Fakir de bir grup arkadaşla güzel bir günde seyahat etmedeydik ki yolumuz üstünde hoş, mütevazi bir köy evine isabet ettik. Önünde geniş verandasıyla, ılık güneşin altında, etrafa yaydığı huzurla ne kadar da davetkardı. Durup bir mola verelim dedik. Tatlı mı tatlı, her hücresinden enerji fışkıran bir dede bizi karşıladı güleryüzle. Kısa kesilmiş düzgün, kırçıllı sakalı, kafasında abartısız siyah beyaz sarığı, babacan görünümü ile pırıl pırıl gözlerindeki zeki, bir o kadar da çocuksu ifadeyi birleştirdiğinizde yaşını tahmin etmeniz zorlaşıyordu dedemin. Elli desen olur, altmıştan epey hallice desen de..
Anladım ki Hoca Nasreddin'dir zât-ı âlileri. Seyid Mahmud Hayrâni Hazretleri'nin dervişlerinden. Sevinçliydim. Hep tanışmak isterdim kendisiyle. Nasip olmuştu sonunda. Çok lezzetli vakit geçirdik birlikte. Bize evin etrafını dolaştırdı, ateş yaktık öndeki kırlıkta, sohbet ettik. Baba Erenler'de kibirden eser yoktu asla, her dem samimiydi, hiç büyüklenmedi sohbetimizde, ama her kelimede kafamı aydınlatıyor, içimde derin bir saygı uyanıyor, gönlümü ısıtıyordu sohbetiyle. Onu dost bildim. Yanında kalmaya karar verdim bir süre. Sağolsun kabul etti. Arkadaşlar fakiri orada bırakıp yollarına gittiler. Hiç üzülmedim. Bilakis yerimi bulmuş, mesuttum..
Sade bir yaşantımız vardı. Evin hizmetini görüyordum. İnanılmaz bir sükunet hakimdi hane içine, dolu dolu ve hafif. Az konuşurduk ama himmet akıyordu gürül gürül içime haliyle hallendikçe..
Bir gün, sabahın işleri bittiğinde Nasreddin Efendi kanapesinde istirahat etmedeydi, gazetesini getirdim yanına, iliştim usulca..
- "Sor!", dedi gülümseyerek. Söze girdim;
- "Babacığım, bir menkıben bilir, pek severim, bir de sizin tarafınızdan dinlemek isterim, ne hikmetler gizler, açıklarsanız sevinirim!". 'Anlat' der gibi başını salladı, ışıl ışıl gözlerini kapattı, arkasına yaslandı.. Anlatayım bir daha ki, siz de işitin;
"Filozoflarıyla meşhur Yunan illerinden bir büyük alim filozof gelmiş Anadolu'ya, Türk illerine varmış. Bu filozofun ünü kendinden önce ulaşmış zaten bizim memlekete. Zamanın sultanı adamlarını görevlendirmiş, misafirin en iyi şekilde ağırlanmasını istemiş. Bizim filozofun dileği ise bu diyarda kendisiyle boy ölçüşebilecek bilge kişileri bulmakmış. Ancak bükemediği eli öpermiş. Saraydaki bilgelerin karşısına çıkarmışlar bizimkini, ama münazaralarda hepsini altetmiş kolayca. Eline su dökülemeyeceğinden emin olacakmış artık neredeyse..
Yalaka, hain, bölücü ilan edilmek iyiden iyiye kolaylaşıyor seçimler yaklaştıkça, ortam karıştıkça. Herkes hain olmuş olunca otantiklerini saptaması daha güç haliyle. Kavramların kullanımı dejenere edilince muafiyet olasılığı da beliriyor böylece.. Neredeyse klişeleşmek üzere; Hükümetin herhangi bir görüşünü beğenenler iktidar yalakası, bu görüşlerden herhangi birisine karşı olanlar muhalefet yalakası oluyor. Toptan. Mesela gezi parkı olayları, safları netleştiren olaylardan biri. Bu meseleye hangi taraftan bakarsanız bakın bölücü olmaktan kurtulamıyorsunuz. Ve de yalaka, hain.. Çıkarılan yasalar, Kürt politikasına bakışınız, başkanlık sistemiyle ilgili duruşunuz, tuttuğunuz takım, inancınız, giyim kuşamınız, yaşam tarzınız, okuduğunuz kitaplar vs, hepsi de bölücü olma vesilelerimiz olarak yansıtılmakta artık.
Şüphem şu; maruz kaldığımız yansıtıcılarda bir problem olmasın sakın. Öteki türlü, bir cinnet toplumuna dönüştüğümüze inanmak gerekiyor. Buna inanınca da 'tehlike altındayız demek ki' sonucu çıkıyor. Tehlike varsa kendimizi savunmamız en tabi hakkımız oluyor. Savunmaya da önleyici saldırıyla başlamayı akıllıca bulanlar olacaktır elbet.. Bu korku ağına takılanları organize etmekte mahir olan lider namzetleri için, ortaya çıkmanın tam zamanı. Mahir eleman azlığı varsa sorun olmuyor, küreselleşme çağında eksiklerinizi ithal etmek çok kolaylaştı çünkü. Sınırlar kalkıyor..(zannediyorsun, aslında sadece şekil değiştiriyorlar!)
Vatanseverlik, 'küreselleşme' çağdaş değerine bir ihanet, bu ihaneti önlemeye vatansız 'çokuluslu (kimi) para ve güç ürünleri' şirketleri sponsor olabiliyor işlerine geliyorsa. Malum bu çağda sponsorsuz büyük iş yapmak zor! 'Vatanseverlik' vatansızların bir değeri olamayacağına göre.. O halde bir ihanet içinde olunmamış olunuyor onlar açısından anladığım kadarıyla. Sorun yok. Bir yükten kurtulmuş oluyorsun vatansever olmayınca, özgürleşiyor(muş)sun! Bir fikir de fakir vereyim; insan gibi davranmazsan insanlık yükünden de kurtulabiliyorsun. Hayvan gibi yaşarsın, ruhunu veriyorsun, gerisi bedava, herşey serbest, mis!
Öte yandan, azılı küreselleşme karşıtları ve yerelcilerin de evrensel değerlere karşı olması gerekiyormuş gibi mantıken(!), hain ve Batı yalakası olmamak adına. Safınız belli olsun(muş).. Sahi kim düzenliyordu bu safları, bize gösterilen seçenekler seçeneklerin tamamı mı ki? Ya birlik denen ülkü, yahut orta yol? Karşıtlıklardan beslenen eksik bireyciliğin verdiği acıya tamah etmek kader olmamalı..
Müsamahalı olmayı hep hatırlatmalıyız kendimize, hoşgörüyü haketmek için hoşgörülülüğümüzü arttırmaktan başka ne çare var? Suizan ve yaftalama bombardımanı karşısında sığınağımızdır hoşgörü. Yoksa korkarım yalaka ve hainler toplumu olduğumuza inandırılacağız.
Her ağaç kesenin -ihtiyaçtan da olsa- doğa düşmanı, kurban kesenin hayvan düşmanı, Marx sever filozofun din düşmanı, İngiliz'in ajan, Arab'ın kalleş, Yahudi'nin dünyadaki tüm kötülüklerin müsebbibi, Doğulu'nun cahil, Türk'ün mafyoz kabadayı, içki içenin ful ahlaksız, muhalif yazarın komplocu, belli mahallede oturanın terör yardakçısı vs.(örnekleri siz çoğaltın) olması şart mı? Laikliği yahut modernizmi her savunan dine, tarihimizdeki Ermeni tehciri sırasında yaşanan mezalimlere yahut Kürtlerin dertlerine empatik bakan Türklüğe, Peygamber sünnetinin ruhuna uygun yaşamaya çalışan zamanın ruhuna hainlik etmede midir illa? Doğru bildiğine uygun söz söyleyenin o görüşüne eyv'Allah demek, söyleyenin tüm görüşlerini desteklemeyi mecbur kılar mı, bedeli yalakalık yaftası mı olmalıdır? Sanki ince ince, kutuplaştırılıyoruz böyle!
Doğru olmadığını biz biliyoruz aslında; günlük hayatlarımızda, otobüslerde, kafelerde, mahallelerimizde bizi ayıranlardan çok daha fazla bileşenimiz olduğunu görüyoruz, yaşıyoruz; dayanışıyoruz, gülüşüyoruz, sevişiyoruz birlikte. Ama haber değeri olan şey ayrık otudur medya için. Yansıtılan bu olunca moralimiz bozuluyor, özellikle de etraflarına bakacaklarına hayatı ekrandan izleyenlerimiz daha fazla maruz kalmaktalar olumsuz etkilere; genelleştirmelerle koşut medya klişeleri dillerinde, felaket tellallığı yapmaya en yakınlarımız onlar. Kökler zayıf olunca yaşanan savrulmalar, polarize olmalar…
Tektipleştiren 'kitle kültürü', suni ortamlarda, stüdyolarda, memurlarının olmamızı istediği şekle hizmet edecek biçimde üretiliyor ve zamanla, kendiliğinden, tümümüzün katılımıyla üretilen, bizi biz yapan 'halk kültürü'müzün yerine konulmak isteniyor. Bu yeni bir proje de sayılmaz üstelik. Böylece kültür hem metalaşacak ve bizi onu üretenlere bağımlı kılacak, hem de değerleri yitmiş, bileşenleri ayrıştırılmış, kolay manipüle edilebilir bir toplum olmamızla kolayca yönetilebileceğiz. Sen, hangi kültür seni mayalamışsa onun çıkarlarına hizmet etmeye daha meyilli olacaksın. Bulunduğun coğrafya, yan komşunun kim olduğu falan farketmeyecek. Facebook arkadaşın sana daha yakın artık. Kullandığın sosyal medya platformunun vatandaşısın. Bunun farkında ol ya da olma. Dünya hızla değişiyor. Ve değişim dinamiklerini çıkarlarına uydurmak isteyenlerin savaşının ortasındayız bizler, hepimiz.. Başta 'korku çekiciliği', toplumun kodlarını çözmeyi, algı yönetiminin ilmini öğrenen iletişimcilerin çok iyi bildikleri 'çekicilikler' kullanılıyor profesyonelce.
'Aforizma' Türkçeye de geçmiş bir kelime, dilimizdeki yakın karşılığı özdeyiş. Elimdeki derlemeye 'Aforizmalar' kitap ismi yakıştırılmış; 'özdeyiş'ten daha fiyakalı, entelektüel havalı, batılı, Cibran'ın tasavvur edilen okur kitlesine daha uygun bulunmuş bir terim. 'Hikmetler' yahut 'vecizeler' fakirin kulağıma hoş gelen, 'aforizma'ya alternatif diğer kelimelerimiz..
Bir düşünceyi dar alanda özlü ve vurucu bir biçimde aktarma geleneği Batı'da Hipokrat'a(d.MÖ.460) dayandırılıyor. Ortadoğu'dan örnek olarak ise mesela Hz.Süleyman'ın(MÖ.900'ler) özdeyişlerini verebiliriz. Kutsal kitaplardaki ayetlere de aforizmalar olarak bakmak mümkündür.. Pitagor'dan Goethe'ye, Kierkegaard'dan Nietzsche'ye, Kafka'dan Oscar Wilde'a özellikle felsefe ve maneviyat alanlarında söz söyleyenlerin benimsediği bir format. İlk basılı aforizma kitabı olarak bilinen Roterdamlı Erasmus'un 'Adagia'(MS.1500) derlemesinden bu yana yayıncılar da bu türü sevmişler..
Yunanca 'aphorismos' sınırlama demekmiş. Öyleyse buyrun bakalım sevgili Halil Cibran sınırsızlıkta ne sınırlar çizmiş(her zan, sessizliğin bozulduğu her an bir sınır çizgisi değil midir, varoluşumuzu resmeden?), birkaçını burada birlikte okuyalım, daha da iyisi üzerlerine biraz tefekkür edelim. Keza davranışlarımızda daha iyiyi yakalamanın yolu duygularımızı sağaltmaktan, onun yolu da düşüncelerimizin doğru biçimlendirilmesinden geçermiş derler; ola ki yüreğimize dokunan bir hikmet açımlar zihnimiz, motive oluruz hem…
* Kalbiniz gecelerin ve gündüzlerin sırrını sessizce bilir. Ancak kulaklarınız, kalbinizin bilgisini işitmek için deli olur.
* Ruhun üstün hali, aklın isyan ettiğine bile boyun eğmektir. Ve aklın en alçak hali, ruhun boyun eğdiğine karşı isyan etmektir.
* Bugüne kadar yalnzca, "Sen kimsin?" diye sorana ne cevap vereceğimi bilemedim.
Ortadoğulu bir şair/yazar Halil Cibran.. Aslında doğduğu 1883 yılında Lübnan henüz Osmanlı 'Şam' vilayetinin özerk bir parçası imiş. Bu topraklarda Hıristiyan bir 'Maruni' olarak doğar Cibran. Yaşamı boyunca da memleketi Lübnan'ın bağımsızlığı için mücadele edecektir. Ama kendiyle olan uğraşını saymazsak, en büyük mücadelesi din bağnazlığına karşı olacaktır Cibran'ın. Ki ailesinin yoksulluğu dolayısıyla ilkin düzgün bir eğitim imkanı bulamamış ancak bir köy papazından öğrendikleriyle idare etmiş, annesi ve kardeşleriyle 1895'te Amerika'ya göç etmelerine kadar. Baba pek sorumsuzmuş, Osmanlı yetkililer tarafından içeri de atılmış nitekim vergi kaçırmaktan. Evsiz kalmışlar böylece. Sanırım bu arada 10 yaşındaki Halil'in daha aile 'Yeni Kıta'ya göç etmezden önce sarp kayalıklardan yuvarlanıp sol omuzunu sakatlaması.. Kırk gün boyunca arkasına bir haç bağlamışlar sözde tedavi amaçlı. O omuz hep zayıf kalacaktır sonrasında; ruhunda derin izler bırakan o yıllar, unutulmaz. Fakirlik, babasız, çolak ve ırk, din, dil, mezhep farkları üzerinden ayyuka çıkan fitne, savaş…
Ailece Boston'dalar artık. Kalabalık bir Suriyeli mülteci nüfus arasındalar. Amerikalılar'ın gözünde garip Arap adetlerine sahip, işe yaramaz bir güruh bunlar. Anne 'Kamile' seyyar satıcılık yaparak aileyi ayakta tutmaya çalışır. Yine sefalet, bir de hakaretlere maruz kalmalar.. Neyse ki hayırseverler heryerde var. Bu sayede Halil diğer göçmen çocuklarla okula başlar. Bağlı oldukları Ortadoğu gelenekleri kızkardeşlerinin okumasına engeldir. Bu yıllardadır İngilizce öğrenmesi, resime yeteneğinin keşfedilmesi ve kadın özgürlüğüne taraf görüşlerinin yeşermesi.. Onu evrensel sanatla tanıştıran, kendi özgün ifadesini bulması yönünde cesaretlendiren ilk hamisi 'Fred Holland Day'i saymazsak sonraki hamileri neredeyse hep kadınlar olacaktır Cibran'ın. Çok genç yaşta Boston sanat çevrelerinde göze girmeye başlaması aile tarafından tehlikeli bulunur ve doğru düzgün Arapça öğrenmek, eğitimini tamamlamak üzere Lübnan'a geri gönderilir genç Halil. Sene 1898; okulda kendi talebi üzere ona özel müfredat hazırlanır. Arap dil ve edebiyatı, özellikle de Arapça İncil'e büyük ilgisi dışında bu asi, uzun saçlı, dini vecibelerini aksatan, dersleri asan garip genç okulla sorunludur. Yine de koleji bitirmeyi başarır. Amerika'da ise bu esnada kızkardeşi Sultana ölüm döşeğinde, anne kanser, erkek kardeş Peter Küba'ya taşınmıştır..
1902'de Amerika'ya dönen Cibran sırasıyla kızkardeşini, Küba'dan ağır hasta dönen erkek kardeşini ve aynı yılın haziranında da annesini kaybeder. Bu bunalımlı dönemde onu birazcık olsun avutan, genç güzel şair Jozefin'le muhabbeti olsa gerektir. "Genç ermişim benim!", böyle hitap eder Jozefin Cibran'a. Bu hitap Halil Cibran'ın en tanınan şaheseri 'Ermiş'e(The Prophet) esin kaynağı olacaktır, İngilizce yazdığı kitap 'Josephine Peabody'e ithaf edilmiştir. Cibran'ın evlenme teklif edip red cevabı aldığı iki kendinden yaşça büyük kadından birincisidir Josefin. Diğeri de "Onun sayesinde sanatçı oldum." dediği, kendisini İngilizce yazmaya teşvik eden, finansörü ve zaman zaman editörlüğünü de yapan 'Mary Haskell'. Cibran bir yandan resim yapar, sergiler açar, öte yandan Arapça yayınlanan göçmen gazetelerinde makaleler yazmaya başlamıştır. Arapça yazdığı şiirler, yazılar asla ileride İngilizce yazacağı eserlerin başarısını yakalayamayacaktır. Arapça yazılarında savunduğu politik görüşler, dini insanları sömürmekte kullanan ruhban sınıfını kıyasıya eleştirmesi, kadın hakları savunuculuğu vb. Cibran'ın Suriye yönetimince sansüre uğraması ve din adamlarınca afaroz edilmesine yol açmıştır ancak..
1908'de yaptığı Avrupa seyahati, sanat anlayışının olgunlaşmasında önemli bir kilometre taşı olmuş anlaşılan. Halil Cibran, Auguste Rodin, Sarah Bernhardt, Gustav Jung gibi dönemin pek çok önemli simasının bire bir portrelerini yapmış mesela. Bir de meşhur İtalyan general 'Garibaldi' ile tanışması var ki, I.Dünya Savaşı sırasında Suriye'nin özgürlüğü adına Osmanlı'ya karşı birleşik bir Arap askeri harekatının destekçi ve kışkırtıcısı olduğunu görüyoruz biraz da bu etkiyle. Zor geçen hayatın tesiriyle sevilmeye, takdire duyduğu ihtiyaç kolay tatmin olmayan Cibran'ın vatanının bağımsızlığında rol oynayan romantik bir savaş kahramanı olmak istemesi bu bakımdan da değerlendirilebilir. Şimdi olduğu gibi, o dönem de Batı kültüründe Cibran gibi doğulu sanatçıları himaye etme alicenaplığı, gerek Batı'nın oryantalist bakış açısıyla, gerek de yerel hassasiyetleri kullanarak dünya üzerinde kendi kültürel hegemonyalarını oluşturma arzularıyla örtüşmekteydi. Tabi bir de Batı'nın güneşin doğduğu yöne olan özlemi ve ilk Hıristiyanlığın anayurdu Ortadoğu'nun hikmetlerine duyduğu nostalji var. Ancak tüm bunlar Halil Cibran'ın kurduğu sade ve evrensel dil uslubunun, kahramanlarının sergilediği etkileyici bilgelik düzeyinin hikayelerine kattığı güzelliği, dolayısıyla da eserlerinin haklı başarısını açıklamaya yetmez. Cibran'ın eserlerine verdiği emek, kurgularındaki mütevazılık, cümlelerine yansıyan yürek yanıklığı, insancıl değerleri yüceltişindeki ustalık, arayıştaki herkese hitab edebilen yaklaşımı, klasikmişcesine ve fakat özgün olabilmesi onun hepimizce nadide bir değer olarak kucaklanmasına sebep olmuştur..
Söylediğini yapmakta aciz kimsenin lafına itibar edilmez. Sözü gönüle işlemez. Nasihat edenin geçmişinde epey yanılgıya düşmüş, yer yer kendini rezil etmiş olması engel değildir. Bilakis böylece tecrübesini arttırmış, yaşadığı zorluklar, başarısızlıklar onu kıymet bilir, halden anlar kılmış olsa gerektir. Sonuca varmış olmak esastır..
Bu yazıyı okuyorsanız daha iyiyi arıyorsunuz demektir. Fakirin sözüm işitebilirsiniz. Ama sorumluluk kabul etmediğimi peşinen söylemeliyim. Dikkat ederseniz başlık 'sevgiliyi elde tutmak'tan bahsetmiyor. Elde tutma, birliği kurma, 'sabit-i kadem olma' mevzularında henüz çalışmalarım devam ediyor. Ola ki bu hususlarda kemalat derecelerine erişmek nasip olursa yeri gelir kelam ederim. İyi bir sevgili olmak ise, bence esas konu o…
Efendiler, kişisel deneyimlerimden çıkartılan bu tüyoları ister dünyevi manada ister daha yüce manada değerlendiriniz. Bu sizi ilgilendirir. Sevgili bulmanın ana prensipleri her duruma uyarlanır olmalıdır. Daha iyisini bilene kadar elimden gelen budur. Şimdi arzu ederseniz buyrun, sevgiliyi aramaya, adım adım ilerleyelim birlikte;
* İlk farkındalık : Kişi ilkin durumundan hoşnutsuz olduğunu idrak etmelidir. Çünkü ağzına kadar dolu bir kaba su konulmaz. Arayanlar rahatsız kimselerdir. Rahatsızlığımızı ve noksanlığımızı kabul etmekle başlarız işe. Ya gönül kabı boştur, dolsun istiyoruzdur ya da kabımız tam hoşnut olmadığımız şeylerle doludur. Kabı dolu olanlar önce kaplarını boşaltma adımını atmalıdırlar. Buna kişinin kendi nefsiyle dopdolu olması da dahil. Sevgiye, sevgiliye yer açın dünyanızda..
* İlk niyet : Farkındalıktan sonra niyet gelir. Niyet atılan bir ok gibidir. Ne kadar saf ve temiz olursa, gerçekleşme gücü o kadar fazladır. Niyetin, kalbi olanı en güçlüsüdür. Biz çoğunlukla niyetimizi önce zihnimizde oluştururuz. Bu noktada, neye niyet ettiğimizi mümkün mertebe özü itibariyle bilmemiz faydalıdır. İsteğimizin ve buna bağlı niyetimizin temelinde yatanın inebildiğimiz kadar derin manasına inmek ister. Yoksa şekle dayalı şartlanmalarla, detaylarla atacağımız oku ağırlaştırır, hedefe gidişini yavaşlatmış oluruz. Böylesinin hayrından da emin olunmaz. Soyut hafif, somut ağırdır. Niyetinizi kalbinizde hissedin!
"Bir Saki'den içtik şarap arşdan yüce meyhanesi, Ol Saki'nin mestleriyiz canlar anın peymanesi(kadehi)…
Bizim meclis mestlerinin demleri Enel Hakk olur, Yüz Hallac-ı Mansur gibi anın kemin(küçük,değersiz) divanesi…
Yunus bu cezbe sözlerin cahillere söylemegil, bilmez misin cahillerin nice geçer zemanesi." (Hz.Yunus Emre)
'Şathiye' tasavvuf edebiyatının en gizemli türlerinden sayılır. Bu tür genelde şiir formunda olup Hakk'ı arayışında salikin aşkla kendinden geçip cezbe halinde söylediği sözlerdir. Kişi girdiği hal neticesinde, senlik/benliği kaybeder ve kimi zaman Hak'tan aldığı ilhamla öyle coşar ki kendini birlik penceresinden söz söyler bulur. Çok riskli bir alandır. Özellikle tasavvuftan tad alamamış, dinin kabuğundan ziyadesine erememiş zümreler tarafından hoş görülmeyen, kınanan, kimi zaman küfür olarak nitelenen bir formdur. Bu tür sözlerdeki ısrarları neticesinde sürgüne gönderilmiş, idam edilmiş, işkence görmüş kişiler tarihimizde çoktur. Hallac-ı Mansur, Nesimi, Sühreverdi, Niyazi Mısri bir çırpıda aklıma gelenler. Yunus Emre, Kaygusuz Abdal gibi mutasavvıf kimi şairler ise bu türde de eser verip ama zulüm görmekten kurtulmuşlardandırlar. Eser veren sufilerin birçoğunda bu hal zaman zaman ortaya çıkar, herkesin anlamayacağı bilindiğinden ve halka anlayacağı mertebeden hitab etmek daha uygun görüldüğünden büyük Pirlerin çoğu sırlanmasını, dışa vurulmamasını nasihat etmiş, yeğlemişlerdir. Hatta ekserisine göre kamil bir hal olmaktan uzaktır..
Şathiyelerde Yaradan'ın 'Cemali sıfatlar'ının öne çıktığını görürüz. Bu cezbe sözleri incelendiğinde, yaradılışa, insana, aşka dair derin ve gizli manalar, sırlar ihtiva ederler. Birçoğu da adeta Allah'ın kitabının, başta Kuran'ı Kerim'in, hadislerin tefsiri, daha doğrusu hal tercümesi gibidirler. Ama dile gelen kulun, bu tefsiri birinci tekil şahıs zamiriyle ifade etmesi en büyük tepkiyi çeker. Ve dahi cezbe haliyle bu gibi söz söyleyenlerin birçoğu belki de, hal geçince tövbe istiğfara sığınır, (keramet durumlarında olduğu gibi) kendilerinden bilinmemesi için dua eder, yalvarır, aşklarının taşkınlığından dolayı edebi terk etmiş olmaklıklarından utanırlar. Halkın önünde çıplak kalmışcasına, meydana sarhoş çıkmışcasına hicap duyarlar. Geleneğe göre akabinde gusul abdesti almak gerektir denilir. Öte yandan ise bu gibi eserler kimi Yaradan'a yol arayanları, aşıkları şevklendirir, aşklarını arttırır, coşturur, yakınlık hissi verir. Söyleyen açısından yapılacak birşey yoktur, fren patlamış, kişi kendinden geçmiştir, söyleyene değil söyletene bakılır..
Fakir de zaman oldu özendim, bu gibi hissiyatla söz söyledim, yazdım, ama geçici hal bildim, nefsimden şüphe ettim, asla sahiplenmedim, anlaşılmaz diye çoğunu paylaşmaktan imtina ederim, çekinirim. Kulluktan yüce makam bize haddi aşmaktır derim. Bugün ise ancak bu tür edebiyata güncel bir örnek vermek bakımından (takliden de olsa) azçok bu halle yazdıklarımdan (ufak bir düzenlemeye tabi tutarak) bir cüz paylaşmaya, fazla ciddiye almamanızı dileyerek cüret ediyorum. Daha sahicilerini merak edenler sufi edebiyatı ustalarından türün en güzel örneklerini bulabilirler. Yazar bu giriş yazısını yazarken, haşa bırakın kendini Yaradan'la bir tutmayı, kim bilir kulluk makamında bile değildir. Aciz, hakir, zayıf, garip Musa'nın günün birinde kulağından sinek geçmiş, bu vızıltıyı Hakk katından bir fısıltı, bir ilham sanmanın gafletiyle, o anın hazzıyla meczubane söz söylemiş. Sonra yine kendine gelmiş (ne demekse). Günahlarımdan, halden anlayan Yüce Rahman'ın affediciliğine sığınır, Rabbime hamd'ederim..
Meselin İmam-ı Azam'a atf'edilenini de Şems-i Tebrizi'ye nispet edilenini de duymuşluğum vardı. Ama geçenlerde sahafları gezerken elime geçen eski bir 'Dinî şiirler Antolojisi'nde yer alan manzum versiyonuna evvelce rastlamamıştım. Baktım internette de bulamadım. Böylece paylaşmaya karar verdim..
Aşağıda bulacağınız 'Filozofun Cevabı' isimli şiir 1879-1947 yıllarında yaşamış İstanbul doğumlu (öğrendiğime göre Cerrahpaşa Rifai tekkesi son şeyhinin torunu) Şerefeddin Yaltkaya Efendi'ye ait. Hem Osmanlı'nın son dönemini, hem yeni Cumhuriyet dönemini yaşamış bu ilginç şahsiyet Davutpaşa Rüşdiyesini ve Dar'ül Muallimini bitirip Darü'l-İlm ve't-Talim'de, ayrıca çeşitli liselerde ders nazırlığı yaptıktan sonra 1924'te Dar'ülfünun 'İlahiyat Fakültesi'nde 'kelam tarihi müderrrisi' olmuş. 1933'te fakültenin kapatılıp yerine 'İslami Tetkikler Enstitüsü'nün açılmasıyla buranın İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ndeki 'İslam dini ve felsefesi' bölümünde 'Ordinaryus Profesör'lüğe kadar yükselmiş. Nihayetinde Şerefeddin Bey 1942'de getirildiği 'Diyanet İşleri Başkanlığı' görevini vefatına kadar sürdürmüş. Türkiye'nin bu ikinci diyanet işleri başkanı, Atatürk'ün cenaze namazını kıldıran kişi olarak da hatırlanır. Din bilgileri, tasavvuf, edebiyat, felsefe alanlarında eser veren Yaltkaya'nın Ortadoğu İslam dünyasının ilk alegorik eseri kabul edilen(bana göre fantastik, alegorik, felsefi öyküleme geleneğinin bu coğrafyadaki öncülü) ve İbn Tüfeyl ile İbn Sina'nın ayrı ayrı çeşitlemeler halinde kaleme aldığı "Hay bin Yakzan" adlı eser tercüme/düzenleme çalışması benim için bilhassa dikkat çekici. Türün meraklılarına tavsiye ederim. Şimdi sözü daha fazla uzatmadan sizi Yaltkaya'nın 7+7=14'lük ölçüde yazdığı, adını 'felsefe taşı' olarak yorumladığım(bilirsiniz; simya iliminde efsanevi felsefe taşı, dokunduğu her nesneyi altına çevireceğine inanılan ama asla bulunamamış[?] nesnenin adıdır) 'filozofun cevabı' manzumesiyle başbaşa bırakayım :
"Mirasyedinin biri filozofluk taslardı,
Çevresinde bir alay dalkavukları vardı;
Bu filozof taslağı aklınca ders verirdi;
Fakat bütün dersleri onlara ters verirdi.
"Bişnev"! Hz. Mevlana Celaleddin Rumi'nin "Mesnevi"sinin kendi eliyle kaleme aldığı söylenen ilk kelamı; "Dinle"! Bir emir, bir davet; Kur'an-ı Kerim'in ilk hitabı "İkra/Oku!" gibi… Birinde göz, diğerinde kulak, tüm duyu organlarımızı temsilen dikkate çağırılıyorlar, onların temsiliyetinde insan okumaya, dinlemeye, duymaya, görmeye, hissetmeye, anlamaya, bilmeye, olmaya davet ediliyor adeta…
Okumak ne muazzam mesele, evreni Allah'ın ayetleriymişcesine, kendini evrenmişcesine.. Ve dinlemek ne mesele, gerçekten anlamak üzere! Ruhların yaradılışından sonraki ilk eylemleri belki de; madde dünyasını aşan deruni manasıyla "hakikaten dinlemek". O ruhlar ki yaratıldıktan sonra 'elest meclisi' denilen, saflar halinde dizildikleri zaman/mekan ötesi meydanda Allah'ın(cc) ilk hitabına muhatap olmuşlar; "Elestü bi Rabbikum!", "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?". İlk duyuş, ilk dinleyiş ve akabinde gelen ebedi andımız; "Beli!", yani "Doğrudur, Senin Rabbimiz olduğunu tasdik ederiz" deyişimiz. Her daim geçerli akdimiz ve verdiğimiz sözle sınanmaktayız, o sözü verirkenki hali yaşamaktayız, o halin açılımı materyalize olmakta sanki.. Eski bir müzisyen olarak hoşuma gidiyor herşeyin sesle başladığını hayal etmek. Ses, müzik, matematik, estetik, ilim, sanat, yaşam, aşk ve biz…
Acaba iyi duyamayanlarımız oldu mu, dikkatle dinlemeyenimiz? Nasıl olabilir ki? Yoksa henüz yaratılmış olmaklığımızdan ötürü heyecanlı, kıvançlı, kendimizle mi fazlaca ilgliydik ilk anda kimimiz? Yine de o sözü verdik! Kendimizi o söze ne kadar verdiysek sözümüzü de o samimiyetle, o hakikatle verdik sanırım! Çünkü duyup da Yaradan'ın hitabını, kulluğu tasdik etmemek nasıl olası? Belki kendini hayranlıkla inceleyenler tam anlayamadı, ancak baktılar diğerleri aşk ile haykırmakta, onlar da katıldılar az sonra; "Beli!". Bilemiyorum, Allahu alem! Ama görüyorum ki insanlar dinlemekte maalesef pek geri. Oradan çıkarsıyorum.. Televizyonu açıyorum, çoğu birbirini dinlemeyen insanlar, bir ezber üzere şartlandıkları 'doğru'ları dayatma kavgasındalar. Türlü sohbetlerde bulunuyorum, alıcı nadir, ya tasdik peşinde sözde dinleyiciler, ya sınamaya gelmişler, ya satacak ilim biriktirmeye, ya da dağınık dikkatler, örtülü kulaklar, perdeli nefisler.. Diyalog, sohbet, muhabbet noksanlığı ise aramızdaki uçurumu gitgide derinleştirmede yazık ki. Mahşer günü mü yaklaşıyor dersiniz, çünkü o gün kimse kimseyi duymayacak, dinlemeyecek, ilgilenmeyecek, anne çocuğunu, çocuk annesini tanımayacak derler günün azametinden, kendi durumunu düşünmekten. Artık o gün salih amel kapısı kapanmıştır ne de olsa, durum anlaşılabilir, ama bu gün öyle değil; Söylenecek, dinlenecek, yapılacak hayırlı şeyler var daha, inş'Allah! Dinlemeyi bilmeyenler kayıpta dolayısıyla; iddiacı insanlar, hırsla bağırıyorlar, sözler önemsiz, haller özensiz, mesafe açıldıkça sesler yükseliyor, kalpler kırıldıkça barış, huzur zedeleniyor, bencillik arttıkça bize ulaşan ilim eksiliyor…
O halde dinlemeyi bilmeliyiz öncelikle. Öğrenmek, anlamak için, bağ kurmak için, sevmek, sevilmek için, birlik için. Buna hizmet eder belki inancıyla bu haftaki yazımız 'olağan dinleme yanlışları' ile devam edecek. Sağlıklı iletişimi zorlaştıran, hatta çoğu zaman imkansızlaştıran, bizi birbirimizden uzaklaştıran sık düştüğümüz dinleme yanlışlarımız; İşte 'davranış bilimleri'ne göre madde madde dinleme engelleri, farkedip de kaçınabilelim diye :
* Mukayese / Konuşma esnasında sürekli kendimizi karşımızdakiyle karşılaştırmamız tarafsızlığımızı zedeler, dikkatimizi konunun özünden uzaklaştırır, anlatılanı olduğu gibi anlayamayız. Zihni perdeleyen, empatiyi engelleyen, rekabetçi bir tavırdır. Kim daha başarılı, daha yetenekli, duygusal olarak daha sağlıklı, daha akıllı v.s. Bu şekilde dinleyenler karşı tarafa güven vermekten de uzaktırlar.