SABAHIN erken saatlerinde başlayan bir koşuşturma... Trafikte kornalar eşliğinde sıkışık bir trafik... Gün boyu telefon konuşmaları, dertler, tasalar... Televizyondan, radyodan duyulan üzücü haberler, tartışmalar... Aklımızın içinde biriken sorular... Peki ama bu kadar gürültü patırtının içinde nasıl olacak da kendi kendimize kalıp “kafamızı” dinleyeceğiz? Hatta kafa dinlemenin ötesinde kalbimizin sesini nasıl duyacağız?
DÜNYADAN UZAK
İslam’da kişinin kendiyle kalıp içsesini dinlemesi için ramazan ayına özel bir ibadet vardır: İtikaf. İtikaf, bir süreliğine dış dünyadan uzaklaşıp kendini yalnızca ibadete vermek demek. Elbette Müslümanlıkta genel anlamda “dünyadan elini-eteğini çekmek” yoktur; hayatın günlük akışına uygun şekilde yaşamak esastır. Dolayısıyla topyekûn inzivaya çekilmek makbul değildir. Bunun istisnasıysa itikaf ibadetidir.
KÜÇÜK BİR ÇADIRDA
Hz. Peygamber, ramazanın son 10 gününde Mescid-i Nebevi’de küçük bir çadırda itikafa girer, zaruri ihtiyaçları dışında dışarı çıkmazdı. Çok gerekmedikçe kimseyle konuşmaz, “dünya” meselelerinden uzak durmaya özen gösterirdi. Resulullah günlük ibadetleri yanında buradaki vaktinin önemli bölümünü tefekkürle geçirirdi.
BİRLEŞMİŞ Milletler raporlarına göre yılda 931 milyon ton gıda çöpe atılıyor. Bu miktarın büyüklüğünü şöyle tarif etmeye çalışalım: İsraf edilen gıdanın sadece dörtte biri bile dünya üzerinde açlık çeken 870 milyon kişiyi doyurmak için yeterli! İşin ilginci, medeniyetimiz hızla “ilerleyip”, gıda üretimi, nakliye ve saklama teknikleri geliştikçe, gıda israfı artıyor! Oysa eski devirlerde, gıdanın kıymeti çok daha iyi bilinirdi...
TEK BİR LOKMA BİLE
Buzdolabının olmadığı eski zamanlarda kadınların en önemli meziyetlerinden birisi, kişi sayısına göre doğru miktarda yemek hazırlamaktı. Ne de olsa kalan yemeklerin hızla bozulması kaçınılmazdı. Zaten tabağın, tencerenin dibi bile güzelce sıyrılır, boşa gitmesi istenmezdi. Ayrıca meyvelerin, sebzelerin, hatta etlerin kurutulması, turşu, salça veya pekmez yapımı, ihtiyaç fazlası gıdanın bozulup atılmasını önleyen bir faaliyetti.
*
Sadece ev halkının yediği içtiği değil, evcil hayvanların da rızkı unutulmaz, sofrada kalan küçücük kırıntılar bile “karıncanın hakkı” olarak bahçeye serpilirdi. Kaldı ki eski devirlerde yiyecekler organik maddelerden yapıldığı için toprağa atılan kabuk, çekirdek, pişirme suyu gibi artıklar da doğaya dönüyordu. Yani gıdanın en ufak parçasının dahi israf edilmemesi esastı.
Ramazanın, günümüz çocuklarının hayatına topyekûn bir değişiklik getirdiğini söylemek zor. Ne de olsa onların en büyük eğlencesi, ellerinden düşmeyen tabletleri – telefonları. Oysa eski devirlerde durum böyle değildi. Ramazan demek, çocuklar için “sabaha kadar” süren eğlenceler demekti. Tabii en önemlisi, okulların tümden tatil edilmesi veya derslerin hafifletilmesiydi.
RAMAZANA ÖZEL OYUNLAR
Ramazan başlamadan bir süre önce, çocuklar cami önlerinde büyüklerden mum-kandil parası toplarlardı. Toplanan bu paralar, cami çevresinin aydınlatılması veya mahyalar için kullanılırdı. Tabii çocukların her faaliyeti bu kadar hayırlı ve masum değildi! Sahurda davulcuya musallat olup onu kızdırmak; bazen de teravihe gidenlerin elinden fenerlerini kapmak gibi özel muziplikler mevcuttu.
TEŞVİK PRİMİ
Ramazan boyunca panayırlar, devrin lunaparkları olan dönme dolaplar kurulurken, Karagöz ve Hacivat gösterisi ayrı bir tutkuydu. Tüm bu hareketlilik, çocukların ramazanı sevmeleri için ziyadesiyle yeterliydi gerçi. Ama bunun da ötesi vardı: Öğleden veya ikindiden akşama kadar “tekne orucu” tutan çocuklar, iftarda özel ikramlarla, hediyelerle tebrik edilirdi. Hiç kuşkusuz bu sembolik ödüller, çocuklara oruç ibadetini sevdirmeye yönelik bir “motivasyon kaynağı” idi. Yani ramazanda küçük çocuklar ekstra ihtimam görürlerdi.
ENGİN HOŞGÖRÜ
Hz. Peygamber’in çocuklara karşı ne kadar hoşgörülü, sabırlı ve yumuşak olduğu iyi bilinir. Torunlarının namaz kılarken veya hutbede başına tırmanmasına dahi itiraz etmez, onları asla azarlamazdı. Ayrıca kız torununu da erkek torunları gibi omzunda dolaştırır, onunla daima oyunlar oynardı. Resulullah, sahabeyi de çocuklarına sevgi ve şefkat göstermeleri için teşvik etmiştir. Çocuklara okuma yazma öğretilmesini istemiş, yabancı dil öğrenilmesi dışında onların koşu, yüzme, binicilik, okçuluk gibi sportif faaliyetlerini desteklemiştir. Çocuklara da aynı yetişkinlere olduğu gibi teker teker selam vermesi, onları hiç terslememesi sahabenin dikkatinden kaçmamıştır.
MALUM... Namaz, “dinin direği”; ramazan orucu, İslam’ın en temel ibadetlerinden... Keza sadaka... Hz. Peygamber’in ifadesiyle, işte onlardan bile daha faziletli bir davranış vardır ki bu: “İki kişinin arasını düzeltmektir. İki kişinin arasını bozmak ise imanı kökünden kazır.”
DEVLETLERE DE ÇOCUKLARA DA
İçinde bulunduğumuz dönemde “arabuluculuk” denince akla hemen ülkeler arasındaki barış görüşmeleri gelebilir. Oysa oyun oynarken küsen iki çocuğu barıştırmak da arabuluculuk, ayrılma aşamasına gelmiş çiftleri yeniden buluşturmak da. Yani işin özü, büyük küçük demeden, beklentileri ayrı düşenleri yaklaştırıp ortak bir noktada buluşturmak.
YALAN SAYILMAZ
İslam medeniyeti, toplumun her alanında uzlaşı için arabuluculuk kavramına büyük önem vermiştir. Kuran “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin (Hucurât, 10)” derken, taraflar arasında adaletli olunmasını gerektiğini vurgular. Üstelik, insanlar arasında söz taşımayı kınarken “İnsanların arasını düzeltmek isteyenler müstesna (Nisâ, 114)” der.
*
Mirasçılar arasındaki anlaşmazlıklar dışında, arabuluculuğun en önemli rol oynadığı konulardan biri de bozulan evliliklerdir. “
SON yıllarda gidilen mekânlardaki en önemli etkinliğimiz, fotoğraf çektirmek. Yüzler ekrana sığacak şekilde: “Çek bir selfi...” Fotoğraflarda genellikle gülümsüyoruz çünkü bırakın başkalarını, kendimizin bile somurtan hali hoşumuza gitmiyor. Nitekim gülümseyen bebekler, güler görünen atlar, köpekler, yunuslar, yani cümle mahlukat, güldüğü zaman sosyal medyada daha çok paylaşılıyor... Hadi hiçbiri olmadı diyelim, gülen emojilerimiz var. Kısacası, gülen yüzler görmek hepimize iyi geliyor.
SELAM OLSUN SİZE
Gülmek, hafifçe tebessüm etmekle başlayıp katıla katıla gülmeye, “kahkaha tufanı” koparmaya kadar uzanan bir süreç. “Mütebessim”, yani güler yüzlü bir ifadeye sahip olmak Hz. Peygamber’in bir kişisel özelliği olarak bilinir. Onu bizzat tanıyanlar, daima yumuşak bakışlı, herkese gülümseyen, nazik biri olarak tarif etmişler. Ayrıca çocuk, yaşlı demeden herkesle selamlaştığını vurgulamışlar.
*
Resulullah’ın herkese tavsiye ettiği selamlaşma, hiç şüphesiz insanlara karşı güler yüzlü olmanın ilk adımı. Bir meclise daima selam vererek giren Hz. Peygamber’in gülümsemesi, sadece yüzdeki bir “nezaket maskesi” değildir. Onun yakınlarıyla şakalaştığı, latif şakalara güldüğü bilinir. Öte yandan başkalarını alaya alan, kişisel özellikleriyle dalga geçen kaba şakalardan hiç hoşlanmadığı da... Bu örnekten hareketle alimler, kişinin şaka niyetiyle de olsa ağzından çıkanlara çok dikkat etmesi, insanları kıracak söz ve hareketlerden uzak durmasını tavsiye etmişlerdir.
YÜZLERDEKİ SEVİNÇ
“
MISIR’ın görkemli piramitleri, aslında “tanrı-kralların” yani firavunların mezarlarıdır. Mezarı bile bu boyutlarda olan birinin öz algısını düşünsenize... Kuran’daki ifadesiyle, kendisinden “Ben sizin en yüce tanrınızım (Nâzi’ât, 24)” diye bahseden firavun, varlığının üstünde bir Yaradan olması ihtimalini bile kabullenemiyordu. Firavunlar tarihe karışmış olsa da sokakta, işte, çevremizde “Küçük dağları ben yarattım” edasıyla dolaşanlara rastlamak pekâlâ mümkün.
İÇİMİZDEKİ FİRAVUNLAR
Klasik dönem âlimlerine göre aslında hepimizin nefsinde, bir “mini firavun” gizlidir. Nefsimizdeki firavun, kendisine tapınma beklemese bile taleplerine eksiksiz karşılık ve tam itaat bekler. Yani “ol” dediğimizde isteklerimiz “olsun” isteriz, ki bu esasında ilahi kudret sahibi olma hevesidir. Eskiler buna “enaniyet” derlerdi. Biz bugün benlik sevdası, bencillik (egoizm), ben merkezci (egosantrik) gibi kelimeler kullanıyoruz.
HEP BANA, HEP BANA
Elbette, ihtiyaçlarının giderilmesini beklemek insani bir haktır. Mesele bu doğal ve sağlıklı talebin boyutlarında düğümlenir. “
"İNSANLAR Kâbe’nin etrafında dip dibe oturmuş, merakla onun konuşmasını bekliyorlardı... Resulullah onlara doğru şöyle seslendi: ‘Şu anda size nasıl davranacağımı bekliyorsunuz?’ Onlar şu cevabı verdiler: ‘Senden iyilik umuyoruz. Sen kerim bir kardeşsin ve şu anda galip durumdasın.’ Bunun üzerine Resulullah şöyle dedi: ‘Size Yusuf kardeşimin dediği gibi diyorum... Bugün size kınama yoktur. Allah sizi bağışlasın. O merhametlilerin en merhametlisidir. Haydi gidin, hepiniz serbestsiniz.”
*
Tanıkların anlattığına göre Hz. Peygamber, Mekke’nin fethedildiği o günde şehir halkına böyle seslenmişti. Kendisini ve Müslümanları ortadan kaldırmak için 10 yıldan uzun süredir uğraşan Mekkelileri, Kuran’dan bir ayeti anarak affetmişti. Kaygılı bir şekilde başlarına ne geleceğini merak eden Mekke halkı, böylesine bir bağışlayıcılığı o güne dek ne görmüş ne de duymuştu.
AFFEDEN YÜCELİR
Hz. Aişe, Resulullah’ın kişiliğini şu sözlerle tarif etmiştir: “
DEDELERİMİZ, ninelerimiz yakından tanıyıp kesin bilgi sahibi oldukları kişiler için “Kendisi yakînimdir” derlerdi. Bu tabir günümüzde “Kendisi yakınımdır” biçiminde kullanılıyor. Peki ama nedir “yakinen” bilmek?
‘YAKİNEN’ BİLİR MİSİN
Kuran’daki “yakînen bilmek” kavramını, eskiler şu basit örnekle anlatırlardı: “Biri sana baklava diye bir tatlıdan söz etti; sana baklavanın her türlü özelliğini anlattı. Artık baklavanın ne olduğu öğrendin, yani “ilme’l-yakîn” oldun. Sonra gittin tatlıcıda baklavayı gözlerinle gördün, tanıdın, yani “ayne’l-yakîn” oldun. Eğer o baklavayı bir de yiyip tadını aldıysan artık her şeyiyle eksiksiz bildin, yani “hakka’l-yakîn” oldun.”
*
Sözlü-yazılı bilgi (ilme’l-yakîn) ve gözlemle ulaşılan bilgi (ayne’l-yakîn), çağdaş bilimsel yöntemin de esasını oluşturur. Bunların ötesinde, kesin bilgi sahibi olmadığımız şeylerse zandır: “İyi biri olduğunu zannediyorum” cümlesindeki gibi. “Zannetmek” günümüzde “sanmak” kelimesiyle büyük ölçüde yer değiştirmiş durumda. “Varsayımda bulunmak” da benzer anlamda kullandığımız bir ifade.