksel olarak ‘devlet okulları’ değil, ‘vakıf okullarıydı’. Osmanlı hanedanının kurduğu vakıf medreseleri ise bir tür ‘devlet okulu’ gibiydi. Çünkü Osmanlı’nın Hristiyanlardan aldığı topraklarda zaten medreseler yoktu. Bürokrasi, İstanbul’un fethinden sonra adım adım sistematik yapıya kavuşurken ‘ilmiye’ daha tanımlı bir sınıf haline geldi. İlmiyenin konumu kanunlara bağlandı. ‘Özel’ vakıf medreseleri ‘devlet’ medreseleriyle aynı derecelendirme, maaş ve hiyerarşi sistemine getirildi. Osmanlı, ‘YÖK’ benzeri bir kurum ihdas etmese de zamanla ilmiyedeki terfiler, sultanın onayına sunulan standart bir düzene oturdu. Yani günümüz terimleriyle ifade edersek, gelirleri ve tayin yöntemleriyle akademisyenler / eğitmenler, devlete tam anlamıyla bağlandılar.
BÜYÜYEN İHTİYAÇLAR
Zamanla imparatorluk büyüyüp medrese mezunlarının sayısı artınca yeni okullar açıldı; eskilere ‘kürsüler’ eklendi. Yine de mezun sayısı eğitim ve yargıdaki kapasiteyi aşınca açıkta kalanları devletin başka kademelerine kaydırmak kaçınılmaz oldu. Böylece hükümetten tayin bekleyen ‘stajyerler’ de, ‘alim-bürokrat’ sınıfı da giderek büyüdü. Bu görevler, ömür boyu sürebilecek devlet kariyeri içinde vezirliğe kadar uzanabiliyordu.
Atçıl’a göre tüm bu süreç, devletin ulemayı kontrol altında tutma tercihiyle bağlantılıydı. (Ne var ki özellikle Arap eyaletlerindeki ulema bu sistematiğin dışındaydı.) Osmanlı tarihinin en önemli bilim insanlarından Taşköprîzâde, ulemanın tarihini yazarken onları sultanlara göre sınıflıyor; adeta iktidarla ulema arasındaki yakın ilişkiyi yansıtıyordu. Elbette bu tek taraflı bir bağlılık değildi. Saltanat veya hükümet, kimi kararlarında ulemanın olumlu fetvasına, diğer deyişle desteğine ihtiyaç duyuyordu. Sultanın veya vezirlerin bile hükümranlığının sınırları vardı ve bu sınırların çizilmesinde ulema kritik önemdeydi. Bu ‘meşruluk’ arayışı ve desteği, Osmanlı’nın Safevîlerle mücadelesinde farklı bir boyuta taşınacaktır.
ULEMANIN MUHALEFETİ
Ulema, ağırlıklı olarak ‘devlet memuruna’ dönüşse bile bu, idareye her durumda koşulsuz itaat ettikleri, her istenene ‘olur’ verdikleri anlamına gelmez. Öncelikle şunu hatırlatmakta yarar var: İlmiye mensupları –istisnalar dışında- askeri sınıf mensupları gibi idamla cezalandırılmazdı. Ayrıca ilmiye mensuplarının çocuklarına bu meslekte öncelik tanınmıştı. Sadece bunlar bile ulemanın ayrıcalıklı konumunu göstermeye yeter. Bu durumun farkında olan ulema, eleştirilerini bazen açıkça dile getirmekten çekinmiyordu. Bunların başında ilmiyenin durumu, eğitimdeki nitelik düşüşü, kurumlardaki bozulmalar, yöneticilerin bilime yeterli önemi vermemesi gibi konular geliyordu. Öte yandan saltanatın tercihlerine ‘meşru sınırlarda’ karşı çıkmanın bir bedeli oluyordu. Örneğin Atçıl’dan okuduğumuza göre Fatih’in medresesinde ders vermeyi reddeden Hayrettin Halil, –büyük ihtimalle- Kastamonu madenlerindeki gelirinden feragat etmek durumunda kalmıştı. Ayrıca ilmiye mensupları herhangi bir nedenle suçlu bulunduklarında görevden alınır veya sürülürlerdi. Gelirleri veya doğrudan memuriyeti kaybetmenin ‘caydırıcı’ etkisi açıktır.
AKADEMİ, İKTİDAR VE BİLİM
Atçıl’ın kitabı bize ilmiye sınıfının devlet içindeki konumunu ve değişimini kolay izlenebilir bir çerçeve içinde anlatıyor. Ancak söz konusu satırlardan sadece iktidarın ulema üzerindeki kontrol çabasını okumak doğru olmaz. Hiç şüphesiz, eğitim ve yargı kurumlarının sağlıklı işleyişi, devletin ilmiyeye sunduğu ayrıcalıklar ve gelirlerle mümkündü. Öte yandan bunca imtiyaz ve imkâna rağmen Osmanlı’daki ilmiye sınıfının ‘performansı’ zihinlerimizde soru işareti olmayı sürdürüyor: Osmanlı medeniyetinin bilimsel gelişimi neden Batı’dan geri kaldı? Elbette bu hayli karmaşık mesele, Atçıl’ın ‘Ulema ve Sultanlar’ kitabının konusu dışında. Ancak, yeni kuşak akademisyenlerin ilmiye konusundaki eserleri, zihnimizdeki o tarihî soruya ideolojik şablonlardan sıyrılıp daha tutarlı ve bilimsel cevaplar verme ihtimalimizi güçlendiriyor. Bu çalışmaların bir diğer katkısı da iktidarla akademi ve yargı arasındaki ilişkilerin tarih boyunca nasıl hassas toplumsal ve ekonomik dengeler üzerinde seyrettiğini göstermesi.
Paylaş