“ONA laf anlatılmaz”, “O, bildiğini okur”, “Nuh der, Peygamber demez”, “Yerinden milim oynamaz...” Katı, inatçı, sabit fikirli insanlarla birlikte yaşamak ne zordur değil mi? Onların uzlaşmaz tavrı, ailede, işte ve toplumda gerilime neden olur. Hele de “iki inatçı keçinin” karşı karşıya gelmesi en fenasıdır. Çünkü bu inatlaşma çözümsüzlük, ayrışma hatta çatışma ile sonuçlanabilir.
*
“Dediğim dedik” insanlar, sadece kendi isteklerinin yapılmasını kabul ederler. Öyle ki katılığı “taassup – bağnazlık” noktasına vardıranlar baskıcı insanlara dönüşebilirler. Hz. Peygamber’in bir duası, bu konudaki düşüncesini tereddüde hiç yer bırakmayacak şekilde açıklar: “Yâ Rabbi, beni zorba ve inatçı olmaktan koru!”
SEBAT İLE İNAT
İnatçılık, zaman zaman kararlı olmakla karışır. “
Trenlerin icadına kadar, dakik olmak, insanlık için o kadar da kritik değilmiş gibi görünür. Oysa Müslümanlar için durum böyle değildi. Elbette ezan, şimdiki gibi saniyesi saniyesine okunmuyordu... Ama “vakti kaçırmak” kavramı İslamiyet’in ilk günlerinden itibaren vardı. Dolayısıyla Müslümanlar vakitlerin doğru hesaplanabilmesi için gökbilim alanında önemli ilerlemeler kaydetmiş, ayrıntılı hesaplamalar yapmışlardır.
*
Tüm vakitler içinde sabah vaktinin girmesi özel bir önem taşıyordu. Hele de ramazanda... Çünkü sabah ezanı namaza davetin yanında, oruç tutanlar için yeme-içme yasağının başladığının habercisiydi. Ramazan davulcusu, işte bu noktada önemli bir görev üstleniyor, sabah ezanına makul bir süre kala insanları uyandırarak sahura kalkmalarına yardımcı oluyordu.
ZAMANIN PEŞİNDE
Bir Müslüman için sahuru kaçırmamak kadar, oruç açmayı geciktirmemek de önemlidir. Gün boyu oruç tutanların kulağı, iftar saati yaklaştığında ezandadır. Müezzin akşam ezanını okuyup “top patladığında”, bir anda evleri çatal bıçak sesleri doldurur. Osmanlı edebiyatı, sabırsızlıkla “vaktin çıkmasını” bekleyen oruçluları farklı biçimlerde hicvetmiş, özellikle tütün tiryakilerinin hallerini tiye alan pek çok fıkra ve mâni üretilmiştir.
Mutlak bir dini kural olmamakla birlikte Müslümanlar arasında gelenek halini almış bir uygulama vardır: Yenileme, tazeleme... Veya eski söylenişiyle “tecdid”. Buradaki en önemli ilham kaynağı, gün boyunca pek çok kez yenilenen abdesttir. Müslümanlar “abdest tazeleme (tecdîd-i vudû’)” örneğinden hareketle, “nikâh tazeleme (tecdîd-i nikâh)” ve “iman tazeleme (tecdîd-i îman)” gibi sözlü uygulamalar geliştirmiştir.
Hiçbir şekilde farz veya zaruret olmayan bu gönüllü uygulamaların asıl gayesi, insanların huzurunun yenilenmesidir. Örneğin “nikâh tazeleme”, çiftler arasında yeniden, temiz başlangıç yapma gibi güzel bir niyet içerir. Tabii ki bu, iki kişinin bağlılık yemininin hukuki değil “kalbi” olarak yenilenmesidir. Peki ya iman? Bir kere iman ettikten sonra neden onun “tazelenmesi” gereksin ki?
ŞÜPHE İÇİNDEYİZ
“Gözle görülmeyen, elle tutulmayan, şekilden münezzeh tek bir Yaradan’ın” varlığına inanmak, kimileri için çok zordur. Keza onun peygamberlerine, kitaplarına, ebediyete... Bu durum, bir yanıyla Allah’ın varlığına inananlar için bile geçerli olabilir. Ayrıca inanç ikileminin çağımıza özgü bir durum olduğu düşünülmesin. Eski devirlerde de herkes dine “şeksiz şüphesiz” inanıyor değildi. Nitekim Kuran, insanın şüpheleri olmasını, manevi yolculuğunun bir parçası olarak resmeder. Ve pek çok ayette şüphe sahiplerine seslenir: “Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp kuşkuları içinde bocalayanlar... (Tevbe, 45)”, “Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz (En’am, 2)”, “Dediler ki... Doğrusu biz, bizi kendisine çağırdığın şeyden ciddi bir şüphe içindeyiz (Hûd, 62)”.
KALPTE SIKINTI KALMASIN
İnsanlar için adeta “şüpheleri giderme rehberi” sayılabilecek olan Kuran, Hz. Peygamber’e dahi “kalbinde en ufak bir tereddüt olmaması” için seslenir: “[Resulüm] Sana indirdiğimizden şüphede isen... (Yunus, 94)”, “[Bu] kendisiyle insanları uyarman, inananlara öğüt vermen için sana indirilen bir kitaptır. Artık bu hususta kalbinde bir sıkıntı (şüphe) olmasın (A’raf, 2).” Manevi yolculuğun nihai gayesi de zaten “kalpte sıkıntı kalmayacak şekilde” inanabilmektir.
NASIL İNANILIR
Bize ikiyüzlü davranılmasından hepimiz nefret ederiz. Kandırılmak, -mış gibi yapılmak kimsenin hoşuna gitmez. Ne var ki her davranışımızın tam bir samimiyet içerdiğini hangimiz iddia edebiliriz? “İçten pazarlık” düzeyimizi sıfırlamak, ruhumuz için tam bir detoks olmaz mı?
*
İnsanlar arasında manevi bir alıveriş olduğuna inanmayanlar için “riya” çok da önemli bir kavram değil. Onlar için kritik mesele, yalanın ortaya çıkıp çıkmamasıdır; riyanın “somut” bir bedeli yoksa ortada sorun yoktur! Oysa insanların “gönlünü kırma” endişesi olanlar için durum farklıdır. Onlar yakalanmaktan korktuğu için değil, samimiyeti ve dürüstlüğü öz değer kabul ettikleri için ikiyüzlülükten uzak dururlar.
KİMİN TAKDİRİ?
“Riyakâr” kelimesi gündelik konuşmada, yalancı anlamında kullanılıyor. Ancak riya esasen, “olduğundan başka türlü görünme, özü sözü bir olmama, ikiyüzlülük hali” demektir. İslam’da ise “Allah’a itaat eder görünerek kulların takdirini kazanmayı istemek” anlamı taşır. Örneğin başkalarının fark etmesi için ibadeti duyurma; cemaatle birlikte eda edilen ibadetlerde öne çıkma çabası... Veya verdiği sadakayı herkese söyleme... Oysa “Hayırlarda yarışın” ilkesi, ‘Hayrın reklamını yapmada yarışın’ anlamına gelmez.
BOŞA ÇIKARMAYIN
Kuran, insanlara riyakâr olmamayı öğütler: “
PARA, mülk, makam, eğitim, bilgi, yetenek, kas kuvveti, boy pos, güzellik, aile, köken, memleket, mahalle, hatta yaş ve cinsiyet... İnsanların kendisi gibi olmayanları aşağı görmek için öyle çok nedeni vardır ki.
*
Elbette Anayasa’ya göre günümüz Türkiye’sinde her birey eşit haklarla doğar. Bu, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”nin kabul gördüğü tüm ülkelerde de böyledir. Ama gelin görün ki söz konusu eşitlik, gündelik hayatta pek çok durumda kâğıt üstünde kalır. Çünkü şu veya bu nedenle kendisinin üstün olduğuna inanan çoktur. Bu üstünlük algısı da diğerlerine tepeden bakıp onları hor görmemizle sonuçlanır. Kimimiz bunu içinde tutar, kimilerimizse pervasızca dile getirir.
CAHİLİYE İZLERİ
Bir gün, sahabeden Ebû Zer çevresindekilere şu anısını anlatır: “
ESKİ devirlerde uzun ramazan gecelerinin vakit geçirme yollarından biri de masal anlatmaktı. Bunlar içinde Keloğlan’ın yeri ayrıdır. Gariban, yetim, saf bir köylü çocuğu olan Keloğlan’ın padişahın güzeller güzeli kızıyla evlenmesi, yüzyıllar boyunca fakirlerin hayallerini süsledi. Hemen her kültürde fakirlerin hayali, zengin olup rahata ermektir. Bu nedenle gözleri haliyle “kendilerinden yukarıdakilerde” olur.
TERK EDİP TACI TAHTI
İşin ilginci, fakirlerin tam tersine, tarihte zenginlerin, hatta sultanların “fakirliği” tercih ettiği örnekler var. Menkıbeleri hayranlıkla anlatılan İbrahim Edhem, tacı-tahtı geride bırakıp hakikat arayışında fakirliği seçmiştir. Malum, sultan II. Murat da debdebeden uzak, zahidane bir yaşam sürme hayaliyle “Gerekdir-kim idem âheng-i uzlet/ Koyub gayri tutam nefsi ülfet” diyerek tahtını oğluna devretmiş, ama koşullar onun bu tercihine izin vermemiştir. Günümüzdeyse “Ferrasi’ni terk edip” doğada dervişane yaşamak veya bir küçük bir köye yerleşmek, varlıklı kimseler için gözde bir hayal.
NE KADAR DA GÜZEL
İnsanlar arasında imrenilen sadece mal-mülk değil tabii ki. Bir diğerinin güzelliği, yeteneği, mevkisi de kıskanılır. Hatta bilgeliği, manevi hali, gördüğü ilgi, sevgi... Yani, “asıl” mutluluğun başkalarında olduğunu düşünüp halinden şikâyet edenimiz pek çoktur. Ama bu “
"GELDİM bekçiden ileri/Medh eylemeye (övmeye) sizleri/Bu gece size sultanım/Vasf edelim (tarif edelim) saatleri.” Ramazan davulcusu, padişahtan veya saray erkanından “okkalı” bir bahşiş alma hayaliyle işte böyle maniler okurdu sahur vaktinde. Sadece saraylılar değil, zenginler de ayrı bir değere sahipti davulcular için: “Meşhurları ettik tamam/Letaife (şakalara) verdim nizam/Ey benim ağam efendim/Bahşişime nedir kelam?”
METHİYE GELENEĞİ
Krallara, zenginlere abartılı övgüler düzülmesi her dönemde görülen evrensel bir olgudur. Kökleri İslam öncesi Arap kültürüne uzanan “methiye” geleneği Müslümanlık tarihi boyunca varlığını sürdürmüştür. Örneğin şair Senaî (ö.1131) uzun yıllar Gazne sultanlarını öven methiyeler kaleme aldıysa da rivayete göre bir meczubun kendisi için “sultana yaranmak için şiirler yazıp saraya götürüyor, yağcılık yaparak kese kese altınlar alıyor” sözlerini duyduktan sonra yazdığı tüm methiyeleri yırtıp atmış, saraydaki görevlerinden de istifa etmiştir.
ÖVGÜYÜ BIRAK, DERDİNİ SÖYLE
Hz. Peygamber, insanları överek “göğe çıkarma” yaklaşımını hiçbir zaman tasvip etmemiştir: Sahabeden birisi bir kabile heyetiyle birlikte Resulullah’ı ziyarete gelir. Selam verip söze girdikten sonra onu, insanların kabile liderlerini övdüğü ifadelerle övmeye başlar: “
BİR gün, ulu bir padişah, Lokman Hekim’i misafir eder. Onun için mükellef bir sofra kurdurup ikramlarda bulunur. Onun hem bir hekim hem de hikmet sahibi biri olduğunu bildiğinden sofraya gelen etle ilgili şu soruyu sorar: “Ey Lokman Hekim, bize mahlukatın en fena yerini göster ki ondan uzak duralım. Bir de en leziz, en yarayışlı yerini göster ki ondan beslenelim.” Lokman Hekim, ona hayvanın dilini gösterir ve şöyle der: “Dil güzel olduğu zaman ondan daha güzeli, kötü olduğu zaman da ondan daha kötüsü yoktur.”
KILIÇTAN KESKİN
İnsanın sahip olduğu en büyük hazinelerden biridir dili. Ama aynı zamanda da başının belası... İstemeden de olsa bazen Yunus’un dediği gibi davranırız: “Sert söz ile gönül yıktım, od oldum canları yaktım.” Yanlış bir söz ağızdan çıktıktan sonra artık onun esiri olduğunu bilen atalar, ne güzel söylemiş: “Dilim, dilim; nedir senden çektiğim!” Bu söz ilhamını Hz. Ali’nin şu tavsiyesinden almışa benzer: “İnsanın belası dilindendir. Dilinizi koruyun, başınız beladan endişesiz olur.”
*
Dil, yaraları saran bir ilaçtır, karanlığı aydınlatır. Ama aynı zamanda bir silahtır, insanların hayatını karartır. Öyle sözler vardır ki dinleyenlerde derin izler bırakıp onların kararlarına yön verebilir. Tabii bu etki olumlu da olabilir, olumsuz da: “