İsterdim, istemez miyim? Belki de örtüyordur da gözler görmüyordur, kim bilir! Benim derdim; bu kusur gören gözlerimin hali nedir, nicedir? Görülen 'kusur'un ardını, hayrını bilememek basiretsizlik midir, kader midir? Ya mükemmeli arayışımız kibirden midir, niyedir? Sui zandan da, günahsızlık, kusursuzluk zannından da Rabbime sığınırım. O ki günah işlemeyen bir halk olsak bizi helak edip yerine günah işleyen bir başkasını yaratacağını bildirmiştir. Kulun acziyetini bilip, tövbe, istiğfar etmesi O'na hoş gelir. Elbet haddi aşmamak şarttır. Kibirden ırak gayretimiz bize vazifedir, farzdır…
"Bir günah dalgası daha mı şimdi bu yayılan? Mazlum Özgecan'ımızın ruhu beka alemine yükselirken, yanan teninin külleri mi üzerimize savrulan? Yoksa zalimin nefesi mi şu akça karda is yapan, gönlümüzü karartan?".. Ne çetindir kul hakkıyla meydana varanın işi!
İnsan olmanın zorluğu şuradan belli; evrendeki tüm güzelliklere rağmen, öfke, nefret, şiddet 'insani' duygularından alamıyoruz kendimizi zaman zaman. Yenik düşüyoruz içimizdeki hayvani tarafa, hayvana. Ne yazık; kimimiz de cinnete teşne.. Bu durumda mazlum muyuz, zalim mi? Galip miyiz, mağlup mu, arada mı? Çeşidimiz bol. Cevaplar içimizde.. Ah 'iyi' bir rol kapabilsek şu devrandan, vicdanımız rahat etse!
Kırığım! Ahiret inancım fakiri savrulmaktan korusun diliyorum; hiçbir şeyin Hak katında karşılıksız kalmayacağına olan inancım, adaletin dünya ufkunda temaşa ettiğimizden çok daha enginlere uzandığından emin olmaklığım.. Her şeyin yerli yerinde olduğuna dair imanım ne kadar sarsılmazsa o kadar mutmain içim. Heyhat kolay mı? "Lütfun da hoştur, kahrın da hoş" diyebilmek.. Değil! Allah(cc) bizi 'Cemal'inden ayırmasın, Lütfuyla muamele etsin! Celaline güç yetirebilmek her babayiğidin harcı değil! Lakin başa gelince, bu güç sınavdan sıyrılabilmek için, gelen sınavın şiddetinden daha büyük bir kuvvet dileriz yanımıza, yardımımıza. Ve bunun olup olabilemeyeceğini kestirmek zordur başa gelmeden bela.. Hayranıyım güç şartlarda tevekkül edebilenin, o kutlu mücahid erlerin..
Rahmetli kızımızın ailesi en başta, gözleri iki çeşme, içleri parçalanarak da olsa, bu zor anlarda itidalli davranmayı becerebilen herkese teşekkür borçluyuz; Birileri içimizdeki hayvani duyguları körüklemeye gönüllü olmuşlarken, buna rağmen, bize insanlığımızı hatırlattıkları, melekleri bize secde ettiren yüksek insani değerlerimizi canlı tuttukları için. Onlar, etrafları aydınlansın diye yanan çerağlar..
Sevgili ustam 'Derviş Baba'nın teşviki ile araştırmalarıma başladım. Köklü bir kurumda iyi bir eğitim almanın maddi bedeli karşılayabileceğimin çok üstündeydi. Ama karar verilmiş, himmet edilmişti ki konuyu istişare etmek üzere niyetimi açık ettiğim, bu alanda tecrübeli eski bir arkadaşım düşüncemi çok olumlu buldu ve dahi fakire sponsor olmayı önerdi. Karşılığını ancak mezun olunca ona verebileceğim 'koçluk seansları' ile ödeyebilirdim. Arkadaşım zaten bir karşılık beklemiyordu, yine de fakiri mahcup etmemek için önerimi kabul etti. O an mantıken imkansız görünen, mümkün olmuştu. Hızlıca ve kolaylıkla. Herhalde vardı bir hayır. Böylece koçluk eğitimime başladım..
Sanırım sürecin ikinci modülü esnasındaydı. 'Yaşam alanları çemberi' üzerine çalışıyorduk. Çember koçluğun temel araçlarındandır. Türlü şekillerde kullanabilirsiniz. Mesela; (isterseniz elinize bir kalem alın, uygulamalı devam edelim) boş bir A4 kağıda bir çember çizersiniz, çemberi hangi konu için kullanacağınızı belirlersiniz. Bizimkisi yaşam alanları çemberi, yaşamınızı kuşbakışı görmenize yardımcı olur. Önce ayrı bir sayfaya yaşamınızı şekillendiren öğeleri listeleyebilirsiniz. Bunun için günlük, haftalık rutininizi oluşturan unsurlardan faydalanabilirsiniz. O günkü kendimden örnek vereyim (sıralama önemli değil); Dinlenme/Uyku, Beslenme, Kişisel bakım/Sağlık/Spor, Çalışma/Hizmet/Vazife, İş/Maddi gelir, İbadet, Seyahat, Öğrenim/Araştırma, Sosyalleşme, Aile, Sevgili, Sanat üretimi/tüketimi, Manevi gelişim, Medya, Ustam/Derviş Baba, Boş vakit/Serbest alan. 16 öğe etmiş. İlkin çemberinizin içini bir artı çizerek bölerseniz, oradan 16 eşit parçaya bölmek daha kolay. Sizin listeniz kaç öğeden oluşuyorsa çemberi o kadar eşit parçaya bölersiniz. Bölmelerin içine de teker teker listenizdekileri yerleştireceksiniz..
Koçluğun bir başka temel aracı da skala çizgisidir. Düz bir çizgi çizeriz. Çizginin başı '1', sonu '10' olsun. Çizgimizi eşit aralıklarla 1'den 10'a kadar tüm sayıları içerecek şekilde işaretleriz. Ölçeklendirmek istediğimiz konu neyse onu skalamıza uyarlarız. Bir cevap almak için soru sormak gerekir. Yapıcı cevaplar için sorumuzu yapılandırma biçimimiz de yapıcı olmalıdır. Mesela "neden mutsuzum?" soru biçimi yerine bu sorudaki maksadı ortaya çıkaracak şekilde bir formülasyon bulunmalıdır. Maksat 'mutlu olmak' ise soru şöyle olabilir; "nasıl mutlu olabilirim?". Bu soru biçimi daha çözümcü, daha motive edicidir. Bir kez soru sorulduğunda artık söz ettiğimiz kavramı açabilir, ilgili konuda kendimizi nerede gördüğümüze bakabiliriz. Skalamızı çizdik, mutlulukla ilgili, 1'den 10'a kadar numaralandırdık. Düşünelim; mutlulukla ilgili skaladaki en yüksek değer '10' bizim için ne ifade ediyor? Mutlulukla ilgili 10 değerinin çağrıştırdıklarını not alabiliriz, faydalı olur. Kendimizi o değere sahip olarak zihnimize yansıttığımızda nasıl bir 'ben' tasviriyle karşılaşıyoruz. O mutlu kişi neler yapıyor, nasıl yaşıyor, değerleri neler? Not almaya devam. Bu arada kendimize sorarız; "peki mutluluk konusunda kendimi 1 ile 10 arasında nerede görüyorum?". Kendimize verdiğimiz not çok düşük değilse, "bu notu bana verdiren hayatımdaki mutluluk vesileleri neler?" gibi bir tanımlama sorusu sorabiliriz, bu sorunun cevabı dikkatimizin olumsuzluklara saplanıp kalmasından ziyade, mutlu olmak adına elimizde olanları hatırlamamızı sağlayacak, moralimizi biraz daha yükseltecektir. Akabinde gelecek asıl önemli soru ise "mutluluğumu arttırmak için neler yapabilirim?" olabilir. Cevaben bulduğumuz olası yolları, kendimize önerilerimizi notlarımıza ekleyelim. Takdir edersiniz ki 10 değerine hemen ulaşamasak da yarım puanlık bir ilerleme dahi oldukça kıymetlidir. Süreci motive edici, uygulanabilir eylem adımlarıyla ilerletmemiz beklenir. Eyleme geçene kadar notlarımızı gündemde, göz önünde bir yerlerde tutarak ve bir açılım yaşayana dek zaman zaman üzerine çalışarak kararlılığımızı diri tutarız. Muhtemel eylem adımlarımızı listeleyebilir, önceliklendirip planlayabilir, bir takvime bağlayabiliriz. Dikkatin yöneldiği alanda doğal olarak bir hareketlenme başlayacaktır..
Dönelim yaşam alanları çemberimize, çemberimiz yaşam alanlarımızı oluşturan unsurlara göre eşit parçalara bölünmüş, listemizdeki unsurlar teker teker bölmelerin içine yazılmış. Şimdi her bölmenin alt çizgisini bir skala gibi düşünün. Çemberin merkezi 0 değeri, her yarıçap çizgisinin çemberin kenarına erişen ucu da 10 değeri olsun. Çemberi kesen her çizgi ayrı bir bölümün skalası. Artık bölüm bölüm skalalarımızı puanlayalım. Soru şu; "… alanında kendimden ne kadar tatminim, şu anda skalanın neresindeyim?". Bölmelerden herhangi biriyle başlayabiliriz. Diyelim ki 'aile', kendimize soruyu sorduk; "ailemle ilişkimden ne kadar tatminim, bu ilişkide benim için ideal olana oranla kendimi yahut ilişkimizi nerede görüyorum?", cevabımızın temsil bulduğu sayısal değer 6 olsun mesela, çemberin 'aile' bölümünün skala olarak kullandığımız alt çizgisinde '6' sayısını işaretleriz. Her bölümü böylece değerlendirip, puanlarımızı işaretledik. Sonra her bölümün skalasında işaretlediğimiz sayıdan, o bölümün üst çizgisindeki aynı sayı değerine bir eğri çizeriz. Böylece verdiğimiz puana kadar olan kısmı alanın geri kalanından ayırmış olduk. Bu kısmın içini tarayalım. Ve her bölüm için aynısını yapalım. Elimizde bölüm bölüm, verdiğimiz puanlara göre merkeze doğru içleri taranmış, biraz orantısız da olsa bir iç daire oluşmuş oldu. Bu noktada elimizdeki manzaraya dikkatle bakıp, ortaya çıkan genel tabloyu analiz etmeye çalışırız. Ne görüyoruz? Tablo dengeli mi? Hangi konularda gayretimizi arttırmamız lazım? Önceliğimiz ne olmalı? Çemberimiz taralı alanlarla ne kadar doluysa hayatımızdan o kadar tatminiz demek olmalıdır.. Taralı alanları arttırmak için neler yapabiliriz? Lokmaları ufak ufak yemek daha akıl karıdır. Elde ettiğimiz genel görünümde saptadığımız tüm dengesizliklerle, noksanlıklarla bir anda ilgilenemeyebiliriz. Yaşam alanlarımızla, dolayısıyla da yaşamımızla ilgili tatminkarlığımızı geliştirmek için kendimize aşamalı bir yol çizmeliyiz. Bu yöndeki önceliklendirmemizi doğru yapabilmek için koçluk sistemi şöyle bir kilit soru önerir; "Çemberdeki alanlardan hangisinde bir gelişme sağlarsanız bu diğer yaşam alanlarınızı da olumlu etkiler?". Vereceğiniz cevap öncelikli konunuzu ortaya çıkaracaktır. Buradan derinleşiniz, gerisi de gelecektir.. Bir zaman sonra 'yaşam alanları çemberi'nizi tekrar oluşturup geçmiştekiyle kıyaslayabilirsiniz. Bu çemberi daha spesifik konulara uyarlayabilir, o konunun unsurlarını irdelemekte kullanabilir, karar vermekte zorlandığınız ikilemlerde, tercih konusu olan herbir seçenek için ayrı çemberler oluşturup kıyaslama yapabilirsiniz. Tabi en ideali, her konuda olduğu gibi bu tür çalışmaları da anlaşabileceğiniz, püf noktaları bilen bir profesyonel, bir usta eşliğinde yapmanız olacaktır. Rast gelsin! Hayatta başarılar!
Fakir yukarıda söz ettiğim kendi ilk yaşam alanları çemberimi puanlayıp önüme aldığımda ve kendime 'bu alanların hangisinde bir iyileşme olsa diğer tüm yaşam alanlarımı da olumlu etkiler?' sorusunu sorduğumda cevap zihnimde parlak bir ampül gibi yanmıştı; ustam 'Derviş Baba'! En düşük puanı verdiğim alan olduğu için değil, onunla aram kötü olduğu için de değil. Ancak o güne kadar, en güçlü şekilde bu sorulan soruyla farketmiştim ustamın benim için temsil ettiklerinin önemini. Aramızdaki sevgi bağı bir yana, o benim içimdeki insanlığı, ustalığı temsil ediyordu, içimdeki mürşidi, kamil insanı temsil ediyordu. O benim için olmak istediğim 'kendimin bir üst versyonu'nu temsil ediyordu. Bir ben vardı benden içeri, doğmayı bekliyordu. Doğan bendim, ben oydu. Sanki bir zincirleme reaksiyon olmuştu. Tasavvufta bahsedilen 'fena fi'ş şeyh', yani müridin mürşitte fani olması, onun varlığında kendini yok etmesi, böylece akabinde gerçekleşebilecek manevi doğumunun ne demek olduğunu anlamıştım. Bu evrim yolu daha sonra 'fena fi'r Resul' ve nihayet 'fena fillah' olarak devam eder. Allah'ta fani olmanın başlangıcıdır şeyhinde fani olmak. Şimdi anlıyordum Peygamberini tüm yaradılmışlardan fazla sevmenin hikmetini, 'yaradılanı severiz Yaradan'dan ötürü' sözünün değerini. Resulullah'ı(sav) sevmek kendin de dahil tüm insanlığı sevmenin temsiliydi, Allah'ı sevmek tüm varoluşu sevgiyle kucaklamanın zirvesiydi. Bir hiyerarşi vardı. Ve sen adım adım bencilliğini kırarak genişliyor, kendindeki kendini yeniden buluyordun her aşamada. İşte çemberimdekilerden, diğer tüm yaşam alanlarında iyileşme sağlayacak olan, iyi ki var! İşin sırrı buymuştu, kendimle olan ilişkimin anahtarı, bilişimin okyanusu, gönlümün aktığı istikametteydi. Felek çemberinizin bölmelerinde, diğer tüm alanları iyileştirici böylesi bir alan olmuş olsun dilerim, yoksa da oluşturun, ve geliştirin bu alanı, bir koyup bin alınası, fakirden söylemesi..
Hülasası; kurs başarılı geçti! Yukarıda anlatmaya çalıştığım iki temel koçluk yöntemini en azından hayatınızın bazı pratik alanlarında kullanabilirsiniz, faydasını gördüm, tavsiye ederim; Cüzzi akılla, hesap kitap, ölçme biçmeyle, gönül gözü açılana kadar idare edicez böyle, n'apalım… ;) Aşk olsun! Hu
Hırsız, polis, savcı, paralel devlet, dinleme, banka hortumlama, hepsi var işin içinde. Bu maalesef ilk muhabirlik başarım olacak aynı zamanda(!). Kolay oldu çünkü ailemin başına geldi. Zor çünkü ailemin başına geldi. Anlatma sebebim ibret alınması dileğim. Buyrun dinleyin :
Sevgili babam 74 yaşında, emekli. Çalışmaya genç yaşta başlamış. Kendini yetiştirmiş. Bir iki sene öncesine kadar yoğun bir iş hayatı vardı. Sevgili annem ise ev kadınıdır. Yaşamı boyunca babama destek vermiş, evini mamur etmiş, birlikte bizleri yetiştirmişler. Ailem, yaklaşık 50 yıllık ortak çalışma hayatı boyunca kazandıklarıyla almış oldukları büyükadadaki evimizi sattılar geçenlerde. Çünkü artık babamın emekli maaşı dışında bir gelirleri pek yok ve yaşlılıklarını rahat geçirmek istediler. Bir güvence, ferah bir geçim, belki bir iki güzel seyahat yapma imkanı, kefen parası ve kalan, evlatlarının geleceğine ufak da olsa bir katkı. Para bankada, geliri cep harçlıkları. Memnunlar, kimseye muhtaç değiller. O dönemin insanlarının pekçoğu gibi maddi güvence en önemlisi, "parası kadar felsefe yapmalı kişi"…
Öğle saatlerine doğru çalan ev telefonunu annem açtı. Annemle babam evde yalnızlardı. Telefondaki kişi anneme adıyla hitap etti ve kendini tanıttı: (sözde) cumhuriyet savcısı 'bilmemkim'. Büyük bir dolandırıcılık olayı sözkonusuydu. Emniyet birimleri operasyon başlatmak üzerelerdi. Paralel devletin adamları son bir voli vurmak için harekete geçmişti. Banka hesaplarından paralar hortumlanacaktı. Ne yazık ki ailem de listedeydi. Onlar gibi 16 kişi daha vardı takipte. Dolandırıcıların planlarını çökertmek için ailemin işbirliğine ihtiyaç vardı. Annem önce bu hikayeye inanmak istemedi. Ne malumdu? Cep telefonlarına kadar uyarılar geliyordu polisten kendini savcı, polis v.s. gibi tanıtan dolandırıcılara karşı. "Yok hanfendi, bu mesajları gönderen bizleriz, sizleri korumak görevimiz!" diyordu savcı(!) bey. Annem telefonu beyine verdi..
Olay babama tekrar anlatıldı. Verilen banka isimlerinin içinde aile hesaplarının olduğu iki banka vardı. Babam yine de inanmak istemedi. Savcı kızdı. Bizimkiler işbirliği yapmak istemiyorlardı. Operasyonun başarısını tehlikeye atacaklardı. Hemen (sözde) başkomsere seslendi, ev adreslerini biliyorlardı, annemle babamı polise mukavemetten içeri almaları için emir verdi. Ayrıca madem söz dinlemeyeceklerdi paralarının hortumlanmasına karşı devletten hiçbir güvence beklememelilerdi. Uzaktan kulağa polis telsizi sesleri geliyordu. Babam korktu, zokayı yutmuştu. Son bir direniş, emin olmak istedi. Telefonu alan başkomser(!) kontrol etmeleri için onlara bazı telefon numaraları verdi. İsterlerse bilinmeyen numaralardan da kontrol edebilirlerdi. Verilen telefonlardan birisi sahiden 'emniyet dolandırıcılık masası'nın numarasıydı. Diğerleri hepsi de kendilerine çıkan cep numaraları, sözde savcının özel numarası falan. Vakit yoktu, güvenmelilerdi, hızlı hareket edilmeliydi. Evleri sivil polis tarafından çoktan kuşatılmışmıştı. Babam hemen evden çıkmalı ve evlerinin yakınındaki 1. bankadan söyledikleri meblağı çekmeliydi. Bu arada kayıtlara geçmesi gerektiğinden hesaplarındaki tam miktarı söylemişti bile. Tapeler hazırlanıyordu. Babam panikle evden çıktı, annem ev telefonunu açık tutacak, devamlı temasta kalacaktı. Babama annemin cep telefonunu da yanına almasını söylediler. Zaten evleri paralelciler tarafından dinleniyormuşmuştu. Risk alınamazdı. İnandırdılar. İletişimlerini kestirdiler. Babamla kendi cep telefonundan temas kuruldu. Telefonu kapattırmıyorlardı. Adamcağız tıpış tıpış bankaya vardı..
Bankada her zaman muhatap olduğu hanım, tesadüf bu ya o gün izinliydi. Zaten telefondakiler bugün bankadan 5 kişinin izinli olacağını söylemişlerdi. Yine bilmişlerdi. Veznedeki memur çekilmek istenen yüksek meblağın neden çekildiğini sorgulamadı, kasada para vardı, verdi, nakit. Babam kendisine söylenen yerde, Mecidiyeköy'de torba içindeki parayı elden teslim etti, yirmili yaşlardaki kapüşonlu tıfıl gence. Şimdi sırada 2. banka vardı. Heyhat bu şube hemen o an meblağı karşılayamıyordu. Ertesi güne kaldı. Babamın eve dönmesi sakıncalıydı. Yakın bir otelde gecelemesini istediler. Merak etmesindi, otel ücreti sonra kendisine verilecekti. Kalp hastası olduğunu söyleyince hemen birileri eve gidip annemden babamın kalp ilaçlarını aldı, otele getirdi. Kendisine odadan çıkmaması söylendi, anneme bir cümlelik bir telefon etmesine izin verildi. Cümle şu olacaktı; "Merak etme karıcığım, iyiyim, savcılıktayım, bu gece beni savcı beyin misafirhanesinde ağırlayacaklar". Evde mahkum olan anneme de saatlerce telefonu kapattırmamışlar, korkutmaya devam etmişler, arayan babama şunu söylemesini istemişlerdi; "Ben de iyiyim kocacığım, polisin getirdiği … miktar parayı teslim aldım". Babamın bankadan çektiği meblağ..
O gece ne annem ne babam uyuyamadı tabi. Sabah yedide operasyon devam edecekti. Ertesi gün babam 1. bankadan ikinci defa aynı meblağı çekti, ardından 2. bankadan yüklü bir meblağ, dolandırıcılara elden verildi, kalan bakiye de verdikleri banka numarasına havale edildi. Hesaplar tamtakırdı. Bu esnada diğer ekip anneme eve polisin gelip arama yapacağını, evde değerli ne varsa saymasını, kayıtlara tam geçmeyen şeylerin aramada elde geçerse geri alınamayacağını söylemişler, sonra da ne kadar para varsa bir torbaya koyup gönderecekleri kişiye vermelerini istemişlerdi. Kapıya gelen gençlere evdekiler de teslim edildi. Operasyon bitmişti. Artık babam eve gidebilirdi. Yine de ev dinlendiği için bu konuyu aralarında konuşmamaları, bir iki güne savcılığın onlarla tekrar temasa geçip kurtarılan malvarlıklarının teslim edileceği müjdelendi. Değerli katkılarından dolayı teşekkür edildi. Memleket onlar gibiler sayesinde bu paralelcilerden eninde sonunda kurtulacaktı(!)…
Bu olaylar olurken ettiğim telefonlara babam çıkmış, meşgul olduklarını v.s. söyleyerek aramalarımı ustalıkla savuşturmuştu. Mevzubahis operasyonun bittiği akşamüstü önce onlara yakın oturan kardeşim ardından da fakir evlerine vardık. Dinleniyoruz korkusuyla korka korka fısıldayarak anlattıkları hikaye inanılır gibi değildi. Adeta hipnotize olmuşlardı. Bunun bir dolandırıcılık olduğu aşikardı. Nasıl bu tongaya düştüklerini sorgulamak fayda vermeyecekti, adamlar profesyoneldi, başınıza gelmedikçe ahkam kesmek kolaydır. Ne akıllı adamlar gördük dolandırılan, profesörler falan. O durumda yapılacak şeyi yaptık; çok geçmeden en yakın polis karakolundaydık. Görevli komiser ifadelerini dinledi, anlatılanlara aşinaydı, hikayenin eksik kısımlarını tamamlayabilecek kadar, yüzlerce vaka geliyormuş bu şekilde. İnanabiliyor musunuz? Ne kadar yaygın bir olay, neredeyse memleket soyuluyor, elden bir şey gelmiyor. Bunu yapan örgüt belli ki psikolojik manipülasyon konusunda eğitimli, çapraz sorgu tekniklerinde uzman, kurbanlarını seçmede mahir, kimi ulaşılabilmesi güç bilgilere ulaşabiliyorlar. Kim bunlar? Zalimler, seçtikleri kişiler çoğunlukla yaşlılar, donlarına kadar soymaktan utanmayacak kimseler bunlar. Yazılı ifadeyi alan polis arkadaş, suçlular yakalansa dahi alacakları cezaların caydırıcılıktan uzak olduğundan dem vurdu. Şeriat yasaları getirecek de değildik ama cezalar artırılmalıydı. "En büyük cezanın Hak katında onları beklediğinden korkmayan arsıza hayret etmeli değil mi?" demem acı bir gülümsemeyle karşılandı. Bu zorlu sınavda artık bize düşen tevekkül olmuştu; "Hasbunallahu ve ni'me'l Vekil"…
Elbet bu yolda olanlar sınanır. Sevdiklerimiz için ettiğimiz hayır duaları bazen bizim duamızın gücünden ziyade sığındığımız kapının şanından ötürü kabul görür. O an için neyin hayır, neyin şer olduğu anlaşılmayabilir. Bazı kazanç kulu kibirlendirip Yaradan'dan uzaklaştırıyorsa bizim için kazanç değildir. Bazı kayıp da kulunu Hakk'a yakınlaştırıyorsa kazanç olmuştur. Ailem için ettiğim dualar, onların da gün gelip Allah'ın huzuruna vardıklarında, gazabına uğramayacakları hal üzere olmaları yönünde hep. Dünyevi ve geçici olana sarılı kalıp ahiretlerini ihmal etmelerini istemem. Yaradan isterse sende emaneti olan, sağlığını, aklını, paranı, evladını, hayatını istediği gibi geri alır. Bu gibi şeye güvenmek, övünmek beyhudedir. Kendisini iyileştirenin salt ilaç olduğunu düşünen, kendisini geçindirenin salt bankadaki para olduğunu düşünen gaflettedir. Bunlar sadece vesilelerdir. Allah'a yakınlaşmak için tabi ki vesileler aranacaktır. Ve tabi ki O'nun rızasını kazanmak için, rızkının temini için kul çabalayacak, gayret edecektir. Ama mülkün sahibinin geri plana atılması, hele unutulması felakettir. Sahibinin hatırlatması ise lütuftur, bizden vazgeçmediğinin delilidir, fırsattır.. Olan olmuş. Nasip ola uyanış!
Bugün 'ben kimim' bilemiyorum. Bildiklerimi unuttum. Belki de boş vermişim. Bilmiyorum..
Sanki, geçmişten beri, geleceğe borçluyum, ama borcumun hesabını tutabilen de değilim. Öyle boş ki içim, bilmem acep muaf mıyım?
Aslında bugün kolay işim, soru soran olursa en azından cevabım belli; "Bilmiyorum"!
Verilen bir sinema bileti, izlediğim film gerçek ötesi. Başrol oyuncusuna bu denli benzerliğim, normal mi?
Oyuncu muyum, seyirci miyim, yoksa ikisi de mi? Belki hiçbirisi!
Bilmiyorum..
Bugün tuhaf; sevdikleri ben değilim, kızdıkları ben değil. Ne suçluyum, ne masum, hepsi kendileri..
Sanırım bu nitelik hayatımın şimdiye kadarki tüm dönemlerinde hep belirgin oldu. Özgürlük tarifim ise yaş alıp tecrübelendikçe değişti durdu. Bu değişimin gelişim yönünde olduğunu umuyor, inanıyorum.. Lakin kendim için henüz tam anlamıyla "özgür" sıfatını kullanamayacağımın da bilincindeyim. Olsun; Yolda olmak da bir kazanımdır!
Fakirane düşünceme göre; Özgür olmak için kendi kendine dayalı olmak gerekir. Bu da ancak ilahi bir keyfiyettir. İnsanın özgürlüğü ise ilahi özüyle ne kadar örtüşük olduğuyla orantılıdır. İnsanda ilahi bir öz olmadığını düşünenler için özgürlük, hiçbir kısıtlama olmadan nefsinin isteklerine uymaktan ibarettir. Ancak, kendini ruhuyla özdeşleştiremeyen kişi ne yaparsa yapsın fizik yapısının, zamanın, kendini çevreleyen doğanın, şartların ve çoğu zaman da diğer varlıkların belirli özgürlük alanlarının kısıtlaması altındadır. Aşkınlaşacak araçlardan yoksundur. Salt nefsine(nefs-i emmare) tabi olanlarımız için kısıtlanmasızlık asla sözkonusu olamaz, tam anlamda bir hürriyetin imkanı yoktur.. Bir başka deyişle ise; Nefs kısıtlamanın ta kendisidir! Nefse tabi oldukça varabileceğimiz en üst nokta olsa olsa 'firavunluk' olabilir. Onun da sonu hüsrandır…
Manevi farkındalık yoluyla erişilebilen 'ruhsal özgürlük' nefislerimiz için kolay yutulur lokma olmayabilir. Bu yolun, bireylerin kişisel tercihlerine bırakılmış olması tabidir.. Öte yandan toplumu oluşturan bireylerin çatışmasızca bir arada yaşayabilmesini mümkün kılma bakımından zamanla, içinde 'özgürlük' kavramının da yer aldığı, ortak bir 'temel değerler çerçevesi'ne ihtiyaç duyulmuş. Toplumları yönetenlerce çizilen çerçevelerin çoğunda 'özgürlük' kavramı asgariye indirgenerek bizlere görünürde daha kolay yutulur bir lokma şeklinde, ancak aslında manası hayli daraltılmış replika biçimiyle sunulmuş. Kimi toplumda replika zamanla gerçeğini unutturduğu gibi daha da kötüsü ise ne yazık ki kimi toplumlarda çerçeve, bireyin manevi gelişiminin şeklini belirleme vasfını da biçmiş kendine. İçini boşaltma ve tahakküm, özgürlük kavramının başına gelebilecek belki de en kötü şeyler..
Çok korkunç bir şey oldu ; katil tekbir getirdi,
Çok korkunç bir şey oldu ; kaç insanı öldürdü..
Çok korkunç bir şey oldu ; nifakçı fırsat buldu,
Çok korkunç bir şey oldu ; taşla kuşları vurdu,
Çok korkunç bir şey oldu ; korku kalpleri sardı.
Çok korkunç bir şey oldu ; şiddet şiddete gebe,
Çok korkunç bir şey oldu ; peki kimler kazandı?
Çok korkunç bir şey oldu ; gerçekler sanallaştı,
Asr-ı saadet günlerinden birinde, Yemen illerinden Karen'in çorak tepelikleri arasında, keçi çobanlığı yaparak dervişane bir yaşam süren Hz.Veysel Karani her günkü gibi köylülerin kendisine emanet ettiği hayvanlarını otlatmak üzere dağ taş demeden dolaşmaktaydı. Aklının bir kenarında kendini bakımına adadığı kör ve felçli, yaşlı anacığı, içinde ise coştukça coşan Allah aşkı ve onun sevgilisi dost Muhammed(sav)'i bir kez olsun görmeye duyduğu özlem.. Gün batmadan keçileri toparlayıp geri götürmeliydi ancak bir grup keçinin alışılagelmişin çok ötesindeki canlılığı ve hareketliliği işini daha da zorlaştırmaktaydı bu sefer. Neydi bu halleri bunların? Az önce şu ağacın meyvelerini yiyorlardı afiyetle, sonrasında ne olmuşsa olmuştu.. Güçlükle de olsa sonunda keçileri devşirmeyi başaran Hz.Üveys ağacın kırmızı meyvelerinden de birkaç avuç atmayı ihmal etmedi heybesine. Yolda meyvelerden birini tatmak üzere ağzına atmasıyla buruk, acı bir tad diline damağına yayıldı; Yenilecek şey miydi bu! Ama Allah(cc) hiçbir şeyi boşuna yaratmamıştı, vardı muhakkak bir kerameti bunların da. Hayırlısı bakalım..
Nihayet keçileri teslim etmiş, anacığının karnını doyurmuş, temizliğini yapmış, topladığı çalı çırpıyla akşam ateşini yakmış, oturmuştu başına. Bir süre ibadetle, zikirle meşgul olduktan sonra, tefekküre dalmış bir halde heybesindeki taneleri ateşe atmaya başladı teker teker. Ve çok geçmeden ateşten tüten tanelerin kokusu çarptı burnuna, ateşe eğildi hemen. Kavruk tanelerden toplayabildiğini topladı vakit geçirmeden. Ne de güzel kokuyorlardı. Yeniden ağzına attı birini ki, gülümsedi! Her meyvenin içinde birbirine bakan, ateşten esmerleşmiş iki çekirdek, acılıklarından eser kalmadığı gibi yemesi pek de keyifliydi şimdi. O geceki azığı bu çekirdekler olmuştu, lütuf, şükretti.. Daha yarım saat ya geçmiş ya geçmemişti, Hz.Karani bedenindeki değişiklikleri fark'etti; yorgunluğundan hiç eser kalmamıştı, zihni iyice billurlaşmış, tüm uzuvları ayrı bir kuvvet bulmuştu sanki. "Şimdi anlaşıldı keçilerin bugünkü halleri. Ne mübarek meyve!". Buna bir isim bulmalıydı.. "İnsanlar bundan keyif bulacak, dileyen Hak'ka yakınlaşmanın keyfini, dileyen de nefsininkini!", adı da 'keyif veren'; "keyfe" olsundu o halde…
Kahvenin gerçek keşif hikayesi üzerine rivayetler dışında kesin bir bilgi yok maalesef. Fakir yukarıda kendi dilimce anlatmaya çalıştığım meseli severim. Benzer bir hikaye Etiyopyalı keçi çobanı 'Kaldi'ye de isnad edilir. Bu hikayede de "Kaffa'lı Kaldi" kahve çekirdeklerini sufi dervişlere götürür. Bir başka iddia kahvenin uzun yıllar Etiyopya'da 'sihirli meyve' olarak geleneksel tıpta kullanıldığı, çekirdeklerinin öğütülüp unundan ekmek yapılageldiği, daha sonra Yemen'e geçtiği, bugün bildiğimiz içiminin ise sufilerce geliştirilip yaygınlaştırıldığıdır. Kahvenin, 'Saba Melikesi Belkıs'ın Hz.Süleyman'a getirdiği hediyeler arasında olduğu da iddialar arasında. Ancak tüm iddialar kahvenin uzun süredir sufilerce tercih edilen bir içecek olduğu noktasında kesişiyor. Bu da doğaldır çünkü kahve, az yemek, az içmek, az uyumak düsturunu benimseyen sufilerin bu hallerini destekleyecek harika bir içecektir. İnsanı hem tok hem uyanık tutar. Böylelikle sufiler hizmete, öğrenime, zikir ve ibadete daha fazla zaman ayırıp, güç ve zindelik bulabileceklerdir. Kahve ritüelinin de ayrıca sufilerin nefs terbiyesi yöntemleriyle bir örtüşüklüğü vardır. Kahve bitkisini yetiştirmek, toplamak zahmetlidir. Doğru zamanda meyvadan ayrılan çekirdekler ateşte kavrulur, dibekte dövülür, değirmende çekilir, nihayetinde suya karıştırılıp, pişirilir, sonunda faydalı, leziz bir içecek haline getirilir ve usülünce ikram edilir. Her aşama ayrı tesbihatla yapılır ve dikkat edilmez, özen gösterilmezse doğru kıvam yakalanamaz. Bir dervişin yetişmesi de böyledir. Zahmetli, sabır isteyen ama uğraşmaya değer..
Kahveden bahsedip de Hz.Hasan el-Şazeli'yi anmadan olmaz. 1196'da Fas'ta doğup 1256'da Hac yolunda iken Sina yarımadasında Hakk'a yürüdüğü kabul edilen Sufi Pir Şazeli Hazretleri uzun süre Tunus'u mesken tutmuş, büyük İslam alimlerindendir. Kahvenin bir içecek olarak ilk tüketimini ona isnad eden rivayetler bulunsa da fakirane görüşüm Magrip'ten Hicaz'a türlü seyahatler yapan bu zatın sufilerle münasebetleri sırasında kahveyle tanışmasından sonra, tüketiminin yaygınlaştırılması ve sufi tarikat adabına uyarlanacak şekilde kurumsallaşmasını sağlamakta başat rol oynadığıdır. Kahvenin Osmanlı'ya bu yolun dervişlerince getirildiği genel kabul görmüştür. Öyle ki daha sonraları 16.yy'da İstanbul'da ilk kahvehanelerin açılmasıyla, neredeyse her kahvenin duvarında şu levhanın asılı bulunması gelenek halini almış; "Her seherde besmeleyle açılır dükkanımız, Hazreti Şazeli'dir Pirimiz üstadımız". Zaten Osmanlı'da neredeyse tüm sufi tarikatlarınca kabul gören 12 hizmet makamı, yahut 12 posttan biri 'kahveci postu' olup, kahve ocağının üzerinde "Ya Hazreti Şeyh Şazeli" yazılı levha bulundurulur, görevli derviş ateşi uyandırıp cezveleri ocağa sürdüğünde Hazreti Pir'e teveccüh edermiş..
Yaz ortalarına doğru büyükbabamların birkaç haftalığına bize misafirliğe gelmeleri adettendi. Büyükbabam erkenden sabah duasına kalkar, ardından da 'olmazsa olmaz' kendine bir Türk kahvesi pişirirdi. Fakir de erkenci olduğumdan o saatte benimle birlikte ayakta birinin olması hoşuma giderdi, böylece ev ahalisi uyanana dek ses yapmadan kendi kendime oyun oynamak yerine, onun gizemli sabah ritüelini izlerdim. Büyükbabam kahve çekirdeği gibi sert mizaçlı bir adamdı. Lezzetini ortaya çıkarabilmek maharet isterdi. Bu maharet çocuklarda doğal olarak bulunabilen bir niteliktir.. Bazen kahvesini içerken masada karşısına oturur, onu konuşturmaya çalışırdım. Lütfederse dilinden uzak zamanların çile yüklü hikayelerini gerçeküstü masallarmışcasına hayretle dinler, hayallere dalardım. Balkan harbinden kaçış, 'petit-Paris Adrianopol'(Edirne), Dünya savaşları, eski İstanbul…
Sabahın erken saatlerinin bu sihirli buluşmalarından birinde büyükbabam önüme bir fincan, yanına da ufak bir kurabiye tabağı koydu. Bakır cezveden fincanıma dökülen bu simyayla beni bir çocuktan, muhatap alınabilecek bir yetişkine dönüştürmüştü o an adeta. Seveyim diye şekerlice yapmıştı bu sefer kahveyi. Azar azar içilirmiş, ne bileyim? Anlamadan bitti! Zaten azıcık içeceğin yarısı da çamur gibi bir şeydi. Neyse ki müthiş bir yaratıcılıkla telveye kurabiye bandırarak keyif süresini uzatmayı keşf'ettim. Büyükbabam gülümsedi. Kahve bahaneydi… Kahveyle tanışmam böyle olmuştur!
Bir gün gelip de kahveci olacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Aslında 30'lu yaşlarıma kadar nedense kahveyi unutmuş, çaya alışmıştım. Ancak o dönem uzak bir sahil kasabasında yaşayan, derviş meşrepli bir grup müzisyen arkadaşıma yaptığım sık ziyaretler ve uzun süreli kalışlar sırasında, yaşları kemale ermiş bu tatlı abilerim sayesinde leziz kahve ritüelleri yeniden hayatıma girdi. Onlarlayken kahvaltı gerçekten kahve-altı yani kahveye altlık olarak atışırılırdı, maksat kahveydi, tabi esas maksat muhabbet! Ve her öğünümüz kahvaltıydı birlikte.. Hallice kahveyi o zaman öğrendim. Artık pek bilinmiyor. Ortadan hallice, orta ile şekerli arası bir kıvam, kahvesi de biraz fazlaca olur. Sonunda büyükbabamın o özlem duyduğum çocukluk sabahında pişirdiği kıvamın ne olduğu anlaşılmıştı; ortadan hallice.. Lafın gelişinin ahvalime uygunluğu da ayrı güzeldi. Ve bundan böyle, sabahları halen çayı tercih etsem de, akşam vakitlerinde içilen 'hallice yorgunluk kahvesi'ni bir ritüel olarak gündelik programıma dahil ettim. Gelgelelim öğrendiğim tarifi tam uyguluyor lakin tam istediğim kıvamda kahve pişirmeyi henüz beceremiyordum..
İyi kahve pişirmeye ilk uzun adımımı atmamda 'usta bir kahveci dede' anahtar rol oynamıştır. Zaman zaman o ufacık kahvehanesine gider, kahve bahane, pişirişindeki ustalığı seyreder, imrenirdim. Bir gün cesaretimi toplayıp sual ettim; "Usta bu işin sırrı ne? Kahve mi önce konur, su mu? Su sıcak mı olmalı, soğuk mu? Ateş kısık mı, harlı mı? Ya kahvenin menşei, kavrulma kıvamı?"… Kahve ustasının verdiği cevap hayatta bir çok başka soruya da ışık tutacak nitelikteydi; "Evladım, denemeden nereden bileceksin?". Haklıydı! Ne kaybederdim ki, varsın bazı kere pişirdiğim kahve başarısız olsundu! Tüm ihtimalleri deneye deneye sonunda öğrenecektim. Nitekim birkaç ay sonra istediğim kıvamı neredeyse tutturmuştum..