Musa Dede

Ehl-i Beyt

4 Kasım 2013

Başta Hz.Muhammed (SAV)'ın hanımlarından Ümm Seleme olmak üzere çeşitli kaynaklardan doğrulanan şu sahih hadis'e göre; mealen, "Ey Ehli Beyt, Allah ancak sizden her türlü pisliği gidermek ve sizleri temiz bir şekilde kılmak ister" (Ahzab suresi:33) ayeti indiğinde, Hz.Muhammed (SAV), Hz.Ali, kızı Fatıme, torunları Hasan ve Hüseyin'i (RA) yanına toplayıp abasını onların üzerine örtmüş ve "Ey Allah'ım, bunlar benim Ehli Beytimdir…" buyurmuş. Bu Zat'ların taa ruhlar alemi yaratıldığında Hz.Peygamber'e (SAV) en layık eşlikçiler olarak o'nun nurundan halk edildiklerine inanıyorum. Her biri yüksek ahlak, fazilet, keramet sahibi idiler. 'Beyt' ev demek olup, 'ehli beyt', ev ahalisi ve aile olarak anlaşılabilir. 'Ev' kelimesinin derin manasını 'gönül' olarak da kabul edebiliriz. Gönlünde Allah'tan başkası bulunmayan Hz.Muhammed'in (SAV) gönlüne yaratılmışlardan girebilenlerin başlıcalarıdır onlar, Yaradan'dan ötürü…

'Şura suresi' 23’üncü ayette mealen "De ki; ben yapmış olduğum tebliğ görevine karşılık sizden bir ücret istemiyorum, akrabaya sevgi, muhabbetten başka…" deniyor. Bu ayette kullanılan ‘el kurba’ -ki akraba kelimesi ile aynı köktür- yakınlık anlamına da geliyor. Yani yüce Allah kitabında Hz. Peygamber'e (SAV), tebliğ görevine karşılık yakınlarına, akrabalarına gösterilecek muhabbet'ten başka bir şey istememesini emrediyor. Yani inananlardan Hz.Peygamber'in (SAV) yakınlarına, akrabalarına karşı muhabbet duyulması isteniyor. İster akraba, ister yakın olarak alın, iki manayı da en güzel şekilde karşılayan "Ehl-i Beyt" kavramıdır. Arzu ederseniz siz kendi yakınlarınıza, akrabalarınıza muhabbet olarak genişletin ayetin anlamını. Gönül ister ki Allah'ın tüm sevdiği kullarını kapsasın muhabbetimiz. Ama 'Ehli Beyt'e muhabbet bizi Hz.Muhammed'e (SAV), o'na muhabbet de Allah'a yakınlaştırır. Bu kısa yoldur. Tanımadığınız kişilere muhabbet beslemek zor geliyorsa belki onlara muhabbet duyan, güzel hal üzere olan kimseleri sevip yakınlaşmakla 'Ehli Beyt' katarına dahil olabiliriz biz de. Ya da okuyup, araştırarak tanımaya çalışırız. Bazen temsil ettiği değerler üzerinden bir roman karakterine dahi muhabbet besleyebiliriz. Dini inancımız ne olursa olsun, ya da olmasın, güzel insanları sevmeye bir engel yok! Bu da işin insani tarafı…

Bilerek ya da bilmeyerek, namazda selamdan evvel, teşehhüdün sonunda salavat getirildiğinde Hz.Peygamber'e (SAV) ve ailesine, soyuna dua edilir. Yani 'Ehli Beyt'e… 'Penc-i Ali Aba'; Hz.Muhammed (SAV) ve abasının altına aldığı dört kişi… Gerçek İslam'ı anlamak adına hepsi ayrı ayrı birer nefer! Tüm Evliyauallah onların muhabbetleriyle şereflenmek, huylarıyla huylanmak suretiyle aydınlığa ermiş olsa gerektir. Bu Allah'ın açtığı bir yoldur ve onlar sadece vesiledirler. Yaşamları öyle zorluklarla, acılarla bezelidir ki, kuşkusuz bu kadarını kaldırabilmek ve doğru kalabilmek için seçilmiş olmak lazımdır. 'Çağdaş' bir dille ifade edersek; bu kadar güzel "rol model" olunur! İnanıyorum ki yaptıkları hatalar dahi bize örnek olsun, ders olsun diyedir. Hz.Muhammed(sav) ile peygamberlik tamama ermiş olmasaydı, 'Ehli Beyti Resulullah' peygamber olurlardı. Onlar büyük veliler ve kendilerinden sonra gelenlerin baş tacıdırlar. Sayelerinde velayet yolu devam etmiştir ve kıyamete kadar devam edecektir.
Okuduklarımdan anladığım kadarıyla; Hz.Muhammed'e(sav) ve Ehli Beyt'ine muhabbet beslemeyenin müslümanlığının tam olduğunu söylemek mümkün değildir ve onlara düşmanlık edenler Allah'a isyan etmiş gibidirler. Bu görüş pek çok ayet ve hadisle desteklenebilir. Hadislerin çoğu Emeviler ve Abbasiler döneminde toplanmış olmasına karşın, 'Ehli Beyt' sevgisini teşvik edici hadisler bugüne değin aktarılabilmiştir. Güç ve maddi çıkar gibi dünyevi menfaatler uğruna İslam'ın özünü bozmaya yeltenmekten kaçınmayan muaviye ve melun oğlu yezid'e rağmen.. Bunların Hz.Ali, Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin'in(ra), Kerbela şehitlerinin ve pek çok Ehli Beyt muhibbinin katlinden mesul olmaları bir yana, hainler her namaz vakti, atadıkları sözde imamlar vasıtasıyla Hz.Ali(ra) ve Ehl-i Beyt'e camilerde lanet etmeyi sünnet edinmişler ve cemaati de mecbur ederlermiş. İnananlar camiye gidemez olmuşlar. Zalimliklerini oku oku bitmiyor. Pis adetleri yüzyıllarca devam edegelmiş. Halifelik kavramı iyice kirlenmiş, İslam bölünmüş, misyonundan uzaklaşmış, Hakikati perdelenmiş, halk cahil kalmış.. Elbet vardır bir hikmeti!
Ola ki bugün İslam adına gerici, yoz, yobaz, insanlıktan uzak ne varsa sizleri dininizden soğutan çoğu muaviye ve yezid'in, başta Emevi saltanatının dine soktuğu 'bidat'lerdir. İslam adına kim varsa güç, para, mevkiye tapan, sevgisiz, ahlaksız, zalim ve adaletsiz, bu lanet olasıcaların mirasçılarıdır. Bunlar turnesol kağıdı olmuşlar. Girdikleri yerde Allah'ın, Peygamberinin uğruna, Aşk uğruna, Hak uğruna her şeylerinden vaz geçmeye hazır bir azınlık, müslümanlar bir yana, bozguncu, yalancı, nifakçı küfürbaz ikiyüzlüler bir yana düşmüş. Ha bir de seyircileri unutmayalım ki onlar sessiz ortaklar… Bilgisizler ayrı!
Bu yazıyı yazma sebebim önümüzün Kerbela olayının yaşandığı Muharrem ayı olması. Fakir bu olayı araştırıp anlamaya çalışmaya başladığımdan beri duygu atmosferinden kurtulamadım, İslam'da kilit rolü olan bu olayı sizlerin de çeşitli kaynaklardan araştırmanızı teşvik etmek istedim. Bundandır ki bir kaç satır da olsa "Ehl-i Beyt"ten bahsetmeyi gerekli gördüm, yapılan zulümün nereye dokunduğunun anlaşılması adına. İmam Hüseyin'i Kerbela'da katledenler, işini çabuk bitirelim de namaz vaktini kaçırmayalım derdindeydiler. Onların kıldığı namazı kılmak bana haram olsun!
Evde, üzerimizde, uğur getirdiği, koruduğuna inanılarak bulundurulan "Fatıma'nın Eli"nin tasavvufi açılımı da "Ehli Beyt"tir. Beş parmak, bir el… İnananların üzerine olsun! İslam alemi yarın hicri yeni yıl '1435'i idrak edecek, kutlu olsun! Muharrem ayınız hayırla geçsin, 10.günü 'Aşure'dir! Kerbela olayından ibret alınmasına, Hz.Muhammed(sav) ve 'Ehli Beyt'ini daha yakından tanıyıp sevmeye, Bir olmamıza vesile olsun! Allah kazadan beladan saklasın! Hu

Yazının Devamını Oku

Oku!

27 Ekim 2013
Okuyorum.. Okuduklarım fakiri ne kadar hakikatime yakınlaştırıyor? Okuduklarımı anlıyor muyum? Daha da ötesi okuduklarımı yaşıyor muyum? Daha daha ötesi okuduğum oldum mu? Peki okumak nedir? Bilmek nedir? Oku denildiğinde kelimeleri ezberine al mı demek, manasını idrak et mi demek? Acaba evren bir okuma mıdır? Yoksa ben miyim okunacak kitap? Yazan kim? Yazdıran kim? Okuyan kim?

İnsanoğlunun en önemli özelliklerinden biri soru sorması! Ne? Neden? Niçin? Kim? Nasıl? Nerede?

Soru sorarak, sorguladığımız şeye yönelişimiz başlıyor! Bu sorular nereden geliyor? Zihnimizden mi? Zihnimizin bir kaynağı var mı? Yoksa zihin kaynağın kendisi mi? En çok merak ettiğimiz şey ne? En merak etmeye değer şey? Varlık?
Tüm bunları düşünmeyen insanın nasıl bir varoluşu olabilir? Ya cevapları biliyordur, ya da hayatiyetinden şüphe duyarım. Can, bitkide, hayvanda da var. Biz farklıyız! İnsanın hayatiyetine uyanması zihninin sınırlarına ermesiyle mümkün. Kendimizi bilmek fıtratımızda var. Ancak kapasitemiz de belli. Beynimizin %10 kadarını kullanabiliyormuşuz, üç aşağı, beş yukarı… Ve akıl hep ikilikte kalıyor doğası gereği. O halde yaradılışımızın sırrını anlamamız mümkün mü?

Evet! Düşünün ki basit bir cep telefonuyla bile internete bağlanıp istediğimiz bilgilere ulaşabiliyoruz. İnsan aklı söz konusu ise, sufiler çok önceden beri ana kaynağa bağlanmanın olası olduğunu keşfetmişler. Hindular, Budistler de katılıyor buna; Atman’dan, Brahman’a bir yol var. Bilimsel dilde, Vedik Yoga öğretisi “birlik bilinci” diyor mesela. Sufiler, külli akıl… Tevhid sırrına ermek! Yolu ne? Aşkınlık! Yöntemi? Çeşitli! Neredeyse tüm manevi öğretilerin, hatta bilim adamlarının hem fikir olduğu şu; sınırlarımızı aşabiliriz, olduğumuzdan daha fazlası olabiliriz! Evrim yaradılışımızın doğasında var! Her anda var! Biraz daha açalım…

Aşmak ne demek? Demek bir sınır, bir duvar var. Biz de içindeyiz. Hapisiz bir anlamda, çünkü dışarıda çok daha fazlası var. İçimizde bir dürtü, bir genişleme isteği… Bir çağrı var derinliklerimizde yankılanan. Ona uymadan huzur bulamayız. Arıyoruz. Bazılarımız malesef uyuşturulmayı tercih ediyorlar. Arayanlar tehlikeli kimseler. Sorguluyorlar. Bir başka insan tarafından güdülmeleri zor. Onları ancak daha büyük bir güç teslim alabilir. Ya o güç içimizdeyse. Ya içimizde zannettiğimiz güç yine bizi kandırmak için kılık değiştirmiş nefsimiz ise? Şüphe bir yere kadar sağlıklı. Onun da fazlası hastalıktır. Ama nasıl bileceğiz? Akıl, nefs, şüphe, sorular, arzular, güç, bilgi… Mayın tarlası gibi! Sözde bizi biz yapan, varlık iddiamızı besleyen, kendimizle özdeşleştirdiğimiz, bağlandığımız ne varsa; hepsi işlevlerini tamamladıklarında aşmamız gereken duvarlarımızdır. Ancak bu rehbersiz gerçekleştirmesi neredeyse imkansız bir iş!

Aklın dar kalıplarını yine akıl ile açarız. Aklın sınırlarını aşmak için ihtiyacımız olan anahtar aklın bulabileceği en değerli hazine. Bu anahtar kalbin anahtarıdır. Kalpten kalbe aşk ile yürüyebiliriz. Teslimiyet ise birleşmenin anahtarıdır. Bırak, terk et! Güven! Ve varlıkta yok ol! Bunu nasıl iddia edebiliyorum? Aklım henüz almış değil. Nefis perdeleri aralanmış değil. Bir yerlerde okumuşum. Yeterli değil. Ama bu hali yaşayanı bulmuşum. Onu sevmişim. Yarım yamalak bir teslimiyetim var. İşte o oranda genişliyorum, cüzzi aklım, külli akıl ile bağlantı kurabiliyor. O oranda hal sahibinin haliyle hallenmeme kapı aralanmış. Deneyimleme başlamış. Onun gözüyle okuyabiliyorum, kulağıyla duyabiliyorum, biraz. Tadını alıp da daha fazlası için gayrete gelmeme yetecek kadar. Nasibim varmış. Fakiri kapıya kadar getirmişler. Gerisi için gayret soruyorlar. Hakikatin tadını da bir defa alınca nasıl bırakabilirsin? Terk makamlarının çok ileri bir sahfası olsa gerek! Bu yazıyı okuyup kendine pay çıkarıyorsan senin de nasibin var demektir!

Bütün okudukların en fazla seni ilmen yakın yapar hakikatine… İlm-el-yakin denir. Dar anlamda, “alim” olursun. Oldum zannetme! Bu hiç elma görmemiş, tatmamış birinin elmayı bildiğini iddia etmesine benzer. Ne zaman ki elmayı görür, tadar, dokunursun, deneyim sahibisindir elma hakkında. Ayn-el-yakin denir. Bilgin daha üstündür artık. Yine oldum zannetme. Sadece duyularınla tecrübe ettin ki bu kapasitene oranla kısıtlıdır. Ne zaman ki elma oldun, ancak o zaman elmanın hakikatine vakıf olursun. Elma hakkında bilmediğin hiç bir şey kalmamıştır. O hakikat her şeyin içinde sırlıdır. Hakk-el-yakin denir buna. Bu bilgiyle eylem gerçekleştirmen ‘marifet’tir. Sana arif kişi derler. Okumuş, anlamış, tecrübe etmiş, içselleştirmiş, tüm sırlarına ermiş, evrenin hizmetine sunmuşsundur bilgeliğini. Bu senin doğan olmuştur artık. Çabasız, çıkarsız, hesapsız, safça ve aşkla; olmuşsundur! Sana usta deriz, guru, aşkın insan, mürşidimiz, rehberimiz… Sen Allah’ın bir mucizesi, bir lütfusun! Elini tutan kurtuluşa ulaşır!

Yazının Devamını Oku

Yaman bir köpeğin öğrettiği

20 Ekim 2013
Yaman gece gündüz ağlıyordu, uyku uyutmuyordu. Hem içim acıyordu hem de uykusuz geçen geceler yavaş yavaş sinir yapmaya başlamıştı. Ve Allah’a yakardım…

Bir zamanlar evime girmek için kırık dökük basamakları olan bir merdivenden aşağı inip, yan komşumun kapısının önünden geçen dar yolu yürümem gerekiyordu. Merdivenin korkuluğu da yoktu, kötü havalarda basamakların kayganlığı bir yana, geceleri, merdiven ışığı da bulunmadığından her iniş çıkışım maceraydı. Ayrıca mal sahibimin kardeşi olan yan komşum o dar geçiş yolu üzerine gaz sayacı için irice demir bir kutu yerleştirdi. Kafamı vurmadan geçmem artık marifet sayılırdı. Nitekim pek çok defa vurmuşumdur. Başka sorunlar da olmakla birlikte, arıza çıkarmadan tam 4 yıl o gecekonduda yaşadım. Çevreme faydalı olmaya, iyi bir komşu olmaya çalıştım. Ancak bir olay vardı ki fakiri derinden sarstı ve yaşananlar bugün boynumda taşıdığım tespihi almama vesile oldu.
Bir gece eve geliyordum. Merdivenleri indim, kafamı eğerek demir kutuyu geçtim ki birkaç adım atmamla ayağım bir ipe dolandı ve ellerim önde yüzüstü yere kapaklandım. Sağ elim beton yerine yumuşak bir şeye basmıştı. Kokladım ve çamur değildi; -afedersiniz- bok! Yerden doğrulmaya çalışırken onunla yüz yüze geldim; ufak bir yavru köpek, dili dışarda bana bakıyordu. Bu köpeğin burada ne işi vardı? “Hayırdır” deyip evime girdim ancak, köpeğin ağlamaları bütün gece devam etti. Ona su ve yemek verdim, başını okşayıp konuştum, anlaşılan canı sıkılıyordu. Ertesi gün komşumun kapısındaydım. Kızları köpek istemiş, onlar da bulmuşlar bir tane, merdivenin altına derme çatma bir kulübe yerleştirip köpeği de bağlamışlar önüne. “Aman yapmayın, fakir buradan geçiyor, nasıl olacak, hem köpek bakım ister, eğitim ister, kız okulda, siz iştesiniz, yazık olur, uygun şartlar olması lazım” falan derken, “Tamam bakarız” dediler. Bekleyip görmeye karar verdim. Günler geçiyordu. Adını “Yaman” koymuşlardı. Tahmin ettiğim gibiydi. Köpeğin yemeğini içmesini ihmal ediyorlardı. Gezdirmiyorlardı. Zavallım o kuytu köşede zincire vurulmuş, ağlayıp duruyordu. Pisliğini de temizlemiyorlardı. Kokuyordu. Kendimi çaresiz hissediyordum, dert olmuştu, onu hem seviyor hem de gitmesini istiyordum. Durumu ustama danışmaya karar verdim.

Bir sabır testi

“Derviş Baba” durumu belediyeye şikâyet etmemi söyledi. Bu fikir kafama yatmamıştı. Köpek barınaklarındaki içler acısı durumdan dem vurdum. Derviş Baba, “Merak etme, belediyecilerle anlaşır, köpeği 2 sokak ötede teslim alır buraya getirirsin, çiftlikte bakarız” dedi. “Eyvallah” dedim ama hâlâ içime sinmemişti, daha iyi bir çözüm bekliyordum, ustamın dediğini yargılıyor, işime geleni kabul ediyordum, teslimiyetim şartlıydı. Hem komşularımla aram kötü olacaktı. Biraz daha beklemeye karar verdim. O günlerde Yaman’ı arka tarafa aldılar. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştum. Artık giriş yolumdaki pislik sorunu hallolmuştu ancak köpek neredeyse tam yatak odamın penceresinin dibine yerleşmişti. Yaman gece gündüz ağlıyordu, uyku uyutmuyordu. Hem içim acıyordu hem de uykusuz geçen geceler yavaş yavaş sinir yapmaya başlamıştı. Yine uyardım. “Bekle biraz, amcanın çiftliğine göndereceğiz” dediler. Göndermediler. Mal sahibini aradım, şikâyet ettim, kaç kere. Fakiri yumuşak bulmuşlar, adam yerine koymuyorlardı. Uykusuzluktan mahv, perişan haldeydim. Öfkeme ket vurmaya çalışıyor, “bu bir sabır testi” diyordum.
O sabah yine uykusuz, köpeğin havlamaları canıma tak etmişti. Çaresizliğim bir yakarış kopardı gönlümden; “Ey Allahım, Ya Settar, bu fakirin halini görüyorsun, ne olur bitsin artık bu çile, medet Ya Rab! Olduğum yere çökmüştüm. Hayal meyal komşunun annesinin köpeği arkada bağlı olduğu yerden aldığını duydum. Bir süre sessizlik oldu. On beş dakika kadar sonra, bu sefer ön taraftan gelen çığlık ve çocuk ağlamalarıyla irkildim. Çok geçmeden kapım çalındı. Anne bir sıkıntısı olunca bazen kapıma gelir dertleşirdi. Onlar da yan komşumun üst katında oturuyorlardı. Aşağıya inen merdivenin başı minik bir köprüyle dairelerine bağlanıyordu, köprünün korkulukları yoktu. Aşağısı o önünden geçtiğim dar boşluktu. Anne ağlayarak: “Yaman, Yaman kendini astı! Onu ön tarafa almış, ipini kapının tokmağına bağlamıştım, nasıl olduysa düşmüş boşluğa, ip kısaydı, havada asılı kalmış, yetişene kadar, öldü günahsız yavrucak…” Başımdan aşağıya kaynar sular inmişti. Elim ayağım titreyerek onu teskin etmeye çalıştım, “Vardır bir hayır” dedim, “kurtuldu hayvancağız”. Ona söyleyemedim, hem zaten olabilir miydi? Aman Tanrım! Az sonra anne ilgime teşekkür edip çıktı ve oğlu gelince köpeği oradan aldılar, çöpe attılar! Ah, böyle olacağını bilseydim… Artık çok geçti!

‘Yarı katil sayılırsın’

Derviş Baba’ya olayı anlattığımda; “Ah evladım neredeyse yarı katil olmuş sayılırsın, ama bilmiyordun, Allah affetsin. Öyle her iş doğrudan Allah’a havale edilmez. O işleri çabuk ve kesin halledendir. Derviş aklından geçenlere, dileklerine çok dikkat etmek zorunda. Keşke dediğim gibi yapsaydın. Bu sana ders olsun” dedi ve çekmecesinden çıkardığı 99’luk tespihi boynuma astı. Yeni bir işarete kadar her gün belli sayıda “Estağfurullah…” zikri çekmemi söyledi. Çok üzgündüm. Henüz ismimi de almamıştım. Zaman zaman o köpeğin haliyle hallenir, “Yaman” ismini almayı kendime yakıştırırdım. Zikrimi düzenli olarak yapıyordum. Ağlıyordum. Derken bir sabah, gördüğüm rüyadan “Estağfurullah” diye bağırarak uyandım. İçim hafiflemişti. Affedildiğimi hissediyordum. Ustama anlattığımda gülümsedi; “Gerçekten affedildin galiba” dedi. Hamdolsun! Derviş Baba fakire durumuma uygun yeni bir tespihat verdi. O zamandan beri tespihimi boynumda taşıyorum ve bana maceralar yaşatmaya devam ediyor. Zamanı geldiğinde

Yazının Devamını Oku

Kurban…

14 Ekim 2013
Aman! Sevap işleyelim derken günah olmasın! İslam dininin özüne uymayan davranışlarla insanları dinden soğutmanın, tiksindirmenin vebali de cabası…

Önümüz Kurban Bayramı; milletimize, İslam âlemine ve tüm insanlığa hayırlı olmasını diliyorum. Bu bayramın amacının gerçekleşmesi zaten büyük hayırdır. İnsanların kardeşçe paylaşımına, açların doymasına, muhtaçların ihtiyaçlarının giderilmesine, nefislerimizin terbiyesine, günahlarımızın affına, Allah’a yakınlaşmamıza, barışa vesile olsun!
Hayır işlemenin incelikleri var. O inceliklere uyulmazsa hayır şerre dönüşebilir. Mesela bir besinin temiz, taze iken bize faydalı olabilmesi ancak bayat, pisken bizi hasta edebilmesi gibi. Kurban da amacına, usulüne uygun yapılmazsa amelimiz zararımıza olabilir. Kurban olarak hayvan keseceklerin hem niyetine hem hayvana zulüm olmamasına hem de çevreye verilebilecek zarara, görüntü, koku, pislik v.s. her açıdan özen göstermelerini rica ederim. Aman! Sevap işleyelim derken günah olmasın! İslam dininin özüne uymayan davranışlarla insanları dinden soğutmanın, tiksindirmenin vebali de cabası…

KURBİYET VE KURBAN

‘Kurban’ eyleminin özü nefsimizin kötü alışkanlıklarını kesmekle çok yakın ilişkilidir. Nefsin kötü alışkanlıkları bizi günaha sürükler. Bu da bizi hakikatimizden uzaklaştırır. Nefs-i emmare (kötülüğü emreden nefs katmanı, sahte benliğin en kaba düzeyi), isteklerinin gerçekleşmesi için aslımıza ve başkalarına gelebilecek zararı gözetmeye pek hevesli değildir. Bencilce kendini düşünür. Ona muhalefet etmeliyiz. Nefs beslenmeye muhtaçtır. Kötülükle beslenince kötüleşir, iyilikle beslenince iyileşir. Kötü huylarımız nefsimizi azdırırlar. Allah’ın rızası bizi günahlarımızdan temizlemek, kendine yakınlaştırmaktır. Hakikati bulmamızı ister ancak bunun için biz de işin içine özgür irademizi ve dolayısıyla gayretimizi katmak durumundayız. Nefsimize zor gelen şeyleri yapmakla, ona her istediğini vermemekle nefs-i emmarenin besinini keseriz, böylelikle içimizdeki Rahmani tarafın, ruhumuzun kuvvetlenmesine katkıda bulunarak Rabb’imize yakınlaşmaya çalışırız. Bu yakınlığa ‘kurbiyet’ denir. ‘Kurban’ kelimesi de aynı kökten türer. Anlayacağınız kurban olarak yaptığımız maddi ve manevi fedâkarlık bizi Allah’a yakınlaştırmaya vesiledir. Ancak yaptığımız işi bilinçsizce, gösteriş için, salt alışkanlıktan ya da Allah rızası dışında bir çıkar gözeterek yapıyorsak amaç tam hasıl olmaz.
İnsana ‘eşref-i mahlukat’ denir. Bütün yaratılmışların en yücesi ve varlık âleminin ‘şerif’i konumundadır. Bu görevini şefkatle yapmalıdır. Bir yerde diğer canlılar bize emanettir. Hz. Nuh’tan beri hayvanat âlemi (bazı istisnalar hariç) besin olarak bize helal kılınmıştır. Bir hayvanın insana hizmeti, kendini sunması onun ulaşabileceği en yüksek mertebedir. Bunu suistimal etmek ise bize günahtır. Onlara zulüm ederek veya aşırı, gereksiz tüketim ile bu günaha gireriz. Et yiyorsak (yemiyorsak da..) her lokmanın bedelini iyi düşünmeliyiz. Hayatında hiç hayvan kesimine şahit olmamış kişiler için bunu idrak etmek daha zordur. Sağlıklı bir kalbe sahip kişiler hayvanları severler. Doğal olarak hayvan kesimi sırasında bir miktar üzüntü duyulur. Duygulu bir andır bir varlığın can vermesi. Kurbanın sırlarından biri de bu duygusallıkta gizlidir. Kurban kesimi esnasında bundan bir miktar üzüntü duymak eylemin amacına hizmet eder. Günahlarımızın affının bir bedeli olması bakımından, Allah’a yakınlaşabilmenin bir diyeti olarak kurban keseriz. Kendi yerimize onu keseriz. Ya da Hz. İbrahim gibi, en sevdiğimizi kurban edeceğimiz yerde, Yüce Allah lütfuyla bize kurban eylemini kolaylaştırmıştır… Kurban eyleminden üzüntü duymamak, günahlarımızdan pişman olmamak gibidir. Sevincimiz ise Allah’ın rızasını kazanma umudundandır. Ayrıca sevdiklerimizle bir araya gelmek var bayramda ve de ‘tatil’!

HİÇ YOKSA BİR DUA

Kurban kesemeyeceklerin bu bayramı vesile kılıp güçleri nispetinde bir hayır işlemelerini isterdim. Birilerine faydanız olsun. Azıcık nefsinizi zorlasın. Düşündüğünüz maddi yardım ise azıcık cebinizi zorlayacak oranda olsun. Manevi yolun yolcuları mutlaka bu suretle nefislerini hesaba çekecek, kötü huylarını biraz daha törpüleme yolunda gayretlerini somutlaştıracak adımlar atmaya çalışacaklardır. Hiç yoksa bir duacık… Hiç bir şey karşılıksız kalmayacaktır! Hele bu özel günlerde…

Yazının Devamını Oku

Ben bir sufiyim...

6 Ekim 2013
Tasavvuf kurumlarının iade-i itibarının ülkemiz için artık yasaklı olmasından daha faydalı olacağına inanıyorum

Bir kaç gün önce millet-vekillerimiz ve biz gazeteciler bir elektronik posta aldık. ‘Sufi gençlik’ tarafından gönderilen bu posta sufilerin özgürlük talebini dile getiriyordu. Fakir bu konuyu çok önemli buluyor, tasavvuf kurumlarının iade-i itibarının ülkemiz için artık yasaklı olmasından daha faydalı olacağına inanıyorum. Bölücülüğü değil birleştiriciliği merkeze aldıkları için. İnsanı, sevgiyi, hoşgörüyü merkeze aldıkları için… Politika işim değil, ancak kimsenin özgürlük alanına tecavüz etmeyen bu talebe özgürlük adına ve inandığım doğrular adına sahip çıkmayı kendime borç biliyorum. Bunun nasıl olabileceği tartışılsın, denetim mekanizmaları gerekiyorsa kurulsun, hakikisi ve sahtesi ayrışsın, bu ikiyüzlülük son bulsun! Bir yandan Hz. Mevlana’ya, Yunus Emre’ye, Hacı Bektaş-ı Veli ve daha birçok mutasavvıfa sahip çıkar gibi görünüp, hatta onlardan nemalanıp, tasavvufu yaşamanın yasaklı olması vefasızlıktır. Bu öğretiyi yaşamak felsefi boyutunun ötesindedir. Üç beş kitapla, müzeyle, turistik gösterilerle geçiştirilemez. Yerimin kalanını söz konusu postaya ayırdım, keza konu çok su kaldırır, umarım etraflıca işlemek nasip olur! İmzayı fakir diye atmışlar, o zaman metin bu fakire de aittir:

Ben bir sufiyim, ustamdan incinmemeyi ve incitmemeyi öğrendim.
Ben bir sufiyim, ustamdan benden farklı olanlara saygı göstermeyi ve ‘yaratılanı Yaratandan ötürü’ sevmeyi öğrendim.
Ben bir sufiyim, ustamdan gönlün dilini öğrendim ve gönlün aşkı, sevgiyi, merhameti ve muhabbeti istediğini öğrendim.
Ben bir sufiyim, ustamdan açı doyurmak, yoksulu giydirmek, yolda kalana yardım etmek, ihtiyacı olana dost olmak gerektiğini öğrendim.
Ben bir sufiyim, ustamdan kendimden önce başkalarına hizmet etmenin neden önemli olduğunu öğrendim.
Ben bir sufiyim, ustamdan görüşler, fikirler, düşünceler, ideolojiler ya da inançlar arasında bir anlayış olabileceğini ve yepyeni yollar kurulabileceğini öğrendim.

Yazının Devamını Oku

Sessizliğe övgü

29 Eylül 2013
Sessizlikle yıkanırsın!

Ne zaman ki bilincin o sessizlik alanında yapılanır, artık çevresel faktörler seninle oynayamaz olur. ‘Sessizliğin Efendisi’ olursun

Sessizliğin değerini gürültülü geçen bu günlerde daha iyi anlamaktayım. Kendi derinliklerime çekiliyorum, iç sığınağıma. Bunu yapmayı az çok öğrenmiştim. Artık o sığınağı dışarı taşıma zamanı gelmiş. Allah’ın bir lütfu olsa gerek. Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş… Böylece sükûnetimi korumanın yanında onu yayma yetimi geliştirebileceğim, dış şartlar nasıl olursa olsun. Yani bir terfi imkânı var önümde. Başarabilirsem, yanımda sessizliğime kulak veren huzur hissedecek. Kakofoni senfoniye dönüşecek…

KAYBEDENLER SINAVI

Bunu hak etmek için çok çalıştım. 17 senedir meditasyon yapıyorum. Meditasyon, derin, yaratıcı sessizliğin deneyimidir. Önce dış şartları oluşturursun, sessiz bir ortam, sakince kalabileceğin bir yer ayarlarsın, rahatça oturursun. Nabzının, nefesinin yavaşlamasına izin verirsin. İstersen gözlerini de kapar, sessizce durursun. Fizyolojin dinlenmeye geçer, bir sakinlik, bir huzur eşiğine gelirsin, belki de rahatça girersin o kapıdan. Dış seslerin algını meşgul etmesi azalınca, iç seslerin daha duyulur olur, çünkü bilincin açıktır, zihninin hareketliliğini fark edersin, ne gevezedir o. Aldırmazsan, zikrinin rehberliğinde, düşüncelerini beslemenin önüne geçebilirsen, daha da derin bir sessizlik deneyimlersin. Uyku, uyanıklık, rüya, birarada… Zamanla düşünceler yatışır, saf bilinç haline her dalışın sana şifadır, dalar, çıkarsın. Çıkarken elin boş değildir, bir avuç sessizlik, derken bir kase, bir kova sessizlik… Sessizlikle yıkanırsın! Ne zaman ki bilincin o sessizlik alanında yapılanır, artık çevresel faktörler seninle bir oyuncakmışsın gibi oynayamaz olur. ‘Sessizliğin Efendisi’ olursun. Ve sessizlik konuşur, hakikati anlatır! Yayılır…
Bir süredir ‘Sessizliğin Efendileri’yle bir aradalıklar nasip oluyor. Feyz alıyorum. Halleriyle halleniyorum. Değişiyorum. Nefsimin gürültülü, kaba alışkanlıklarından vazgeçmeye direncim kırılıyor. Tüm bunlar olurken hayat çevremdeki insanların ağzından dile geliyor! Fakiri yeni tanımaya başlayan, haytalık dönemimi bilmeyen bir arkadaşım mesaj atmış geçenlerde: “Sevgili Musa Dede, normal hayatını gözlemlediğimde, sen çok sıkıcı bir adamsın ama yanındayken bunun önemi kalmıyor, kendimi iyi hissediyorum…” Dönüşümünün bir yerinde seni yakalar bu iç hesaplaşma, arkadaşım ne de güzel özetlemiş, sevgi diliyle sunmuş. Bazen daha çetin olur; gevezeliğin yerini suskunluk, yerginin yerini hüsnü zan aldıkça, eğlence dediğin kuru gürültünün yerini ahenkli bir dinginlik, çevrende arkadaş dediğin kimi havalı vefasızın yerini saftirik birkaç fakir aldıkça, savaşın yerini barış aldıkça, hele de çapkın sırıtışının yerine, ‘kırık’ bir teslimiyet ifadesi oturursa, gereksiz şatafatı, kurnazlığı, tüketme sanatını, bilgiç mutsuzluklarının içinde debelenmeyi hayat zannedenler seni anlayamazlar, yadırgar, muhalif olurlar. Kaybedenler arasına yazılırsın. Sınav… Çileci! Sıkıcısındır! Sessizlik sıkıcıdır! Huzur mezara ertelenmiş bir düşkünlüktür! Bilmezler ki sükûnetinden manevi hazların kokusu tütmeye başlamıştır. Aslında onlar, seni zombi zanneden zombilerdir! Çoğu uyanmak da istemezler. Görevleri, nefsinin sözcülüğünü üstlenip, seni dönüşümünün dinamikleriyle yüzleştirmektir. Ne gam… Herkes hemcinsleriyle haşrolunur! Değerini bilenler gelir seni bulur, yoluna ortak olur! Zamanla herkes değişebilir. Sessizlikte niyet tohumları ekili. Birbirimize vesileyiz. Sabırla koruk helva olur…

Yazının Devamını Oku

İkram

23 Eylül 2013
Şiir dili hâl diline en yakın dil gelir bana. Hayat düz yazıdan ziyade şiir gibidir sanki.

Birkaç mısrada ne çok şey anlatılabilir. Bazen böyle ilham gelir, kalp şiirle konuşur. Paylaşmak istedim. Hazreti Yunus Emre’ye selam olsun, bir satırda tüm sırları açmıştır; “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm”… İzindeyiz, fakirhane. Hazretin dilinin gücü yanında pek ham kalsa da, hoşgörünüze sığınarak, bu hafta kalemimden damlayan ‘serbest’ bir şiiri sunuyorum beğeninize. Hoşunuza giderse yine yazarım! Hu

Beni taht odasına çıkardılar,
taht boştu.
Sesini duydum;
- “Benden kendini seyreden kim?”
“Sensin” dedim,
“Ama taht niye boş?”

Yazının Devamını Oku

Savaşı yaşadım

8 Eylül 2013
Saddam’ın Tel-Aviv’e attığı o ilk ‘Scud’ füzesi karanlığı yararak, üzerimizden geçti, ilerideki tepenin ardından bir patlama sesiyle birlikte göğe doğru kırmızı-mavi bir ateş haresi yükseldi.

Savaşı yaşadım… Yaşıyorum! Birinci Körfez Savaşı sırasında İsrail’de bulunuyordum, işçi statüsünde… Necef çölünde, Ürdün sınırında, bedevilerle, domates, kavun tarlalarında ırgatlık yapıyordum. Savaş başlayınca, gaz maskeleri verildi hepimize. Saldırı bekleniyordu. Kimyasal olabilirdi. Barakalarımızın hava girebilecek her deliğini naylonlarla kapladık, yemekhaneyi sığınağa çevirdik. Bir bölümümüze silah dağıtıldı. Artık yarımız tarlada çalışırken, yarımız nöbet tutuyordu. Annem yalvarıyordu geri dönmem için. Arkadaşlarımı bırakmak içimi acıtıyordu, ama bu benim savaşım değildi, ailem, dostlarım, vatanım, olmam gereken yer Türkiye’ydi. Geri dönmeye karar verdim. Bir gece vakti çölü geçen tırlara otostop yaparak Tel-Aviv Havaalanı’nın yolunu tuttum. Bu bir aile yazgısı mıydı? Annemin ailesi Gürcistan’dan, Bolşevik devriminden güçbela Türkiye’ye kaçmıştı. Ailenin bir bölümünü, onca mal varlığını geride bırakarak, korku içinde… Babamın ailesiyse Balkan Savaşı’ndan kaçıp Edirne’ye akrabalarının yanına sığınmıştı, Romanlarla beraber yollara düşmüşlerdi, sınır kapısında büyükbabamgillerin kimliğini, “Kıpti” diye damgaladılar aceleyle. Bu ilk savaştan kaçışı değildi atalarımın, ama her seferinde son olacağını umuyorlardı… Barışı özlüyorduk, tüm insanlar gibi…

GAZ MASKENİ TAKSANA

Havalimanında gaz maskemi teslim ettim. Uçağa daha saatler vardı. Bir köşeye kıvrıldım. Uyuyakalmışım. Siren sesleriyle uyandım, benden başka yolcu yoktu salonda. Koşturan askerleri gördüm, “Durun, beni bekleyin” diye bağırdım. Beni de aldılar yanlarına ve geçici sığınağa indik birlikte, bir bölük asker ve fakir. Herkes gaz maskelerini takıyordu. Gaz maskeli askerlerden bir kadın, bana döndü; “Gaz maskeni taksana” dedi, “Sınır kapısında teslim ettim” dedim… Maskesini çıkarıp bana verişini asla unutmayacağım, belki de hayatı pahasına fedakârlık yapan o kadının karşısında utanma duygusu vardı içimde. Telsizle bazı konuşmalar oldu. Bölüğe, büyük sığınağa gitmeleri emri geldi. Bunun için koşarak uçak pistini geçmemiz gerekiyordu. O pistin ortasında bir an dona kaldık, ilk defa füze görüyordum, Saddam’ın Tel-Aviv’e attığı o ilk “Scud” füzesi karanlığı yararak, üzerimizden geçti, ilerideki tepenin ardından bir patlama sesiyle birlikte göğe doğru kırmızı, mavi bir ateş haresi yükseldi. Orada, o anda kim bilir kaç can yitmişti. Az sonra büyük sığınağın vakumlu kapısı üzerimize kapandığında, canından başka sermayesi olmayan, hiç olmadığım kadar çıplak, bir gariptim…

NEFSİMİZLE OLAN SAVAŞ

Yüzleşmekten kaçtığınız bir iç meselenin, kendini görünür kılmak için dışa vurması gibi; mesela, bedensel hastalıklardaki gibi, dışarıdaki savaşın da içsavaşımızı vermekten kaçmamız sonucu tezahür ettiğini düşünüyorum. Nefsimizle olan savaşımızı kastediyorum. Kaçtıkça, kaçamayacağımız bir biçimde karşımıza çıkıyor yazgımız, soyuttan, somuta doğru hareketle… Hz.Muhammed (SAV) ve ümmeti, kendilerine düşman olan, varlık hakkı tanımak istemeyenlere karşı, pasif direniş sergilediler önceleri, uzlaşı yolları tükenince, Medine’ye hicret ettiler. Saldırı ve tehditler bitmeyince savaşa mecbur kaldılar. Kimse zorlanmadı savaşa Hz.Peygamber tarafından, hazır olmayanlar geride kaldı. Zorlu savaşlar Müslümanların galibiyetiyle neticelenmişti. “Bu küçük cihattı, asıl büyük cihat şimdi başlıyor, nefsimize karşı” diyerek asıl savaşı işaret etti Hz.Muhammed. Ayyuka çıkan hastalığın semptomları ortadan kaldırılmış, yeniden nüksetmemesi için içerideki kaynağı şifalandırmak gerekiyordu şimdi. Bu manada, huzura varmak için savaştan kaçınmak mümkün değil anlıyorum ki! Ve savaş, yalnız benim ailemin hikâyesi değil, insan olmak bir savaştır! Barışı hak edeceğimiz günlerin geleceğini umuyorum! Yoksa da bu yolda, zulme karşı insanlık yolunda şehit olmak var…
Şimdilerde bir eşikteyiz. Başımızda hak söz söyleyecek bir peygamber, veli kişi olmadığına göre, sıcak savaş gibi kararlar, istişare edilerek, toplumsal mutabakat arayarak alınmalı. Kaş yapalım derken göz çıkarmamaya dikkat etmeli, ne korkunun ne de hırslarımızın bizi yönlendirmesine izin vermemeliyiz. Muhtemel bir savaşta, yıkıma ve masumların daha fazla mağdur olmasına taraf olmamalıyız. Zulüm edenlerle çıkar peşinde silah tutanların arasında kalan masum halkın tarafı olmak nasıl becerilir, marifet bu olsa gerek! Aşağısı sakal, yukarısı bıyık. Durum zor! Her an uyanık kalmayı, basiret sahibi olmayı gerektiriyor. Karar alıcıların doğru politikaları uygulama yönündeki içsavaşlarının, başta ülkemiz ve tüm insanlık adına hayırlı sonuçlanmasını dilerim! Allah yardımcımız olsun, aklı selim, kalbi selim olmayı nasip etsin, bizleri şerlerin şerrinden korusun, yanıltmasın… Savaş içinde savaş var!

Not: Şalom / selam; tüm Musevi kardeşlerimizin 5774. yılını kutluyor, kefaret oruçlarında tüm insanlığın affı ve barış için dua etmelerini rica ediyorum! Allah kabul etsin!

Yazının Devamını Oku