Zamanın ölçülüp takvim günlerinin doğru hesaplanmasına önem veren İslam medeniyeti, astronomi alanında (ilm el-felek) büyük ilerleme sağlamıştır. Dolayısıyla, ramazanın hangi gün başlayacağı eski devirlerin “gökbilimcileri” tarafından gayet iyi biliniyordu. Ancak Müslümanlar “Ramazan hilalini çıplak gözle görme” ilkesini yüzyıllar boyunca yaşatmış hatta bu iş zamanla neşeli bir ritüel halini almıştır. Buna “rüyet-i hilal” denirdi.
İLK KİM GÖRECEK?
Çocuklar ve gençler başta olmak üzere ramazanın başlayacağını bilenler, akşam vakti yaklaşırken şehrin en yüksek noktalarına çıkar, yeni ayı gökyüzünde görebilmek için birbirleriyle yarışırlardı. Hilali gören ilk kişi olduğunu düşünen, var gücüyle şehrin baş idarecisine koşardı. Hiç şüphesiz bu eğlenceli yarıştan bir beklenti de verilecek harçlığı, ödülü kapabilmekti.
*
“Rüyet-i hilal”in gerçekleştiği haberi, manilerle, şiirlerle halka duyurulurdu: “Hamd eyle daim Yezdan’a/Gark etti bizi ihsana/Onbir aydır hasret idik/Şükür erdik Ramazan’a.” Bazen de ramazanın ilan edilmesi amacıyla kalesi olan şehirlerde top atılırdı. “Ramazan geldi, dayandı/Camiler nura boyandı/Top atıldı, kandil yandı/Cümle alem buna inandı.”
HAZIRLIKLAR TAMAM MI
Günümüzde ramazan kolileri mahalle marketlerinde bile bulunuyor. Ama eski devirlerde, ramazan hazırlıkları başlı başına bir olaydı. Devlet, fiyat artışlarına mahal verilmemesi için ramazan öncesinde denetimleri sıkılaştırır, bu amaçla özel “tenbihnameler” yayınlanırdı: “
Çünkü bu bölgede dayanıklı, büyük kütükler temin etmek hayli zordu. Şehir meclisinin ortak kararıyla geminin direkleri ve parçaları sahilden Mekke’ye getirildi. Amaç, bu ahşap parçaları Kâbe’nin yenilenmesinde kullanmaktı.
ORTAKLIKTAN ÇATIŞMAYA
Mekke’nin tüm kabileleri hep beraber çalışmaya koyuldular. Kâbe’nin taşları teker teker sökülüp temele kadar inildi. Gemi enkazından getirilen ahşap kütükler de kullanılarak Kâbe yeniden inşa edildi. Buraya kadar her şey yolunda gibiydi. Oysa Mekke’nin güçlü kabileleri arasında bir güç ve liderlik mücadelesi vardı. Bu nedenle daima Kâbe’nin köşesindeki “Hacerü’l-Esved” taşının yerine kimin tarafından yerleştireceği, büyük bir sorun oldu. Her kabile bu hakkın kendisine ait olduğunu iddia ediyordu. Yani son taşın konması gibi simgesel bir konu, siyasi güç mücadelesinin göstergesi olmuştu. Öyle ki, eller kılıçlardaydı ve gerilim her an kanlı bir çatışmaya dönüşebilirdi.
GÜVENİLİR BİR ARABULUCU
Bu gerilimin iç savaşla sonuçlanmasını engelleyen ise çekişmelerden hep uzak duran sakin birinin hakemliği sayesinde oldu. Doğru sözlülüğü, dürüstlüğü ve yumuşak huyluluğu ile bilinen bu hakem, büyük bir bez getirtti ve Hacerü’l-’Esved’in bezin ortasına konmasını istedi. Her kabileden bir temsilci bu bezin bir kenarından tuttu ve hep birlikte taşı yerine koydular. Böylece hiçbir kabile diğerinden üstün konumda olmadan Kâbe’nin yeniden inşası tamamlanmıştı. Sorun çözülmüş, savaş tehlikesi savuşturulmuştu. Hakemliğiyle krizi önleyen, herkesin sayıp güvendiği o kişinin adı “Muhammed bin Abdullah” idi... Veya Mekkelilerin ona verdiği lakapla, “Muhammedü’l-Emin”.
*
Hz. Muhammed’in, peygamberlik öncesindeki bu arabuluculuğu, İslam medeniyetinde önemli bir örnek oluşturur. Hakemlikte veya arabuluculukta amaç, çatışmayı tüm tarafların razı olacağı en hızlı yöntemle çözmektir. Adaletli tutumuyla Resulullah’ın sadece Mekkeliler veya Araplar arasında değil, Yahudi kabileler arasında da hakemlik yaptığı olmuştur. İlkelerini onun çizdiği hakemlik kurumu, zamanla Müslüman toplumlarda adalet sisteminin temel unsurlarından biri haline gelmiştir.
GÖNÜL KÖPRÜLERİ
Köprü, çok önemli bir anlatım aracıdır aynı zamanda... Örneğin “köprünün başını tutmak” güçlü bir makamda, mevkide olmayı anlatırken “köprü altı” garibanlığı, gizli-kaçak iş yapmayı anlatır. “Köprüyü geçmek” iyidir, “köprü altı” ise tekinsizdir. Birileriyle “köprüleri atmak” hiç istenmeyen bir durumdur.
Kimi köprüler de vardır, görünmezler: Bir düşünceyi, inancı, hatta bir devri diğerine bağlar. Tabii hepsinin ötesinde insanları birbirine kavuşturan “gönül köprüleri” vardır. İlahi olanı insani olana; acıyı tatlıya, çirkini güzele, yanlışı doğruya, hasreti vuslata çeviren, “gönül köprüleri”. Yüzyılların bilgeliğini basit bir dile kavuşturan Yunus Emre gibi... Orta Asya’yı Anadolu’ya kavuşturan Hacı Bektaş gibi...
MADDEYİ MANAYA ULAŞTIRMAK
İslam medeniyetinin mimarideki zirvesi olan Selçuklu-Osmanlı, maddi köprülerle, manevi köprüleri birleştirmenin bir yolunu bulmuştu. Büyük köprülerin ortasında özel bir bölüm inşa edilirdi. Bu, insanların açık havada ibadet etmelerini sağlayan “namazgâh” idi. Gösterişsiz, sade biçimlerdi namazgâhlar. Bazen sadece kıbleyi gösteren küçücük bir çıkıntıdan ibaretti. Diyarbakır’dan Sivas’a, Kayseri’den Üsküp’e kadar pek çok köprüde karşımıza çıkarlar.
NASIL YAPILIR, NASIL YIKILIR
Kuran da aynı doğrultuda insanlara şöyle seslenir: “Eğer onlar barışa yönelirse sen de barıştan yana ol ve Allah’a güven (Enfâl, 61).”
SAVAŞ ZAMANINDA
Günümüzde barış taraftarı olmak gayet “doğal” görülebilir. Ne var ki 7. yüzyılda durum hiç de böyle değildi. Savaşmak, Arabistan’da adeta “doğal” bir faaliyetti. Bunun istisnası, savaşmanın yasak olduğu “haram aylar” idi. Bunlar önceden tanımlanmış “ateşkes” ayları, diğerleriyse savaş mevsimleriydi! İşte böyle bir ortamda yeşeren İslam, çok farklı bir yaklaşımla “barışçıl” olmayı övüyordu.
BARIŞ, ZAYIFLIK DEĞİLDİR
Savaşçılığın yüceltildiği topluluklara seslenen İslam, “barışçıl” olmanın utanılacak, yanlış bir davranış olmadığını dile getirmiştir: “
Tabii onlardan önce, Osmanlılarla Kırım Hanlığı vardı. Öncesinde Altın Orda Devleti. Daha da önce Türk kökenli halklardan Hazarların, Bulgarların, Hunların hâkimiyeti...
TOPRAĞIN ALTINDA
Liste geriye doğru böylece uzayıp gidiyor... Öyle ki bir noktadan sonra tüm bayrakların, devletlerin izleri kayboluyor. Yazılar okunmaz, diller işitilmez oluyor. Hatta insanlığın genetik kalıntıları bile siliniyor. Geriye kalan sadece taş toprak. Hani kendisinden gelip kendisine döndüğümüz toprak...
DÜNYA KAVGASI
Herhalde kalıbımız topraktan geldiğinden olacak, insanlar bir türlü toprağa doymaz. Nitekim bunu bilenler “Mal da yalan mülk de yalan, var biraz da sen oyalan” demişler. Gelin görün ki silah seslerinin olduğu yerde bilge sözler duyulmaz olur. Ama biz, en zor koşullarda bile sağduyuyu yaşatmaya gayret etmeliyiz. Çünkü hakiki medeniyet, insanlar arasında mal-mülk savaşını değil “selamı”, yani barış ve esenliği yaymaktır.
*
Ve tabii... Eğer en önce gelen en haklıysa şu soruyu da cevaplamak gerekmez mi: Herkesten ve her şeyden önce kim vardı, ne vardı? Ya da ataların ifadesiyle: “Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?”
DAHA UZUN SÜRE
“Artan sınav süresi” haberini okuyunca aklıma son yüzyılda durmadan artan yaşam süreleri geldi. 19. yüzyılın başlarında dahi ortalama yaşam beklentisi ancak 29 yıldı. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerle bu süre giderek uzadı. Günümüzde Türkiye’de yaşam beklentisi 78.6 yıl. Bazı ülkelerde 80’in hayli üzerinde. Yani atalarımızdan 50 yıl kadar daha uzun yaşıyoruz! Ama yaşam süremiz ne kadar uzarsa uzasın, insanlığın yüzyıllar önce geçmek zorunda olduğu manevi sınavlar bugün de aynen geçerli.
CEVAP ANAHTARI
İnsanlığın en eski devirlerinden beri varlığını sürdüren ortak bir “yanlışlar–doğrular” listesi var: Öldürme–yaşat; eziyet etme–merhamet et; nefret etme–affet; başkasının olana el uzatma; yalan söyleme... Hemen her kültürde yanlışlar, doğruları götürüyor.
*
Dünya hayatı denen uzun sınavda en çok çıkan sorulardan biri de varlığımızın sebebi: Doğmadan önce neredeydik; öldükten sonra nereye gidiyoruz? Kâinat rastlantı sonucu kendi kendine mi oluştu, yoksa Yaradan’ın eseri mi? İşte bu sorular için seçeceğiniz cevaplar, aynı zamanda doğru-yanlış anahtarınızın da belirleyicisi oluyor.
ÇOKTAN SEÇMELİ
KESELERDEN SANDIKLARA
Surre, “kıymetli eşyaların konulduğu kese” anlamında bir kelime. Ama zamanla hac döneminde dağıtılmak üzere Mekke ve Medine’ye gönderilen maddi yardımlar anlamını kazanmış. Geçmişi Abbasi halifelerine kadar uzansa da surre alayları Osmanlı medeniyetinde farklı bir ölçeğe ulaşmıştır. Elbette bu görkem, imparatorluğun büyüklüğü ve zenginliğiyle doğrudan ilgiliydi.
ANLAM TAŞIYAN YOLCULUK
Osmanlı surre alaylarının önceki örneklerden bir diğer farkı da kat edilen mesafedir. Eski devirlerde surre Bağdat veya Kahire’den yollanırken, İstanbul’dan Medine’ye ulaşmak aylar süren bir yolculuk gerektiriyordu. Öyle ki güzergâh, günümüz Türkiye’si, Suriye’si, Ürdün’ü ve Suudi Arabistan’ından geçiyordu. Ayrıca Lübnan ve Mısır da bu listeye dahil olabiliyordu.
*
Surre alayının zamanımız imkânlarıyla bile çok zorlu olan İstanbul-Medine-Mekke kara yolculuğu, sadece bir “nakliye” operasyonu değildi elbette... Surre alayı, devletin halkla önemli bir temas vesilesiydi. Kafile, geçtiği her beldede sultanın Müslümanlara ve kutsal mekânlara verdiği değeri görünür kılıyordu. Ayrıca hac döneminde dağıtılan bağışlar, yalnızca Mekke ve Medine halkına değil, dünyanın dört bir köşesinden gelen hacılara ulaşıyordu. Gönderilen paranın bir kısmı da hac yolunun güvenliği için harcanırdı.
EN RENKLİ KAFİLE
ÜÇ AYLAR
İşte İslam kültüründe “Üç Aylar” diye bilinen dönem de böyledir. Ay takvimindeki recep, şaban ayları aslında “Ayların Sultanı” ramazan için bir tür hazırlık dönemidir. İki ay boyunca sürekli olmasa da seçili günlerde oruç tutulur. Yine recep ve şaban içindeki kandil gecelerinde özel olarak Kuran okunur, ibadet edilir. Kandillerde birbirine hayır duaları edip iyi dileklerde bulunmak âdettendir.
Üç Aylar’daki kandil gecelerinden ilki, dün geceki “Regaip Kandili” idi. Onu Miraç ve Berat kandilleri izleyecek. İslam medeniyetinin geceleri aydınlatan kandil geleneği, ramazan ayı boyunca her akşam iftarda yakılan ışıkların provası gibidir. Kandil gecelerindeki manevi iklim, “bin aydan hayırlı” Kadir Gecesi’nin habercisidir adeta.
PUAN TABLOSUNDA YÜKSELMEK
İnançlı bir Müslüman için yaptığı her iyilik, her güzel davranış kendisine artı puan kazandırır. Karşılık beklemeksizin sadece “Allah rızası için” insanlara yardımda bulunmak, güler yüzlü ve tatlı dilli olmak, sertlikten kaçınmak, olaylara olumlu yaklaşmak... Böyle güzel davranışlarla toplanan “sevap puanları” onu maneviyat liginde üst sıralara taşır. Bu doğrultuda içten gelerek gönüllü yapılan, yani nafile ibadetlerin özel bir değeri vardır. İşte ramazana giden yolda, recep ve şaban ayları da, bu nafile ibadetlerin daha fazla yerine getirildiği bir “sezon öncesi hazırlık kampı” gibidir. 11 ay boyunca ihtiyaç duyulan “manevi kondisyon” ise, asıl ramazanda depolanır.
*
Hazırlık kampında “iyi bir hava” yakalayanlar, sezon boyunca başarılı maçlar çıkarırlar ya... Her mücadeleden manevi puanla ayrılmak isteyenler için de “Üç Aylar” böyle olsun; günü-gecesi hayırlara, güzelliğe ve iyiliğe vesile olsun.