Musa Dede

Baharat diyarında yolculuk Haydarabad

12 Ocak 2014
Asya seyahatimiz, her adımda manevi bağların zaman ve mekân tanımadığını tekrar kanıtlıyor.

Haydarabad’da ‘Şeyh Celaleddin Efendi’nin misafiriyiz. Burası Andhra Pradesh eyaleti; Hindistan’ın kuruluşuna kadar bölgenin en zengin eyaletiymiş ve diğer eyaletleri de finanse ediyormuş. 1591’de eyaletin başşehri Haydarabad’ı kuran ‘Muhammed Kuli Kutup Şah’, Kara Koyunlu Müslüman Türkmenlerden. Bir söylenceye göre şehrin adı Hz.Ali (r.a.)’ye ithafen ‘Haydar’ın abad ettiği şehir’ anlamına geliyor. Kutup Şah hanedanının imar ettiği eserler halen şehrin en önemli turistik merkezlerinden. 1724’te Müslüman Mughal (Moğol / Türk) kumandan Asıf Jah I’in şehri ele geçirmesinden sonra onun soyuna dayalı ‘Nizam’lar Haydarabad’ı yönetmeye devam etmişler. İngiliz hâkimiyeti sırasında da Haydarabad özerk bölge olarak kabul edilmiş. Osmanlı’dan Nizamlara iki gelin gitmiş, akraba olmuşuz. Ancak 1948’de bölgenin yeni kurulan Hindistan devletine zorunlu katılımıyla aristokrat Kutup Şah ve Nizam hanedanlıkları hızla özelliklerini yitirmiş, birçok taşınmazlarıyla birlikte servetlerinin büyük bölümü devletleştirilmiş ya da yurtdışına kaçırılmış. Anladığım kadarıyla dergâh kültürüne dayalı Hindu / Müslüman uyumluluğu da yavaş yavaş Müslümanlar aleyhine değişmeye başlamış. Bugün Haydarabad’ın nüfusunun çoğunluğu Hindu, onları çok az farkla Müslümanlar takip ediyor ve sonra azınlık Hıristiyanlar, Jain’ler, Sih’ler, Budistler…

BİR KALENDER 100 EVLİYAYA DENK

Seyahatimizin bu durağında aramıza Türkiye’den bir Sufi ustası ‘Hasan Efendi’ de katılıyor. Sohbet koyulaştıkça bizi bir araya getiren manevi bağların zaman ve mekan tanımazlığı karşısında hayretimiz artıyor. Şeyh Celaleddin Efendi’nin soyu büyük mutasavvıf, veli, şair ve düşünür ‘Lal Şahbaz Kalender’e dayanıyor. Kalenderilik bir sufi tarikatı değil, kendine özgü, değişik bir hal sahibi bazı zatlara, velilere ‘kalender meşrep’ deniyor. Kalenderler dünyevi ve uhrevi bağlardan tamamen özgürleşmiş, insan sıfatından geçmiş, tasa, üzüntü, acıdan ari, sıradışı kimseler. Kalender kesintisiz Allah’ı zikretmede, O’nun dünyadaki eli ayağı, sözü, gözü olmuş, ne yapacağı kestirilemeyen, kimliği yitmiş kişi. Bir Kalenderin 100 evliyanın manevi kuvvetine denk olduğu da abartıyı seven Hintliler arasındaki söylencelerden. Kalenderler kılık kıyafetleriyle, tabulara meydan okuyan tavırlarıyla toplum nezdinde deli, Allah’ın unutulduğu yerlerde O’nu hatırlatmaları ile de Hak nezdinde veli zatlar. Kalenderi silsile Hazreti Ali’ye (r.a.) dayandırılıyor. Hindistan’da bilinen ilk Kalender ‘Dede Mir Hayat Kalender’ Salih peygamber soyundan. Hz.Muhammed’in (sav) İslamı tebliğ etmesi için Hindistan’a gönderdiği bu sahabe, görevinde muvaffak olarak Hicaz’a geri döndüğünde Hz.Peygamber (sav) ona kendisinden ne dilerse kabul edileceğinin müjdesini verir. Hz.Dede Mir Hayat’ın dileği kıyamet öncesi Hz.İsa yeryüzüne geldiğinde onun sancak taşıyıcısı olmaktır. Hazretin halen yaşadığına inanılıyor…
Buradaki buluşmamızın evveliyatının nerelere dayandığını Allah bilir. Hasan Efendi’nin 4-500 yıl önce Hindistan’dan Bursa’ya gelen Kalenderi derviş ‘Şemseddin Efendi’nin yitik türbesini ve dergâhını bulup uyandırması, Şeyh Celalettin Efendi’nin hikayesinin 900 yıl önce yüzlerce dervişiyle Anadolu’dan Tamil Nadu’ya gelen Kalender ‘Dhool Samundar Tabal’a (Azam Nathar Veli) dayanması… Yıllarca bilmeden büyük Qawali sufi müziği üstadı rahmetli Nusret Fatih Ali Han’ın ‘Şahbaz Kalender’ ilahisiyle hallenmem ve ölümünde hüngür hüngür ağlamam…

KOKUNUN HİKMETİ

Bugün burada bulunanlar hepimiz aynı sufi ustasına duyduğumuz muhabbetle bir arada Celaleddin Efendi’nin mütevazı dergâhında Şahbaz Kalender’in türbesinin ve sufi büyüklerinin fotoğraflarının altına atılmış yer minderlerinin üzerinde geceliyoruz. İlk gece yemekten sonra bir sarhoşluk hali sarıyor fakiri, ertesi sabah da devam eden bu sarhoşluğun sırrını sonraki gece bizim için yapılan törende anlıyorum; Celaleddin Efendi’nin cezbeli hali ve ustamıza duyduğu aşkın sarhoşluğu beni saran… Şeyh Efendi bir yıl kadar önce İstanbul’a birkaç şişe siyah gül kokusu yollamış, ‘Derviş Baba’ da şişelerden birini fakire hediye etmişti. O gül kokusunun evde, ne zaman ibadetlerimde bir vecd haline girsem açıklanması zor bir şekilde etrafı sarmasıyla fakir de bu olayı işaret kabul edip koku karışımları hazırlamak üzere kendi kendime ‘attar’lık öğrenimime başlamıştım. Bunu Şeyh Efendi’ye anlatıyorum, gülümseyerek cebinden kendi kullandığı koku şişesini çıkarıp hediye ediyor. Kokunun adının ‘mecmua’ olmasının mesleğimle bir bağı olması tesadüf olabilir mi?

Yazının Devamını Oku

Zambhala Festivali

6 Ocak 2014
Goa’daki festival manevi arayışta olanlara alternatif yollar sunabilmek amacıyla düzenleniyor. Tasavvuf ile ilgili sunumu yapmak da bizlere düşüyor.


Hindistan’daki ilk durağımız güney eyaletlerinden Goa. Eski bir Portekiz sömürgesi olan Goa, bakir plajları ve mistik zenginliğiyle 1960’lardan itibaren batılı ‘çiçek çocuklar’ın ‘hac’ yerlerinden olmaya başlamış. Buradaki serbestlik ortamında sanrılandırıcı uyuşturucularla mistik Hint kültürünün atmosferini içiçe yaşamayı tarz edinen alternatif batılı bir akım zamanla Goa’nın başlıca turistik cazibesini oluşturmuş. Goa’nın iklimi tropikal ve muson yağmurlarıyla geçen birkaç ay dışında güzel, sıcaklıklar 20-35 derece aralığında seyrediyor. En ideal ziyaret zamanı çok sıcak olmayan kasım - mart arası. Çeşitli plajların hepsi ayrı karaktere bürünmüş; kiminde hiç susmayan müzik ve parti atmosferi hakimken, kimi ‘chill out’ kafelerle dolu, kimi yoga, sağlık aktivitelerine ayrılmış, kimi de sessiz, romantik plajlar. Denize yakın konaklama genelde en basitinden lüksüne baraka tarzı yapılarda sağlanıyor. ‘New Age’ kültürünün buluşma yerlerinden Goa yerel ve uluslarası festivalleriyle de ünlü. Elektronik dans müziği aleminde ‘Goa trans’ dj müziğinin ayrı bir yeri var.

‘Ashvem’ plajında organize edilen ‘Zambhala’ Hindistan’daki ilk büyük çaplı, uluslararası, yoga, müzik ve ‘yaşam ruhu’ festivali. Zambhala’da iki gün süresinde konularında uzman 117 uygulamacı tarafından 180 atölye çalışması sunuluyor. Organizasyonda 80 kişi çalışıyor. Festival ilk senesinde sponsorsuz gerçekleşiyor. Toplam maliyet 400 bin doları bulmuş. Sahil kenarında geniş bir alana yayılmış festival bünyesinde 11 aktivite çadırı, dört yoga sahnesi, yemek alanları, sahneler, bit pazarı, sanata, bire bir terapilere ayrılmış özel alanlar mevcut. Türkiye dahil 10 ülkeden uygulamacılar ve 40-50 ülkeden katılımcılarla çok kültürlü bir atmosfer sağlanmış. Festival bu sayıyı yakalayamasa da 4-5 bin kişiyi ağırlamak üzere tasarlanmış.

HER ŞEY KAYNAĞINA GERİ DÖNÜYOR

‘Zambhala’ budist inancında manevi zenginlik ve manevi yolculuk için azık anlamına geliyor. Festival manevi arayışta olanlara alternatif yollar sunabilmek amacıyla düzenleniyor. Buraya ‘Tasavvuf’u (sufizm) temsil etmek ve tanıtmak üzere Türkiye’den davet edilmiş ‘Sufi Ustası’na eşlik etmek ve bu seyahati sizlere aktarmak için bulunuyorum. Usta sağlık sorunları sebebiyle seyahate icabet edemeyince tasavvuf ile ilgili sunumu yapmak da bizlere düşüyor. Türkiye’den dört kardeşim ve fakire, Hindistan Çişti sufilerinden Seyid Selman Çişti’nin katılımıyla ‘tasavvuf’ ekolünü layıkıyla temsil edebilmenin sorumluluğu ve heyecanını kalplerinde taşıyan yedi kişiyiz. Hepimizin ayrı tarzı, uslubu ve meşrebi ustamıza ve inancımıza duyduğumuz saygı ve sevgi sayesinde ahenkli bir birlikteliğe dönüşüyor. Allah’ın yarattıkları da evrende böylesi uyumlu bir çeşitlilikte O’nu tesbih ediyor aslında. Sufizmi felsefi boyutuyla değil de hal boyutuyla ifade edebilmemizin yegane yolu da bu renkliliği birlik içinde sergileyebilmeyi başarmak, görünür kılmak. Hepimiz farklı esmaları, ustamızın farklı niteliklerini canlandırıyoruz. Birimiz tasavvufun islami boyutunu, birimiz evrensel insani boyutunu, birimiz geleneksel eğitim metodlarını, diğerimiz şifa boyutunu, fakir de bireysel hikayemi ifade etmeye çalışıyoruz. 10 yıl önce Goa sahilinden aldığım ve daha sonra ustama hediye ettiğim bir taşın(meğer fakiri temsil ediyormuş) tasavvuf terbiyesi sayesinde zamanla nasıl seven bir kalbe dönüşmeye başladığını anlatıyorum. Buraya borcumu ödemeye geldim. Her şey kaynağına geri dönüyor. Katılımcılardan ağlayanlar oluyor. Demek gönüllere hitap edebilmişiz. Bu hikayeyi bir gün sizlerle de paylaşmayı isterim…

Yazının Devamını Oku

Gönüldeki Tevrat, İncil, Kur’an…

22 Aralık 2013
İbret gözlüğünü takmak ne de hoş. Allah’ın tüm evrene nakşettiği ayetlerini okumak ne de güzel nasip. Yeni bir yeri ziyaret etmenin dikkati keskinleştirmesiyle ilgili olsa gerek.

Her şey konuşuyor sanki. Havalimanındayım. İki kız çocuğu kahkahalarla birbirini kovalıyor. Annelerinin beklemelerini söylediği dar alanda daireler çizerek koşuşturuyor, devran ediyorlar. Onların hali mi yoksa bizlerin ciddiyeti mi daha garip bilemiyorum. Çocuklar için normal olanı, biz yapsak çılgınlık olacak. Evreni devran ettirenden daha büyük çılgın olamaz. Sübhanallah! Nasıl da büyüdük çabucak! Kabalistler, sorunlar karşısında insanlara anlayış ve şefkatle bakabilmek için onların çocukluk hallerini gözlerinde canlandırmaya çalışırlar. Her bebek masum doğar, gönlü hakikate bakar. Koruyabilseydik o masumiyeti kemalat yolculuğumuzda, Allah’ın yürüyen kitapları olabilseydik… Umudum çocuklarda, büyümüş de küçülmüşlerde!
Bir önceki seyahatim Manisa’ya idi. Bir sufi grubunun ‘aşure’si için davet edilmiştik geçen ay. Ne o aşurenin lezzeti, ne tören, ne de gelişmekte olan şehrin sunduğu yenilikler… En güzel dersi, en beklenmedik anda, en beklenmedik senaryo sundu fakire: Herkes tören kıyafetlerini giymişti. İstanbul’dan gelen grubun göğüslerindeki beyaz rozetlere ‘avucun içinde sunulan kırmızı bir kalp’ resmedilmişti. Tören sona erip de sohbet faslına geçildiğinde bizler de artık gündelik kıyafetlerimizi giymiştik. 5 yaşlarında küçük bir çocuk yanımıza yaklaştı ve canlı bir tebessümle arkadaşımıza “Ne güzeldi göğsünüzdeki rozetler, çok sevdim” deyiverdi. Sonra bir an sanki ne dediğini fark edip de sonunun nereye varacağını idrak etmişti ki hemen ekledi: “Aman lütfen yanlış anlamayın, sizden istediğimden söylemedim.” Gülümsedik! Hasan Can sufi bir ailede gördüğü edeple yetişmiş özel bir çocuk. Samimiyet ve edep bir arada olunca insanın kalbinin yağları eriyor!
Ertesi sabah kahvaltıda Feridun Abi elinde rozetle aşağı indi. Hasan Can’ın yanına gitti ve elindeki rozeti onun göğsüne iliştirmek istedi ki Hasan Can ne yapacağını bilemedi. Sevinmekle, mahzunluk arasında “Feridun Abi kendininkini veriyorsan istemem vallahi” diyordu. Feridun Abi kendisinde iki tane olduğuna çocuğu inandırdığında mutluluğu yüzüne yayıldı ve sevinçle teşekkür edip yanımızdan ayrıldı. Hepimiz bu olaydan etkilenmiştik. Balkonda konuyu konuşuyorduk; Hasan Can’ın tavrı, ne kitap varsa Allah sözü yazılı, eminim hepsiyle uyumluydu. Sünnet ile uyumluydu. İnsanlık adına bilinen tüm yüksek ahlak değerleriyle uyumluydu… Hediyeleşmek sünnettir. Sufiler verilmeyeni istememek ve verileni reddetmemeyi öğrenirler. Paylaşmayı severler. Samimiyet, açık sözlülük, kendinden önce başkasını düşünmek... Bütün bunları canlandırmıştı Hasan Can hal diliyle. Ne klasik Kur’an eğitimi ne de bu derece sünnet bilgisi olmadan. Gönlündeki kitabın canlı olması sayesinde. Bizimkiler daha tartışsınlar; Allah Arapça mı konuşur, kutsal dil İbranice midir, Latince mi? Allah, Allah’ça konuşur kardeşim, içi temiz olanların gönlüne nakşedilidir kitabı. Onlardan sor hakikati!
Bir yerlerden tavuk sesleri geliyordu. Baktık ki karşı balkonda tavuk kümesi var. “Yazık bunların haline” dedi Özcan: “Doğada toprağı eşelemek varken beton bir balkonda yaşamlarını sürdürüyor hayvancağızlar.” Bir ‘Ah’ etti içim. “Bizim halimize benziyor halleri, ya endüstriyel bir tavuk çiftliğinde, suni ışıklar altında, kımıldayacak yerleri dahi olmayan tavuklara ne demeli?” Biz de bazen beterini düşünmeden “Neden daha iyi bir halde değiliz ki’ diye şikâyet etmede değil miyiz? Hüsnü zan zor zanaat, yaşayabilsek bir çocukmuşçasına masumca, bir ermişçesine cömertçe, Yaradana kulmuşçasına rıza ile katılsak evrenin ahenkli şarkısına aşk ile varolsak insan olmanın edebiyle, konuşuyor her zerre Allah’ça… Hamd’olsun yola koyulana, koydurana, bu manzarayı seyrettirene! Hu.

Bir baktık ki karşı balkonda tavuk kümesi var. “Yazık bunların haline” dedi Özcan:
“Şimdi doğada toprağı eşelemek varken beton bir balkonda yaşamlarını sürdürüyor hayvancağızlar.” Bir ‘Ah’ etti içim

Yazının Devamını Oku

Ey Koca Sultan, Yüce Mevlana!

15 Aralık 2013
Kutlu olsun 740’ıncı düğün günün!

Mirasını yiye yiye bitiremedik, biz biteyazdık, sen tükenmedin. Bu ne aynaymış ki, Allah’ın ışığı aşk olmuş yansıyor sırrından durmaksızın üzerimize. Hz.Şems’in ateşi yangın olmuş sende, gönülleri sarıyor. Huzurundayız yine bir Şeb-i Arus vaktinde, bize köprü oldun manada, geçebilsek ‘sıratı müstakim’den, varabilsek Rabbimize… Kavuşacağız seninle O’nun ceminde!

Bu haftaki köşem yayımlandığında fakir Konya’da gün sayıyorum 17 Aralık’a, kâh hazretin ziyaretinde kâh Konya’nın diğer velilerinin kapısında hal edinmeye çalışıyorum. Döner dönmez de bir aylığına Hindistan gezisi görünüyor ufukta. Elim boş dönmeyeceğim inşallah, sizlere de bir şeyler getirmek niyetim seyahatimden… Ne düşerse fakirin gönül sofrasına paylaşacağız, herkes nasibi kadar! Bugün ise Hazreti Mevlana Celaleddin Rumi’nin gönül sofrasından nasibimiz, yazının devamı onun eserlerinden alıntılar… En güzel sözlerini paylaşmak olamazdı maksadım, yargımı aşar keza sözlerinin güzellerini seçmek. Hazretin kitaplarını aldım yanıma, “Destur Mevlana” deyip sayfaları açıyorum, ne çıkarsa bahtımıza, buyrun:
“Kimsin?” dedim Şems-i Tebrizi’ye; “Sizim ben” dedi, “Sizim ben-sizim.”
Gönül senden razı ise ben de razıyım. Değil de gönlün senden yüz çevirmiş ise ben de çeviririm. Sana bakmam, gönüle nazar ederim. Ey can, benim kapıma onu hediye getir.
Gönülden, nutuksuz, işaretsiz, yazısız konuşan yüz binlerce tercüman zuhur eder.
Bir cevapla bütün sorular bilinir, müşkül çözülür gider.
Şükre engel olan ham umut beslemedir.

Yazının Devamını Oku

Gerçek bir yogi gerçek bir sufidir de

12 Aralık 2013
Yogi Adnan’ ile tanışıklığımız 15 yılı bulmuş olsa gerek.

O zamanlar yoga ülkemizde bugünkü kadar yaygın değildi. Yogi Adnan Türkiye’yi yogayla tanıştıranların başında geliyor. İlginç hayat hikâyesini ve manevi arayışının seyrini merak edenler Doğan Kitap tarafından yayımlanan ‘Sessizliği Bozmadan-Mezopotamyalı Yogi’nin Yaşam Serüveni’ anı kitabını edinebilirler. Fakir; onu tanıdığımda giyimi, felsefesi, yaşam tarzıyla, bu sıradışılıkta toplumumuzda kendini var edebilmek bugünkünden daha cesaret isteyen bir işti. Öte yandan samimiyetle inandığınız ve sevgiyle bağlandığınız bir şey uğruna zorluklara göğüs germenin dışarıdan görünenden daha kolay geldiğini de biliyorum.
Adnan Baba gençlik yıllarında dolu dizgin bir yaşamın ardından belli bir dünyevi doygunluğa ulaştıktan sonra ilk farkındalıklarını yaşamaya başlamış. 1968’de otostopla Avrupa’yı gezmeye çıkan Adnan’ı o yıllarda Batı’yı kasıp kavuran ‘hippi ekolü’ ve okuduğu iki kitap derinden etkilemiş: Herman Hesse’in ‘Siddhartha’sı ve Paramahansa Yogananda’nın ‘Bir Yoginin Otobiyografisi’.
Adnan, Avrupa’dan döndüğünde artık Türkiye’nin ilk ‘hippi’siymiş, boy boy fotoğrafları gazeteleri süslüyormuş. Asıl meselesi olan ‘görüntünün içini doldurmak’ için Adnan, Hindistan’a gitmiş ve önde gelen yoga okullarından Swami Svananda’nın ‘aşram’ında hızlandırılmış yoga öğrenimine başlamış. Aşramdaki görevi postacılık genetik miras; atası Abdullah İbn-i Enes Cüneyhi, Hz. Muhammed’in postacısıymış. Rüzgâr gibi hızlı koştuğundan aldığı ‘Şebub’ lakabı daha sonra aile Bağdat’tan Mardin’e gelince ‘Çabuk’ olarak devam
etmiş. Adnan görevini iyi
yapmasıyla aşramdakileri mutlu etmiş ve ustasından ‘Ananda’ (yüksek mutluluk) ismini almış. Türkiye’ye döndüğünde o
artık ‘Yogi Adnan’... Ülkemizdeki ilk ‘Yoga Aşramı’nı kurmuş ve klasik, spritüel, felsefeye dayalı kendi ekolünü ‘Siddashram’ olarak tescil etmiş. Bugün İstanbul’daki şubesinde birçok öğrenci yetiştirmenin yanında Alanya’da Toroslar’a sırtını dayamış okulunda size Türkiye’de Himalayalar’dan bir esinti sunuyor ve dört senedir yapılan Yoga Festivali’nin de kurucusu. Biraz onun ‘Yoga’ anlayışına kulak verelim...

Üç derin nefes aspirini

Yoga yaklaşık 7 bin yıllık kadim bir öğreti: Hinduizmin, Budizmin temelini oluşturan Veda’nın (bilgi) 40 kolundan biri. İnsanın ‘birlik’ düzeyinde aydınlanmasını amaçlar. Bu bilgelik 1800 sene önce Patanjali, ‘yoga sutraları’nı (ayetleri) kaleme alana kadar, usta-çırak öğretisi çerçevesinde nesilden nesile aktarılagelmiş. Bugün yoga, kimi özünden epey uzaklaşmış çeşitli ekollere ayrılmış durumda.

Yazının Devamını Oku

Yakındaki uzak, uzaktaki yakın

1 Aralık 2013
Hedefini iyi bil, ey yol arayan! İyileşmek mi istiyorsun, hastalık mı taşıyacaksın her gittiğin yere?

İmaj peşinde misin sadece? Bir gruba ait olmayı mı istiyorsun yoksa? Sor kendine ne istiyorsun gerçekten?

Yol arayanlara hürmetim var, o yola çıkmaya karar vermek bile büyük bir adımdır. Yeter ki samimi ol! Erenler seni alman gereken dersleri aldıktan, sabrın, kararlılığın sınandıktan sonra illaki doğru yola ulaştırır. Sonra bir bakarsın ‘yola varamadık bir türlü’ zannettiğinde dahi yoldaymışsın. Samimiyet olmazsa ne yöne dönersen dön nafile, popon hep arkada kalır. “Otur oturduğun yerde, burada da bir numara yokmuş” der. Gözün arkanda ise vay haline… İstikametini doğrultman zor olur!
Her türlü inanca saygılı olmaya çalışırım. Katılmasam da… Mutlaka alınacak bir ders vardır. İnsan saygıdeğerdir! Ancak ne yalan söyleyeyim, samimi ve haddini bilen akıllı inançsıza, Hz.Musa’nın sünnetinden nasibini alamamış Musevi’den de Hz.İsa’nın merhametinden uzak Hıristiyan’dan da Hz.Muhammed’i (sav) idrakten uzak Müslüman’dan da daha fazla yakınlık duyarım. Yazılmayı bekleyen boş sayfa, yazar için, üzeri yanlışlarla dolusundan daha kıymetlidir. Şöyle ki; inançsız olacaksan Mevlasını bulmadan evvelki Hz.İbrahim gibi ol! Açık fikirli, sorgulayan, cesurca hakikati arayan… Malumunuz, Hazret varoluşu sorgulamaya başlayıp kendinden üstün bir güç olması gerektiğine akıl erdirdiğinde önce yıldızları ilah edinmeye karar verir. Bakar ki yıldızlardan daha parlak Ay var, “Ay olmalı tanrı” diye düşünür. Sonra fark eder ki Ay’dan kuvvetli Güneş var, “Güneştir Tanrım” der.

RAHMAN OLMUŞ BRAHMA

Nihayetinde bunların hepsinin doğdukları gibi battıklarını idrak edince “Ben batan şeyleri sevmem” diyerek sonlu olan tüm doğa güçlerinin üzerindeki Tanrı’yı; Allah’ı bulur. İşte ateistlikten putperestliğe, oradan da tek Tanrı’yı buluşa uzanan insanın ibretlik yol hikâyesi… İbrahim Halilullah, Allah’ın dostu!
Hâlâ birden çok tanrısı olan inanç sistemleri var, fazlalık merakı olanlara zenginlik gibi gelse gerek, böylece diyebilirler ki “Aa sizde bir tanecik mi var?” Bizim Allahımız doğmamış ve doğurmamış, başı ve sonu olmayan, her şeyin hâkimidir, her yerde her daim mevcuttur. Başkasına ne hacet! Zaten gayrısı da yok. Giydirmişler doğuda O’nun ‘Rahman’ esmasına bir kıyafet olmuş sana ‘Brahma’. Allah’ta sonsuz esma var, bizi esmalarını ayrı ayrı tanrı edinmekten kurtarmış, doğrudan üst merciye, hepsinin sahibine, kendine muhatap kılmış, bu nimet tepilir mi? Kast sistemi içinde, Brahma’ya aracılık eden brahmanlara kul köle olmak ister miydik mesela bu saatten sonra? Anlamak güç ama isteyenler var! Kolayca satın alabildikleri minik heykelciklerden medet uman da.. Bilmeyenler! Davulun sesini uzaktan sevenler… Bizim kalbimiz davul olsa da “Allah, Allah” diye atması için kapısında dileniyoruz. “Uzaktan sevmek olmaz, gel yakına yakına” diye bir nida işittik, icab ettik hamd’olsun!

AZ GİTTİM, UZ GİTTİM!

Muhtemelen sizin karşı olduğunuz dine fakir de uzağım! Ama kötü örnek örnek halini almış, din adına mazlum rolündeki zalimlerin sesi daha fazla çıkıyor diye ‘tek tanrının hak dininden yüz çevirecek değiliz. Gölgesi karanlıktır diye hakikate sırtımızı mı dönelim? Arayışımız samimiyse tam tersi, gönlümüzü rehber edinip, aklımızı bulandıran kara propagandaya karşın hakikati daha iyi tanımaya, bilgi ve deneyimimizi arttırarak doğruya ulaşmaya ve ona layık olmaya gayret etmeliyiz. Çünkü buna değer! Bir şeyi tam anlamadan, doğrusunu deneyimlemeden dolduruşa gelip yargıda bulunmakla en başta kendimize haksızlık ederiz. Böyleleri burnunun önündekini görmekten aciz kalırlar. Dertlerine derman aramak için sağa sola savrulurlar. Sonra; “Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim, bir de dönüp baktım ki bir arpa boyu yol gitmişim” olur… Ömür ellerinin arasından kayar gider.

Yazının Devamını Oku

Sarıldım ona…

23 Kasım 2013
Tunuslu,“Sen nasıl Müslümansın, peygamberin sünneti böyle uzun saç, kulakta küpeyle dolaşmak mıdır?” diye çıkıştı. O adamı incinmiş bir çocuk gibi gördü gönül gözüm ve birden sarıldım ona!

Yasemin devriminden hemen sonra Tunus’a bir ziyaretim olmuştu. Manevi bir işaretle gittiğim bu ülkede öğrenimime önemli katkısı olan ziyaretlerde bulundum, türlü maceralar yaşadım. Yola çıkarken ne neden gittiğimi, ne nereleri ziyaret edeceğimi biliyordum. Gönderene güvendiğim bir tür serbest uçuş diyelim… Yolculuğum Jerba Adası’nda başlamış, başkent Tunus’ta son bulmuştu. Tunus şehrinde, Kuzey Afrika’da çok yaygın olan sufilerden ‘Şazili’lerce misafir edilmiş, orada makamı bulunan ‘Ebu’l Hasan Eş-Şazili Hazretleri’nin lütüflarına ve kerametine mazhar olmuştum. Sufilerin büyüklerinden bu zat dünyada kahvenin yaygınlaşmasına katkı sunanların başında geldiği için ‘Kahvenin Piri’ olarak da bilinir. Nitekim sonrasında bir Şazili Şeyhi’nden el almak suretiyle pişirdiğim kahvelere ayrı bir tad gelmiş ve ‘Derviş Baba’ kahvehanesinin uyandırılmasının yolu açılmıştı. Eski kahvehanelerin ve muhallebicilerin çoğunun kapısında şöyle yazdığı bilinir, “Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız, Hazreti Şeyh Şazili’dir pirimiz üstadımız”…
Uzun saç ve küpe
Seyahatimin sonlarına doğru aldığım feyzlerle ve girdiğim ortamların yoğun manevi etkisiyle hallenmiş, pek duygusallaşmıştım. Bu şekilde eski Tunus çarşısında dolanıyordum ki tuvalet kullanma ihtiyacım doğdu. Yakınlardaki bir caminin tuvaletine girdim. Çıktığımda caminin avlusunda 30’lu yaşlarında bir ‘genç adam’ önümü kesti. Kıyafeti ve sakalıyla (şeklen) ‘dindar’ görünümlü bu adam önce selam verdi, selamımı aldı ve konuşmaya başladık. Tunus’ta Fransızca neredeyse Arapça kadar yaygındır. Yabancı olduğumu anlamıştı. Fransızca sual etti; “Müslüman mısın?”, “Bilmiyorum” dedim, “Allah bilir!” Böyle bir cevap beklemiyordu, kendisine Allah’a teslimiyetimin tamlığından şüphede olduğumu ve ikimizin ‘Müslüman’ derken aynı şeyi kastettiğimizden emin olmadığımı söyledim, kafasının fazlaca karışmaya başladığını görünce de ekledim: “Olmaya çalışıyorum diyelim, daha doğru olur”…
O günlerde saçım uzundu ve kulağımda halka küpem vardı. Aldığı cevap üzerine bu arkadaş asıl meselesini dile getirdi, biraz kızgın bir edayla “Sen ne biçim ‘Müslüman olmaya çalışır’mışsın? Peygamberimiz Hz.Muhammed’in (sav) sünneti böyle uzun saç, kulakta küpeyle dolaşmak mıdır?” diye hesap sordu. Camideki genç adam o sırada, kendi kusuruna bakmaksızın, İslam adına başkalarına hesap sormayı hak bilen en sinir olduğum tiplemenin bedenlenmiş hali olarak karşımda dikilmekteydi. Kişi önüne bir sınav çıkmadan kendindeki değişikliklerin farkına varmayabilir ya da kendini zihninde çok mübarek biri oldum zanneder de ilk sınavında çuvallar ve işin kafasındaki gibi olmadığını idrak eder. Fakir de haksızlığa tahammülsüz olup, ukala tiplere haddini bildirmeye çok meraklı idim, sanki Hakk’ın ne olduğunu biliyorum ya… Karşımdaki tipin başka versiyonu! İnançlar farklı, altyapı farklı ama “Ben bilirim”cilik aynı… Nitekim içimdeki yılların kalıplaşmış isyanı köpürecek gibi oldu da nasılsa alışılagelmiş o sert tepkili halim yerine, gönlümde bir şefkat duygusu uyanıverdi. O adamı incinmiş bir çocuk gibi gördü gönül gözüm ve birden sarıldım ona! Sıkı sıkı… İçimden sevgi taşıyordu, bu sevginin ikimizi de kucakladığını ve sağalttığını hissediyordum. Çok yoğun bir andı! Önceleri kurtulmak için çırpınan adamcağız, kulağına şu cümleyi fısıldayınca teslim olup bırakmıştı kendini: “Aşk olsun kardeşim, Hz.Muhammed’in sünneti karşına çıkan kimselere bu şekilde hesap sormak mıdır?”…

SEVGİNİN GÜCÜ

Kucaklaşmamız bittiğinde adamcağız gözleri nemlenmiş, mahcup bir edayla, öpmek üzere elimi almaya hamle etti beceriksizce. Elimi yakalayan elini öpünce fakir, daha da beter oldu hali, özür diliyordu; “Sen mübarek birisin, bana çok büyük bir ders verdin, bunu asla unutmayacağım, n’olur affet beni, hakkını helal et!”. Helalleştik, ona Allah’ın bizi birbirimize vesile ettiğini ve dersin karşılıklı olduğunu söyledim. Ayrıldığımızda onun için artık bazı şeylerin aynı olamayacağını biliyordum. Fakirin aldığı ders ise sevginin dönüştürücülüğü üzerineydi. Kavgacı halimle asla beceremeyeceğim bir şeydi olan. Bu yaşadığım yalnızca bir haldi ve makam haline gelmesi için her durumda tekrarlanabilir ve kalıcı olması gerektiğini biliyordum. Zihnime ve gönlüme kazınan bu anıyı her daim canlı tutmaya çalışırım. Erenlerin himmeti işte, samimiyetle gayret eden kullarına Allah zamanı gelince böyle haller bağışlıyor. Rabbim kapılarından ayırmasın! İnsanlık bulaşıcı…

Tunuslu’yla karşılaşma ikimiz için de dersti.

Yazının Devamını Oku

Kerbela yol ayrımı

10 Kasım 2013
Müsadenizle bu yazıdaki olay anlatımlarında, fakirhane anladıklarımı ve inandıklarımı dolaysızca, yer yer şahit olmuşcasına aktarmak istiyorum, bu yüzden yazım dili bakımından bazen di'li geçmiş zamanı tercih edeceğim, yaşananlar kimilerine göre farklı yorumlanmaktadır, ona göre okuyun, isterseniz tarafsız ve detaylı kendi araştırmanızı yapın…

Kamil İnsan; Allah'ın yeryüzündeki halifesi… Hz.Muhammed(sav) Allah'ın dini tamama erdirme arzusu uyarınca, görevi bitene kadar yeryüzünde hüküm sürmüştü. Yeryüzü halifesiz bırakılamaz. Halife; yani kendisinden önce geleni temsil etme niteliğine sahip olan.. Ustanın ya bizzat kendi yetiştirerek, ya da yetişmişliğini teyid ederek el verdiği kişi onun halifesi olur. Bir usta birden fazla halife yetiştirebilir ya da tayin edebilir. O yolun izdeşleri ustaları onların kemale erdiğini müjdeleyene kadar ona tabi olurlar. Yoksa nefs kişiyi kendi işine geldiği yere sürükler. Baş olma arzusu nefsin bırakmakta en zorlandığı şeydir; 'enaniyet'… Hz.Muhammed(sav) İslam toplumuna kendinden sonra liderlik edecek kişiyi belirleyecek yazılı bir vasiyet bırakmamış. Nedendir bilinmez? Belki de öğreti tamamlanmış olup, topluluğu bir arada tutan usta gidince, geridekilerin kendi nefisleriyle baş başa kalınca ne yapacaklarının sınavı geçilmeliydi, kemalatın tasdiklenebilmesi için… Hz.Peygamber(sav) Hakk'a yürüdükten sonra ilk 3 halife seçimle başa geçti. Sahabenin önde gelenlerinden Hz.Ebubekir(ra), Hz.Ömer(ra) ve Hz.Osman(ra).. Ne kadar Hakk'ın halifesi ne kadar halk'ın halifesidirler, Allah en doğrusunu bilir! Liyakatlarını tartışamam, demek istediğim; işin içine halk girince, nefs sahibi olanların seçimi ile makam politize olmuştur!

Pek çok güvenilir hadisin mevcudiyetiyle, Hz.Peygamber'in(sav) kendinden sonra 'İmam'(önder) olarak Hz.Ali'ye el verdiği bilinmektedir. Liyakatının tamlığı şüphesizdir. Buna karşın, Hz.Ali 4. halife olarak seçilince Ebu Süfyan'ın oğlu, Şam valisi Muaviye durumu kabul etmedi. Onu Hz.Osman'ın katlinden sorumlu tutuyordu. Ola ki bu bahanesiydi ve halifeliğin 'Ehli Beyt'e geçmesini istemiyor, Hz.Muhammed'in(sav) peygamberliğiyle arka plana itilen Ümeyyeoğulları'nın gücü ele geçirmesini arzuluyordu. Savaşa kadar gittiler. Sıffın savaşında Muaviye'nin yenilecekken, askerlerinin kargılarının ucuna Kur'an sayfaları taktırıp Hz.Ali'nin ordusunda karışıklığa sebep olduğu ve savaşın hakemliğe götürülmesini sağladığı aktarılır. Hakem meselesi daha sonuçlanmamışken, Hz.Ali bir 'harici' tarafından suikaste uğradı! Hakk'a yürümeden Hz.Muhammed'in(sav) ciğerpareleri, iki oğlu Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin'in yetişmeleri tamamlanmıştı. Böylece bir sonraki halife hem el almış hem de seçilmiş Hz.Hasan oldu. Muaviye onun halifeliğini de reddediyordu. Hz.Hasan İslam toplumundaki bölünmüşlüğün derinleşmemesi, yeni bir savaş olmaması için belli şartlar altında halifeliği Muaviye'ye bırakmayı kabul etmiştir. Rivayete göre bu şartlardan biri halifeliğin seçim ile devam etmesi idi ki Muaviye bunu ihlal ederek ölümünden önce halkın, oğlu yezid'e biat etmesi için rüşvet ve zor kullanma dahil gereken her şeyi yapmış. Çünkü yoksa kendinden sonra kimin seçileceği aşikardı. (Bir çok kaynağa göre)Hz.Hasan, Muaviye taraftarlarınca azmettirilen eşi elinden zehirlenerek katledilmişti. Muaviye öldüğünde bir yanda Emevi saltanatını temsil eden mirasçısı yezid, bir yanda Müslümanların sevgilisi, Hz.Muhammed'in(sav) "Ben Hüseyin'denim, Hüseyin de bendendir" dediği, onun dizinin dibinde büyüyen, Hz.Ali ile Fatıma'nın gözlerinin nuru, Cebrailin dahi üzerine titrediği son "Ehli Beyt"; Hz.Hüseyin kalmıştı. Ama artık halifelik makamı seçimle de değil, entrika, güç, çıkar savaşları ile belirlenmektedir. Hz.Muhammed(sav) öncesi kabilecilik ve batılcılık hortlamış, Şeytan yeniden güç kazanmaktaydı…

Melun yezid Hz.Hüseyin'in kendisine biat etmesi için baskı yapıyordu. Kendine bağlı valilere şartlarına boyun eğmezse Hüseyin ve yandaşlarını öldürmelerini emretmişti. Hz.Hüseyin yezid'in halifeliğini kabul ederse Emevi saltanatı meşrulaşacak, Hak batıl olacaktı. Işığın yayılması ve gelecek nesillerin İslam hakikatini tanıyabilmeleri için yapacağı şey biz nefis sahiplerine en güç gelendi; Yanmak, nefsin köleliğinden kurtuluşun en kutlu efsanelerinden birini yazmak için, Hak için, bir mazlum olarak katledilmeye razı olmak… Yenilginin acı zaferi! Hz.Hüseyin ve öleceklerini bile bile onun yanında saf tutan 72 yoldaşı o cehennemi Kerbela çölünde kimine göre 4-5 bin kimine göre 30 bin askerlik yezid ordusu tarafından kuşatılmışlardı. Beraberlerinde kadın ve çocuklar da vardı. Su yolları kesildi. Günlerce aç ve susuz bırakıldılar. Hz.Hüseyin son ana kadar karşı tarafın askerlerini imana, insafa davet etti, hatta savaşa tutuşana kadar bir bölüm düşman askerinin onun imamlığında namazlarını kıldıkları rivayet edilir. Ama gözünü hırs bürümüşler, Hz.Peygamber'in(sav) şefaatinden yüz çevirmiş bu nasipsiz korkaklar ordusu, şer yoluna cezbedilmişler, vazgeçmeyeceklerdi. Susuzluğa dayanamayacakları noktada güçten düşmüş, dudakları çatlamış, bağrı yanan has "Ehli Beyt" muhipleri, İslamın teslimiyet sırrına ermiş bu neferler, ölümlerini şanlı bir efsaneye dönüştürmek için birer birer şehadet meydanına indiler ve son abdestlerini kanlarıyla aldılar. Er meydanında tek kalan Hz.Hüseyin şehitlik şerbetini içmeden önce evladı, kundaktaki Ali Asgar'ı meydanda havaya kaldırmış ve susuzluktan kurumuş günahsız yavrucağa acıyıp bir yudum su vermelerini istemişti, aldığı cevap yavrusunun boğazına saplanan hain bir oktur! Hz.Hüseyin'in kanının son damlasına kadar savaştıktan sonra mecalsiz düşüp, son arzusu olan namaz esnasında, 'şemir' adlı zavallı tarafından başı gövdesinden ayrılarak şehid edildiği söylenir. Sonrası yağma, cesetlerin kurda kuşa terk edilip, geride kalan çocuk ve kadınların, şehitlerin mübarek başlarıyla beraber şehre götürülüp dolaştırılmaları ve türlü rezillik…

Bilinmeli ki burada yerim yettiğince zikretmeye çalıştığım ibretlik hadiseyi yad etmek, bundan mahzun olmak, kendine pay çıkarmak hiç bir mezhebin tekelinde değildir. Hz.Hüseyin ve Kerbela şehitlerinin hallerinden bir dem alabilmeye gönülleri olan kimilerimiz muharrem ayının ilk 10-12 günü oruç tutar, fazla konuşmaz, eğlence aktivitelerinden el çeker.. Hz.Hüseyin muharremin 10.günü cuma katledilmiş. 'Aşure' olarak bilinen bu günün bazı mecralarda sadece bir kutlama olarak yansıtılması talihsizliktir. Denir ki o gün, Hz.Adem'in tövbesi kabul olmuş, Hz.Nuh'un gemisi tufandan sonra karaya erişmiş, Hz.Yunus balığın karnından kurtulmuş, Nemrud'un ateşi Hz.İbrahim'i yakmamış, Hz.İsmail doğmuş, Hz.Yusuf atıldığı kuyudan çıkarılmış, Hz.Yakub'un gözleri yeniden görmeye başlamış, Hz.Musa kızıldenizi yarmış, Hz.Davut affedilmiş, Hz.Eyyüb hastalığından şifa bulmuş, Hz.İsa doğmuş, hem semaya yükselmiş… Tüm bunlardan ötürü Kerbela olayına kadar kutlamaya değer bulunmuş bu günde bayram etmek fakire göre sonrasında artık ancak Hz.Hüseyin'e kavuştuklarına sevinen cennet halkına revadır. Bilmem, belki onlar dahi bizim halimize üzülmedeler… Neyse ki sevdiklerimizle haşrolunacağız. Kusur ettiysem affola! Hu

Musa Dede

Yazının Devamını Oku